Günün Kitabı | Eylül’le Büyümek | Mehmet Kılıç
“BİZ İNSANLARI KAVGADA TANIDIK. GERİSİ HİKAYE!”
“EYLÜL’LE BÜYÜMEK: Devrimci Bir Çocuğun Cezaevi Anıları” (Hüseyin Yavuz).
Dorlion Yayınları
“Eylül’le Büyümek” bir öykü kitabı. 12 Eylül zindanlarında aynı koğuşu paylaştığım Hüseyin Yavuz, “Devrimci Bir Çocuğun Cezaevi Anıları” dediği öykülerinin bir kısmını, yüz sayfaya sığdırmış. Lafı uzatmamış, fakat bu esere emek veren Hüseyin Irmak’ın dediği gibi “ağır yazmış”. Öykülerinin/anılarının devamını da yazmalıdır.
Ankara Fen Lisesi’ni kazanacak kadar başarılı bir öğrenci olduğu halde, abisinden örnek alarak seçtiği devrimci “Yol”un verdiği görevle faşist işgalin olduğu Sultanahmet Meslek Lisesi’ne devam etmiştir. “Böylece Ankara’ya gidip de Mamak’ta yatacağına Sultanahmet Lisesi’nin hemen yanında yer alan Sultanahmet Cezaevi’ne yatay geçiş yapmıştır.” (s.6)
Hüseyin Yavuz “Eylül’le Büyümek” eserini yazmasını, “1980’de yaşananları anlatmam sadece içimdeki isyanın sonucudur,” (s.30) cümlesiyle dile getirmiş.
Eserini, Sefaköy’de katledilen ve mezarını 35 yıl sonra bulabildikleri, yoldaşı Nurettin Dönmez’e ithaf etmiş. Yunanistan İç Savaşı’nda kralcılar ELAS’tan andartları (gerillaları) yakaladıklarında kafalarını kesip hükümetten kelle parası alırlarmış. Bir muhbirin (Onlara ‘Mayıs’ derlermiş) ihbar ettiği Kapetanios Konstantin’in de vücudunu paramparça etmişler. Nurettin Dönmez de bir muhbirin ihbarıyla katledilmiş.
1979 yılında 14 yaşında mücadeleye atılan H.Yavuz’un ailesi, Yunanistan’da Meriç’e çok yakın Dimetoka kasabasında Çavuşlu (Kyanni) Köyünden. 1955 yılında Meriç’ten Türkiye’ye geçmişler. Yunanistan İç Savaşı sırasında Türk köyleri genellikle ELAS’ı desteklemiş. Hatta gerillalara katılanlar olmuş. Tıpkı Mihri Belli’nin de Yunanistan’a gidip ELAS’a katılıp yaralandığı gibi.
“Eylül’le Büyümek”, Yunanistan İç Savaşı ile ülkemizin 12 Eylül sürecine ilişkin paralellikler kurmayı başarmış. Yunanistan İç Savaşı’nda Kralcılara karşı direnen ELAS’çılar (Andartlar) ile ülkemizde faşizme, emperyalizme karşı savaşan devrimcilerin yaşadıklarının ne kadar benzeştiğini de görüyoruz.
MACHUCA adında bir Şili filmi var. Bu film, Machuca ve Gonzalo adlı Şilili iki çocuğun etrafında Allende dönemini ve Pinochet’nin askeri faşist cuntasını anlatıyor. Machuca filminin önemli aktörlerinden biri de faşistlerin “kızıl” olarak değerlendirdiği, Katolik okul müdürü Peder McEnroe. Pinochet cuntası da, tıpkı 12 Mart ve 12 Eylül’de olduğu gibi tüm okulları da zapturapt altına alır. Görevinden alınan “kızıl” Peder McEnroe, okulda görev değişimi sırasında ziyarete geldiğinde “Artık burada Tanrı yoktur,” der. Şili’de Pinochet döneminde olduğu gibi, Türkiye, İspanya… Yunanistan’da da benzeri şeyler yaşanır. Sekiz milyon insanın yaşadığı Yunanistan’daki İç Savaş (1940-51) döneminde, 1 milyon insan yaşamını yitirir. Şili’de Peder McEnroe “Artık burada Tanrı yoktur” derken, “Kazancakis’in Kardeş Kavgası’ndaki papazın Allah’a yakarışındaki; “Sen gerçekten Tanrıysan, her şeysen, yarattıysan, kendini göster. Aşağıya gel ve bu zulmü durdur!” diye seslenişi yıllardır hafızamda kayıtlı durmakta.” (s.36)
Hafızamıza işlenen o kadar çok nokta var ki. 1968 sonrasında dünyaya örnek olabilecek anti-faşist, anti-emperyalist mücadeleyi yaşama geçiren devrimciler olarak, ne acı ki, bunu sanatsal anlamda yeterince dile getiremedik.
“Yunanistan’daki faşizmi, Albaylar Cuntası’nı anlatan kitaplar bütün dünyada hala okunuyor. Arjantin, Şili yine aynı… Yunanistan örneği bir Costa Gavras çıkaramadık.” (s.79)
Farklı ülkeleri incelediğimizde, yaşananların birbirine benzerliği dikkat çekici. Yunanistan İç Savaşı sonrasında Yunanistan çetelerinin cami yakmaları gibi, ülkemizde yaşanan Maraş, Çorum, Sivas, Malatya, Madımak’lar ne kadar benzeşik. H.Yavuz, sanırım bundan dolayı, Yunanistan ile Türkiye’yi, “Suyun iki yakasının Eylül’ü” olarak tanımlıyor.
1979 yılında, 14 yaşında mücadeleye katılan Hüseyin Yavuz, 15 yaşındayken yaralanarak ele geçirilir. 1 yıl önce abisinin yaşadıklarının aynısını yaşar. İnsan yaşamının önemsizleştiği bir dönemde yaralanarak yakalanmış. H.Yavuz, daha önce kendisi gibi yaralanan yoldaşının şekerpareyle iyileştiğini düşünecek kadar, “devrimci bir çocuk”tur.
“Kurşun yarasıyla yattığı hastane odasında şekerpare yerse iyileşeceğini sanacak kadar çocuk, yaralarına acımasızca parmak sokulacak kadar büyüktür.” (H.Irmak, Arka Kapak)
Hüseyin Yavuz, 15 yaşında “devrimci bir çocuk” olarak cezaevine geldiğinde, kendisinden üç-beş yaş daha büyük “abileri” ile aynı koğuşlarda kaldı. Yaşı aldığı idam cezasının infaz edilemeyeceği kadar küçük olsa da, mücadele cephesinde gönüllü olarak üstlendiklerinin ağırlığını kaldırabilecek kadar büyümüştü. O da 12 Eylül zindanlarının omuzlarına yüklediği tonlarca yükü kaldırmayı başardı.
Yaralı yakalandığında, H.Yavuz’un ailesi ondan haftalar boyunca haber alamaz. Tutuklandığında “YOL”una gittiği abisinin kaldığı koğuşa verilir. ‘Öldürülüp bir köşeye atıldığını’ düşünen babası büyük oğlu Ali’yi ziyarete gittiği cezaevi görüş kabininde, sürpriz bir şekilde küçük oğlunu karşısında görünce ilk tepkisi şu olur: “Nerdesin sen eşşoğleşek!”
12 Eylül cuntası sonrasında arkadaşı Ekrem ile birlikte yaşadığı anısı takdir edilmeli.
“Askerlerin arasından geçerek yakındaki caminin önüne gittik. Cemaat namazdan çıkınca içeri girdik. İmamı ikna etmemiz zor olmadı. Caminin hoparlöründen:
“Halkımız, size zorla sildirdikleri o yazılar sizin kurtuluşunuzun şiarıdır. Bizler devrimciler olarak size söz veriyoruz. Yazmaya devam edeceğiz! Tek yol devrim!..
“Böylece 12 Eylül’e karşı ilk bildirimizi camiden okumuştuk. Gülüşerek kaçtık.
“Eylül’de hep onların bildirileri okunmadı ya.” (s.60)
12 Eylül cuntası sabahı H.Yavuz’un babası gülerek, “Yatarak mı devrim yapacaksınız,” demiş. Devrimciler yan gelip yatarak devrim yapılamayacağının bilincindeydi.
H.Yavuz sadece tutukluluk öncesi yaşadıklarını değil, 1987 yılına kadar tutsak kaldığı cezaevlerinde yaşadıklarını da aktarmış. Anıları derslerle dolu. Cezaevindeki Gandhi Dayı’sının, “Biz büyüttük be ya,” dediği H.Yavuz:
“Anlattıklarımdan cezaevlerinde çok mutlu olduğum gibi bir sonuç çıkartanlar olabilir.
“Haklılar da… Oradaki insanların direnişi, mücadelesi hiç bir yerde görülmeyen bir şeydi.
“İnançları için ölen insanları orada tanıdım.
“Evlatları için canla başla çırpınan insanları orada tanıdım.” ( s.67)
Dışarıda katledilen yoldaşları gibi, cezaevi direnişlerinde, ölüm orucunda aramızdan ayrılan Hasan Telci’nin yanısıra, aramızdan fiziken ayrılan Sadettin Güven, Celalettin Ali Güler… gibi nice yoldaşlarımızı da bizimle buluşturmuş. Onlarla yaşadıklarını okurken çok duygulandık, gözlerimiz yaşardı.12 Eylül cezaevlerinde yaşananları özlemle anan H.Yavuz, bir sitemini de dile getiriyor:
“Savaşma kararı aldık,” diye bize örgüt kararını iletenler daha sonra Özal’ın prens ve prensesleri olarak devlet içinde önemli görevlere gelmişti.” (s.73)
Bu acı gerçek, yenilgi dönemlerinin karakter(sizliğ)i. Yenilgi ortamında sağa savrulanlar devletin prensleri, prensesleri haline geldikten sonra, eski yoldaşlarını sigortasız çalıştırmaktan, ücretlerini ve kıdem tazminatlarını ödememeye kadar, her türlü patron kazığını atmayı, en doğal hakları olarak görebildiler.
Dışarı çıktığında ise, bu mücadeleye girerken ilk kez silah tutmasına sebep olan insanlardan birinin (fabrika sahibi olmuş- H.Y.) yanında çalışmaya başladığında sigorta yaptırılmasını isteyince, şu yanıtı almış: “Mücadele ederken sigortamız mı vardı?”
H.Yavuz’un “Eylül’le Büyümek”te yazdığı gibi, “Devrimi yapamadık. Gelecek kuşaklar bize ne derse desin. Biz o kuşaklarla, sadece yaptıklarımızın coşkusunu yaşadık. Yapamadıklarımıza ise hiç ağlamadık.”
“H.Yavuz, anne ve babasının anlattığı Yunanistan anılarıyla ülkemizde yaşanan 1970 sonrası gelişmeleri, bütün duyarlılığıyla dile getirmeyi başarmış.
“Birebir yaşanmış mücadele tarihlerinin hepsinde temel unsur güven,” diyen H.Yavuz, 12 Eylül 1980 askeri faşist cuntası sonrasındaki yıllarda bu ivmenin büyütülememesine ilişkin şunu yazmış:
“Toprak zehirlenince hiçbir şey vermez… Oysaki seksenden sonra oluşan güvensizlik, kaypaklık ve korku ortamı tıpkı toprağın zehirlenmesi gibi yeni kuşakların yetişmesini önledi.” (s.25)
Toprakların yine organik ortam ve yaratılacak güvenle yüz binleri, milyonları kucaklayacağı ivmeyi yaratması ortak dileğimiz.
Güvensizliğin, kaypaklığın ve korku ortamının yarattığı zehirlenme son bulduğunda, Eylül’le büyüyenlerin idealleri yaşam bulacaktır. Son olarak şunu söyleyebiliriz:
“Eylül’ün hiçbir acısı, bizim özgürlüğümüzü ve gülüşümüzü solduramadı.” (s.77)