Haftanın Hikayesi – Aşk Aptallığı / Willhelm Genazino
“İnceliğine yaraşan bir şeyler yaşamak istiyor ruhum.” Genazino
Çevirmen: Özden Özberber, Jaguar Yayınları, s.55-56
Gençten bir adam kompartımana girip oturuyor ve seyahat çantasından içinde yiyecek olan iki plastik kutu çıkarıyor. Freiburg’la Basel arasındaki büyük çilek tarlalarında eğilmiş halde bir düzine adam ve kadın görüyorum. Aralarında hasır şapkalarını değiş tokuş ediyor, birbirlerine en güzel çileklerini gösteriyor ve gülüşüyorlar. Ne harika bir görüntü! Mutlu çilek toplayıcıları! Böyle görüntüler artık sadece eski resimlerde veya birkaç saniyeliğine, geçip giden trenlerin pencerelerinde görülüyor. Genç adam ilk plastik kutudan sandviç, diğerinden muz çıkarıyor. Ekmek sabahtan paketlenip geç saatte açılan tüm ekmekler gibi kötü kokmuş. Muz da kötü kokuyor: Sebep aynı. Aşırı hassasiyetim çıkageldi bile, en güzel giysisi olan hepten görünmezlik içinde kompartımanın her köşesine yayılıyor. Oysa ekmeğin de muzun da gerçekten kötü kokup kokmadığından emin değilim. Kokuyu kendi kendime güçlendiriyor, hatta bir şeyleri hor görüp tiksinmek için uyduruyor olabilirim. Belki de bu, anaokulu dönemimin fakirliğinden kalan tattır; herkesin ekmeğini çantasından çıkardığında sınıfın birkaç saniye içinde o çocuk terk edilmişliğinin pis kokusuyla doluverişinin hatırası… Şimdi de aklıma kumanya kelimesi gelmez mi! Babamın savaş sonrası döneminin sonlarına kadar kullandığı o savaş artığı kelime. Genç yolcu muzunu soyuyor. Gayet net: Muz kabuğunun kötü kokusu bana kadar geliyor. Genç adama haddini bildirmeyi düşünüyorum. Ama başka insanların bulunduğu bir yerde muz soymanın yasak olmadığı geliyor aklıma. Beklenen, başkalarının kokuya katlanması. Hayat insanın yapmak istemediklerine veya yapamadıklarına anlayış göstermiyor. Bu yemek kokusuna daha fazla katlanamıyorum, kompartımandan çıkmak zorundayım. Koridora çıktığımda, bir kadınla birlikte yaşadığım zaman aşırı hassasiyetlerimi kaybedeceğimi umuyorum. Bir kişinin sürekli varlığı tuhaflıklarıma daha çok hakim olmamı sağlayacaktır. Tren yavaşça, vahşi bir dere boyunca ilerliyor. Terk edilmişliğimi daha anaokulunda keşfettiğim sıralar böyle vahşi bir derenin kıyılarında yaşamak istiyordum. Bir ağaç evine veya terk edilmiş bir karavana yerleşecek, orman meyveleri ve balıkla beslenecektim. Bütün yaz boyunca odun toplayacak, böylece kışın ateş yakabilecektim. Kıyıda bir kano saklı olacak, binip vahşi dere boyunca oturan diğer münzevileri dolaşacaktım. Çocukluk hayalimi yeniden hatırlarken hissettiğim sıcaklıkla aşırı hassasiyetimin yavaşça çözüldüğü dikkatimden kaçmıyor. Genç adamın muzu bitirdiğini görüyorum; plastik kutuları da ortadan kaybolmuş. İsviçre’ye yaklaşıyoruz. Alman ve İsviçreli gümrük memurları trenin içinde geziniyor ama yolculara kısaca odaklanıp yürümeye devam ediyorlar. İsviçre’ye genç bir insan olarak gidiyor olsaydım daha o zamanlar iyice serpilen aşırı hassasiyetim karşısında herhalde bütün ülke sıfır alırdı. Derli toplu bahçeleri, temiz yolları ve süslü küçük evleri o zamanlar itici bulurdum. Tren istasyonlarında peronlar bile bakımlı görünüyor, fabrika binaları sanki tozları demin alınmış veya yeni yıkanmış gibi. Sandra’ya sorununun çözülmüş olduğu bir ülke olduğunu anlatacağım. Burada, İsviçre’de, tek kişilerin düzen ruhu bütünün düzenine yansıyor. Aynı zamanda buranın topluca kavranabilir bir görüntüye sahip olması hoşuma gidiyor. Hatta İsviçre tünellerine Alman veya İtalyan tünellerinden daha çok güveniyorum. Sanırım İsviçre tünellerinin içinde bir kâğıt bardak, bir pizza kutusu bile yoktur.