Günün Kitabı| Bana Beyaz Bir At Getirin | Orhan Keskin
“O CEHENNEMDE BEDENİMİZ DIŞINDA CEPHANEMİZ YOKTU.”
Azad Sağnıç, dilbilimci, edebiyatçı, Kürt siyasetçisi Faqi Hüseyin Sağnıç’ın oğludur. Tatvan’lı Azad Sağnıç, Rızgari örgütü faaliyetleri sebebiyle 2 yıl tutsak kalmış, yirmi kez gözaltına alınmış, sürgün yaşamıştır.
Azad Sağnıç’ın, “Orhan Keskin – Bana Beyaz Bir At Getirin” adlı kitabı, ilgiyle okunmaya değer bir çalışma. Bu eserini, geniş Kürt çevrelerde “Türk Solu” olarak değerlendirilen Devrimci Yolcular başta olmak üzere, birçok siyasi yapıdan siyasi tutsakla görüşerek oluşturmuş. Devrimci Yol’un Kürdistan örgütlenmesine ilişkin geniş çaplı bilgi vermiş.
Diyarbakır Cezaevi cehenneminin yaratıcısının, iç güvenlik komutanı Esat Oktay Yıldıran olduğu bilinmektedir. E.Oktay’ın atanması sonrasında, Diyarbakır’da tam anlamıyla vahşet dönemi yaşanmış. Teslim alma politikalarına karşı yükseltilen direnişin, ölüm orucu noktasına nasıl ulaştığına ilişkin değerlendirmeleri okuyabilirsiniz.
12 Eylül faşist cuntacıları Diyarbakır, Mamak, Metris cezaevlerini pilot cezaevleri haline getirdiler. Siyasi tutsakları fiziki, psikolojik, siyasi olarak teslim almayı hedeflediler. Her cezaevinde, siyasi tutsakların teslim alınması noktasında farklı yöntemler uygulansa da, temel hedefleri, sindirerek düşüncelerine ihanet ettirmekti. Cezaevlerinde her türlü işkence yöntemini uygulamak meşruydu. Diyarbakır’daki işkenceler lağım çukurlarında bekletmekten tutsakların başını lağım suyuna sokmaya, taciz ve tecavüzden cop sokmaya kadar onlarca çeşittir. Fiziki ve psikolojik işkence yöntemleriyle aşağılanan tutsaklar, teslim alınmak istenmiştir.
İşte bu vahşet ortamında, pek çok etken Diyarbakır direnişinin fitilini ateşledi. İki tutsağın intiharları ötesinde yirmi beş tutsak ile Necmettin Büyükkaya’nın işkencede katledilmeleri, direniş ateşini körükleyen etkenlerdir. Mazlum Doğan’ın hücresinde ölü bulunması sonrasında, 17 Mayıs 1982’de, “Dörtler” Ferhat Kurtay, Necmi Öner, Mahmut Zengin, Eşref Anyık bedenlerini ateşe verirlerken; “Ateşi söndürmeyin, bu bir eylemdir. Ateşi söndüren hainlik yapmış olur,” diye seslenmişlerdir.
4 Ocak 1984’te Diyarbakır’da başlatılan Ölüm Orucu Direnişi, 13 Nisan 1984’te Metris ve Sağmalcılar Özel Tip cezaevlerinde (Abdullah Meral, Haydar Başbağ ve Hasan Telci yaşamlarını yitirdi) de gerçekleştirildi. Bu direnişlerin hemen aynı sürece denk gelmesi asla rastlantı değildir. Ölüm oruçları, siyasi tutsakların TTE ‘mavi kefen’inin içine sokulması yönündeki dayatmalar karşısında ortaya çıkan direnişlerdir.
Diyarbakır’da, 14 Temmuz 1982’de başlayan ilk Ölüm Orucunda Kemal Pir, Mehmet Hayri Durmuş, Akif Yılmaz ve Ali Çiçek yaşamlarını yitirdiler. Eylül 1983’teki açlık grevi başarılı olamayınca cezaevi idaresi, tek tip elbise (TTE) dayatmasıyla saldırganlığı zirveye çıkarınca; ya direnilecektir, ya da teslim olunacaktır.
Görevden alınması sonrasında, 22 Ekim 1988’de İstanbul’da öldürülen Esat Oktay Yıldıran’ın başını çektiği işkencelerin boyutu öyle bir noktaya gelir ki, “Yaşasın Ölüm!” sloganı atılmaya başlanır. 4 Ocak 1984’te ikinci Ölüm Orucu eylmine başlandı. 3 Mart 1984 tarihinde, Devrimci Yol’dan Orhan Keskin ile PKK’den Cemal Arat’ın yaşamları son bulur.
A.Sağnıç’ın görüştüğü tutsaklardan Recep Maraşlı, ölüm orucu ile ilgili şu değerlendirmeyi yapmış:
“Bu eylem biçimi bir “intihar” mıdır, bir “kendini feda eylemi midir” yoksa siyasi bir sonuç elde etmek için kendi bedenini kullanarak yapılan bir şiddet eylemi mi? Sonraları o kadar çok AG…, o kadar çok Ölüm Orucu eylemi yaptık ki, bir süreçten sonra artık bunlar bir eylem biçimi olmaktan çok bir “yaşam biçimi” gibi oldu. Tutsak tepkisini ifade etmenin başka bir yolu yoktu sanki. Bu haliyle de bir süre sonra caydırıcılığını, ciddiyetini ve doktrinini yitirmişti.” (s.277-278)
ÖO sırasında tutsaklarla yetkililer arasındaki görüşmeleri yapanlardan biri, Orhan’ın babası Cemil Keskin’dir. Kara Kuvvetleri Komutanı Kemal Yamak, Cemil Keskin’e; “Hepsi ölse de benim kılım kıpırdamaz, ölebilirler. Bence bir sakıncası yok,” karşılığını vermiştir. Sadece bu kadar da değil. Durumu ağırlaşan ÖO direnişçisi Cemal Miran Ankara’daki Mevki Hastanesi’ne kaldırıldığında, onun odasına gelen Hava Kuvvetleri Komutanı Tahsin Şahinkaya, “Biz istemeden kimse ölemez,” diyerek doktorları azarlar ve Miran’ın hayata döndürülmesi talimatı verir. (s.279)
ÖO kırklı günlere gelince, içinde bulunduğu çıkmazın farkında olan cuntacılar, tutsak yakınlarına mektuplar göndererek onları direnişi kırıcısı haline getirmek ister. Ancak cuntacıların bu silahı ters teper, kendilerini vurur. Tutsak yakınları evlatlarının haklılığını öğrendikçe direnişe sahip çıkar, harekete geçerler. Orhan’ın babası Cemil Keskin bu süreçte, yetkililer ile direnişçiler arasında arabuluculuk yapar. Oğlunun ölümden dönemeyeceğini görmesine karşın, tıkanan görüşmeler hakkında bilgi vermek üzere ÖO direnişçilerinin koğuşuna giden Cemil Keskin’in şu yaklaşımı muhteşemdir:
“Biraz önce oğlumun durumunu kontrol ettim, artık ondan hiçbir umudum kalmadı. Orhan’ı kaybedeceğiz. Ama siz de bizim evlatlarımızsınız, hiçbirinizin kaybolmasını istemem. Ama içim yanarak söylüyorum bu saatten, bu kadar direnişten sonra hiçbir kazanım elde etmeden bırakmanızı da istemem.” (s.288)
Ölmek üzere olan oğlunun kulağına eğilip, “Anını yaşatacağız,” diyen Cemil Keskinler ile tutsak yakınları o direnişlerin destekçileridir. O babalar, anneler, tam kırk yıldır kaybedilen çocuklarının peşindeler. Kitapta yer alan şu anı çok dikkat çekici:
Ziyarete gelen bir Kürt tutsak anasının yanına giden Esat Oktay Yıldıran şöyle der:
“Ana, bak sen bu çocukları doğurmuşsun, onlar da seni cezaevi kapılarında süründürüyorlar. Sen onları doğuruncaya kadar taş doğursaydın.”
İşkenceci Esat’ın gözlerinin içine bakan ana şu karşılığı verir:
“Analar ne doğuracağını bilseydi, anan da seni doğurur muydu?”
Bu noktada, Cumartesi Annelerini, Barış Annelerini, Beyaz Başörtülü Plaza de Mayo Anneleri’ni saygıyla selamlamak zorundayız.
Orhan Keskin, ölümünden kısa süre önce sanrılar görür. Sık sık şöyle der: “Bana beyaz bir at getirin. Bana beyaz bir at getirin.”
Orhan Keskin ile diğer tüm ölüm orucu kayıplarımız, Yaşar Kemal’in dediği gibi, “O iyi insanlar, o beyaz atlara bindiler ve gittiler.”
Ata binmeyi çok seven Orhan Keskin de, devrimci onuruyla göğüslediği ölüm orucunda, o beyaz ata binerek gitti. Son sözü, Nazım Hikmet söylemiş;
“Mesele esir düşmekte değil,
teslim olmamakta bütün mesele!”