ALTIN
DOLAR
EURO
BIST
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Hatay °C

Günün Hikayesi | Suyla Konuşan Kadın | Ayşe Kaygusuz Şimşek

Günün Hikayesi | Suyla Konuşan Kadın | Ayşe Kaygusuz Şimşek

Her sabah kurulu bir saat gibi kalkıyor babaannem. Bir şeyler mırıldanıyor dudaklarının arasında. Aynı odada yatıyoruz. Beni uyanmasın diye belleğinden dilinin ucuna dökülenleri yutuyor olmalı. Doğruca lavaboya gidiyor. Musluğu açıp konuşmaya başlıyor. Ben de arkasından gidiyor, kulağımı kapıya dayıyorum.

“Allah’ım beni sınadığın yeter! Dayak yedim.  Varlığı, yokluğu gördüm. Evlat acısına baktım! Emme artık dayanamıyom. Yeter Allah’ım, yeter!”

Babaannemin ağzından yalvarır gibi çıkan sözleri bıçak gibi saplanmıştı içime. Önceleri rüyalarını anlatır gibi gelirdi bana. Ya da sabahları, gece gördüğümüz rüyayı anlattığımız da, “Rüyanızı suya söyleyin yavrum, alıp götürsün” derdi de, ben de onun için rüyasını suya anlattığını düşünürdüm. Oysa son zamanlarda hep aynı şeyleri tekrar ettiğini duyuyorum. Babaannem kimseyle konuşmadığı için mi suyla konuşuyordu? İçine sığdıramadığı şeyler mi vardı? Taşıyamadığı şeyleri suya mı boşaltıyordu?  Kafamda bir yığın soru işaretiyle şimdi babaannemi düşünüyorum. Her an, her yerde aklımda!..

Babamın yolda olduğu gecelerde yatağından doğrulup, doğrulup, perdenin ibiğini kaldırıp bakıyor pencereden. Gece o saatte gelmeyeceğini bildiği halde bakıyor. Yatağı pencerenin önünde… Babam, uzun yol otobüs şoförü. Amcam da uzun yol otobüs şoförüydü. İstanbul’da otobüsteyken, geçirdiği kalp krizi sonucu hayatını kaybetti…

Babamın yoldan geldiği günlerdeyse erkenden kalkıp yatağın içine oturuyor. Babam daha içeri girer girmez, “Geldin mi yavrum!” diyor. Babam da, gece gündüz hep açık duran kapımızdan doğruca odamıza girip sarılıyorlar… Hiç kimse böyle sarılmaz, biliyorum.

Bir gün amcamın karısı, yani babaannemin büyük gelini, bize gelmişti. Babaannem çok sevinçli görünüyor ama belli etmemeye çalışıyordu sanki.  Yengem babaanneme sorular soruyor, onu dinliyor. Gözlerinin içine bakıyor, gülümsüyor.  Ama bazen yüzünde buruşuk bir gülümseme de oluyor, işte bunu anlayamıyorum. Gerçekten gülümseme mi, başka bir şey mi bilmiyorum. Böyle ağlayacak gibi bir şey… Bildiğim, anladığım bir şey varsa, o da babaannem, yengemi seviyor. Yengem “Anne!” diyor babaanneme.  Benim annemse yani küçük oğlunun karısı, “Sultan!” diyor. Babaannemin adı, Sultan değil. Babaannemi Adile Naşit’e benzettikleri için mahalledeki kadınlar koydu ona Sultan adını.

Babaannemle yengemi kıskandım mı bilmiyorum, belki de ‘ne konuşuyorlar’ diye merak ettim, ben de sokuldum yanlarına. On üç yaşımı bitirmek üzereyim, bazı şeyleri artık anlıyorum galiba. “Yenge” dedim. “Söyle Mustafam” dedi. “Babaannemi çok seviyorsun sen”, dedim. “Sevilmez mi, babaannen benim acımın ortağı! Hem babaannen güzel ahlaklı, iyi biri; mesela sorayım sana, babaannen evde yaşadıklarını baban eve geldiğinde anlatır mı? Annenin dedikodusunu yaparken hiç duydun mu?”

Hakikaten duymamıştım ama bunu ancak şimdi düşünebiliyordum. Annem bağırıp çağırdığında, “Konuş yavrum konuş”, der bırakır dışarı çıkar, sokakta bir uçtan bir uca gider, geri eve gelir odasına girer, yatağının üstünde saatlerce, sessizce otururdu. Hava iyi olduğu zaman bazen de elini yüzüne kor, merdivenin başına otururdu. Babaannemin üzüldüğünü bilirdim de, pek ciddiye almazdım. ‘Sen üzülme, boş ver babaanne’, der öperdim.

“He yenge, hiç görmedim vallaha” dedim. “Görmezsin tabi” dedi yengem. “Köyde, aynı evin içinde on dört yıl birlikte yaşadık babaannenle. İkimiz de yaşadıklarımızı amcana yansıtmadık. Bir atasözü var. ‘Kap kaba değer tıngırdar’ diye. Bizim de tartışmalarımız olmuştur elbet,  daha çok işe gücümüz yetmediği zamanlarda.  Amcan çalışmaya giderdi de, bütün işler ikimize kalırdı. Eksiklerimiz, yanlışlarımız da olmuştur, ama biz birbirimizin gönlünü almadan hiç oturmadık sofraya. Mustafam yani, babaannen hiçbir zaman kaynana olmadı!” Bu ne demekti şimdi. Kaynana olmak nasıl bir şeydi, bunu da yeni düşünüyordum. Yengem ne çok düşündürmüştü beni. Anladım ki daha çok şey öğrenecektim, beni seven bu iki kadından.

“Hem sen de seviyon babaanneni, ama biraz daha tanısan, daha çok seversin.” “Nasıl yani, ben tanımıyor muyum” dedim. Babaannem elini yüzüne dirseklemiş sessizce bizi dinliyordu. “Anne, anlatsana bize, nasıl yaşadığını” dedi yengem. Kısa boylu, buğday tenli, kınalı saçlı, kiraz gibi dudağının üstünde küçük, toparlak burnu olan, kısık gözlerini perdeleyen gözkapaklarıyla, kısa çatık kaşlıbabaannem, biraz sessizce bekledi, sonra başladı konuşmaya.

“On dört yaşında bile yoktum evlendirildiğimde. İlk gece uyuya kalmışız, kapıya vurmalarına uyanmayınca, pencereye merdiven kurmuşlar da camdan girdiler içeri. Daha nası oturulup, kalkılacağını bilmiyom. Gelinlik yapmaya çalışıyom kapıların arkasında, ayakta, bekle Allah bekle. Kalabalık bi ev. Kaynana, kaynata, dört dene bekâr görümce, bi de kaynım var. Ahırda mal da çok, tarla işleri de var; benim gücüm yetmiyo.  Çok dayağını yedim dedenizin. Bazı zamanlar Hasan’la Mıstık deden çalışmaya giderdi. Mıstık deden bacılarının okul önlüklerini, defterini, kalemini, giysilerini, inciklerini, boncuklarını alırdı. Üç bacısı da öyle okudu, öyle hazırladı çeyizlerini. Kızların bütün yükünü Mıstık dedenle ben çektim. Babalarından saklı alırdık bütün ihtiyaçlarını…

Sonra kızlar evlenmeye başladılar.Kaynım da evlendi.  O arada benim de çocuklarım oldu. Ahırda mal çok olduğu zaman kaynım Hasan, yalnız giderdi traktörle çalışmaya; giderdi de, gelirken karısına kuruyemişler, poşular, çoraplar, kazaklar getirirdi. Gerçi dedenle gittiği zaman da aynı şeyi yapardı. Kazakları, poşuları, çorapları, “Abam aldı” diye çıkarır giyerdi karısı. Biz bilirdik yalan söylediğini ama sesimizi çıkaramazdık. Tarlaya çapaya giderdik. Tırpan biçmeye giderdik, giderken eltimle kızı önden gider, biz de Nezegül halanla onların arkalarından yürürdük. Önümüz sıra fındığın, fıstığın, cevizin kabuklarını dökerlerdi. Onlar yemiş yiyerek, biz de kabuklarına bakarak giderdik. Kışlık etlik keser, kıyma, sucuk yapardık. Yemeklerin içinde bizim kaşığımıza bir parça et ya gelir ya gelmezdi, ama kaynıma, küçük tavada kıyma, sucuk, yumurta özel pişerdi. Evin bir tek oğlu vardı sanki o da Hasan’dı. O bizim yediğimizi yemez, anasından isterdi canı ne çekerse. Hasan derebeyi gibiydi. Babasının yanında her şeyi konuşabilir, istediği gibi davranırdı. Biz dedenle o evin ahırcısı, hizmetçisi gibiydik. Her şeyi görür, bilirdik de yine de konuşamazdık. Ben zaten konuşmazdım da Mıstık deden de bir şey söyleyecek olsa, olmadık azar işitirdi; babasından, kardaşından. Sonra kaynanam öldü. Kaynatam daha bi çekilmez oldu. Her şeye rağmen kaynanam biraz olsun iyiydi. Bazı haksızlıkları görüyor, biliyor, “Ahmeet!” diyordu.

Hasan, anası ölmeden karısını, çocuklarını alıp Zile’deki eve yerleşmişti. Bizim beslediğimiz, bir kamyon dolusu malı satıp parasıyla Zile’ye ev yapmıştık. Onların çalışıp kazandığı hep onların oldu; bizim çalışıp kazandığımız da gene hep onların oldu.

Bahar gelince yaylaya gidiyoduk. Hem yazı yaban, hem yayla zor oluyodu.  Sonbaharda da köye iniyoduk. Büyük küleklerinen yağlarını, peynirlerini ediyodum. Pekmezlerini, tarhanalarını, salçalarını, bulgur, düvü her şeylerini ediyodum. Nohut, mercimek, yarma, aklına ne gelirse hepsi köyden gidiyodu. Kışlık yakacak odunlarını da gönderiyoduk. Her hafta bi tekne ekmek pişirip gönderiyodum. Hayatım boyunca onlara köle oldum da kendi çocuğuma iki ekmeği koyamadım! Ben nasıl anayım ki?”

Sessizce dinlerken tam burada, babaannemin uzunca bir iç çekişinde hemen araya girdim. “Ne ekmeği, kime ekmek koyamadın babaanne” dedim. Babaannem yüzünü yengeme döndü. Gözlerinin içine baktı. Sonra başını öne eğdi.

“Bayram amcan iflas etmişti. Zor zamanlar geçiriyolardı. Bir gün Turhal’dan köye geldiler. Ben, nasılsın yavrum diyemedim. Al şu elli, yüz lirayı harçlık et, diyemedim. Bunları diyemediğim gibi Turhal’a geri dönerken tarlamızdan, evimizden, teknemizden çıkan iki ekmeği bile veremedim aha bu yavrumun eline. Varınca yersiniz yavrum, diyemedim. İki ekmek, benim yoğurup pişirdiğim iki ekmek!”

Babaannem üzülüyordu. Gözünden yüzüne doğru bisüyem yaş süzüldü. Yengem de üzülüyordu, o acı gülümsemesi yine yüzündeydi. “Aman anne, boş ver üzülme” dedi yengem. Babaannemin ellerine sarıldı. Yüzlerini öptü. “Üzülme, üzülme anne! Kardaş hakkını kim yiyebilmiş ki Hasan yesin! Yedi mi, yiyemedi! Üzülme”,  dedi yengem tekrar. Babaannem sustu, bir daha hiç konuşmadı… Bu kez yengemi düşündüm hep. Bu iki kadın birbirine mi benziyordu?

Bir iki yıl önce taşınmıştık Zile’ye. Zile’nin köyden tek farkı pazar yeri ve kaymakamlık olmasıydı. Bir de annem rahat etmişti. Bahar gelince kadınlar kapı önlerine kümelenir, semaver kaynatır, Tokat’ın o meşhur bat’ından yapar yerlerdi. En çok da yaz aylarında bir araya gelir, oturmak için ağaç gölgesi ararlardı. Bizim kapının önündeki küçük bahçe, kadınların arayıp bulamadığı güzellikteydi. Onun için hep bizim kapının önünde toplanırlardı. Babaannem kadınların içine karışmaz, kenarda boy salan küçük çam ağacına sırtını verirdi. Bir gün okuldan eve dönerken, tam merdivenleri çıkıyorum, annem yengemin adını söylüyordu; olduğum yerde duraladım. Annem, öz annem, yengemin dedikodusunu yapıyordu. Babaanneme baktım, sıkıntılı, üzgün, sessiz. “Annee” diye bağırdım. Altı yedi kadın vardı. Hepsi de birden bana baktı.

“Utanmıyor musun yengemin dedikodusunu yapmaya. Yengem senin adını ağzına alıyor mu?  Bi lafını, sözünü duydun mu? Seni babama diyeceğim”, dedim. Annem boşta duran terliğini kaptığı gibi küfür ederek fırladı üzerime. Ben durur muyum, sokağa doğru kaçtım. Babaannemin gülümsediğini fark ettim o sırada. “Oğlan ardını yerim senin, ardını.”

Köydeki evimizi, oradaki yaşantımızı biliyorum. Amcam öldüğünde biz köyde oturuyorduk.  Amcamlar da birkaç yıl önce Turhal’a taşınmışlardı. Amcamın cenazesini köye getirdiler. Amcam beni çok severdi, çook. Hatta yengem bir seferinde bize gelirken getirdiği pantolonu, “Bayram emmin gönderdi bunu sana” deyip vermişti. “Emmisinin sevdiği, bi tanesi” diye saçlarımı okşamış, öpmüştü beni. Ölmüş amcam bana paltolun göndermiş. Ben de inanmıştım herhalde, sorgulayamamış, çok da duygulanmıştım.

Amcam öldükten sonra yengem çocuklarını alıp Ankara’ya gitmişti. Niye köyde, Zile’de ya da Turhal’da kalmamıştı bilmiyorum. Ama yengem çocuklarını kimseye muhtaç etmemişti. Bunu biliyordum. Çünkü babamı arayıp bir şey istememişti. En yakını bizdik, arasa bizi arardı. Yengem ekmek yapıp satıyormuş, öyle duydum. Babaannem yanına gitmişti birkaç kez. Ama babamı çok özlediği için üç beş ay kaldıktan sonra geri dönmüştü her seferinde.

Yengem bir keresinde de gece saat birde gelmişti, babaannem hastanedeyken. Çarşının ortasında inmiş, gecenin o saatinde doğru hastaneye gitmişti. “Anne!” diye içeri girince yengemi babaannemin kızı sanmışlardı. Babamı arayıp, “Gel teyzemi götür kardaşım, ben geldim, hastanedeyim.” demişti. O zaman babaannemin yanında kız kardeşi yani büyük teyzemiz vardı. O gecenin sabahı hastaneye gittiğimde babaannemi eli, yüzü pırıl pırıl gördüm. Yengem, bütün vücudunu silmiş, sabunlu, ıslak yemeniyle. Tırnaklarını kesmiş, saçlarını taramış. İki üç gün sonra babaannem hastaneden çıktı, yengem de Ankara’ya döndü.

O günden sonra her eve girip çıktığımda babaanneme sarıldım, öptüm. Anne, baba, koca ve iki evladının ölümünü görmüş, koynunda büyüdüğüm bu kadını daha çok sevdim. İki evlat diyorum; kalp krizinden,kırk iki yaşında ölen Bayram amcamdan başka bir de Hayrettin amcam varmış. Evin mallarını otlatırmış. Yani evin çobanıymış. Çok sigara içermiş. Hiç evlenmemiş. O da kırk, kırk beş yaşları arasında ölmüş. Ben de hiç tanımadım ama babaanneme sorar, ondan dinlerdim. Aklıma takılan her şeyi sordum ondan sonra.

Aradan aylar geçmişti. Babaannem daha bir kabuğuna çekilir gibi odasına, yatağına çekilmişti. Yemek yemeyi de azaltmıştı. Artık suyla da konuşmuyor,pencereden de bakmıyordu. “Babaanne” dedim. “yengem gelse, değil mi?” “Ya yavrum, yengen gelse! Gelse ne iyi olur!” dedi. Yengem telefon ediyordu. “Geleceğim. Arife günü Zile’deyim” diyordu.“Canım gidiyo ama ancak o gün çıkabilirim yola”, diyordu. Şeker Bayramı yaklaşıyordu. Babaannem dört gözle bekledi o günü.

Yengem sabah yola çıkacak, kızı Esin ablam hastalanıyor gece. Acile götürüyorlar. Sabaha kadar müşahede altında tutuyor, serum filan veriyorlar. Yengem telefon edip anlatıyor durumlarını. “Daha bi teşhis koyamadılar ama duruma bakılırsa ciddi”, diyor. Ertesi gün tekrar arıyor yengem, “Esin’i ameliyata aldılar, apandis patlamış…” Babam, anneme söylemeyin, üzülür” diyor. Yengem acilin kapısında, sandalyelerin üzerinde sabahlıyor iki, üç gece.

Babaannem soruyor. “Yengen nerde kaldı Mustafa?” Söyleyemiyorum, babam tembih etti, ama babaannem yine üzülüyor. Yengem! Babaanneme arkadaş, yoldaş olan kadın! Babaannemin deyimiyle, “yavrumun yuvasını dağıtmayan, benim yapamadıklarımı yapan”, kadın.Evladının yerine koyduğu oğul!

Yengem bi gelse, babaannem iyileşecek. Yataktan çıkacak… Esin ablamın hastaneden çıktığı gün, sabaha karşı babaannemin soluğu duruyor. O kalabalıkta Ali dayım arıyor yengemi. Ali dayım daha kendini tanıtır tanıtmaz, “Aliii” diyor yengem. “He yenge, Hayriye nine…” diyor dayım. Aylardan Aralık. 14 Aralık 2010, hava soğuk, kar serpiştiriyor. Köye gidiyoruz, babaannem önümüzde biz arkasında. Uzun bi konvoy. “Beklemeyelim”, diyor erkekler, “Kar dolduracak her yeri.”“Mezarlıktakiler de üşüdü.” “Günler kısa…”.Taşıyla örülüp, çamuruyla karıldığı bu doksan yıllık ahşap, çardak evin odasına açılan bir yer yatakta, ancak bir saat kaldıktan sonra geri çıkartılıyor babaannem.

Yengem geliyor. “Anneeemm!” diyor, iki dağın arasında yankılanarak çıkan ses gibi. “Niye beklemediniz, niye?” Bir süre sonra susuyor yengem. En büyük, en derin suskunluğuna bürünüyor. Herkes konuşuyor, herkes bir şey anlatıyor, herkes başsağlığı diliyor, ama yengem, hiç kimseyi duymuyor. Kalabalıktan çok uzakta!

Zile’den ve çevre köylerden gelenler evlerine dönüyor. Biz de döneceğiz. Babam, tahta divanın kıyısında, elini yüzüne dirseklemiş,  yığma toprak gibi oturan yengeme yaklaşıp, “Gelenler dağılıyo, biz de gidelim yenge” diyor.

“Yok”diyor yengem, “ben burda kalacağım.”

“Soğuk evde ne yapacaksın, biz, hepimiz dönüyok.”

“Siz gidin, ben burda kalacağım, evimde!” Herkes çekiliyor. Üç erkek kardeşin tek bacısı, Nezegül halam sarılıyor yengeme, “Ah gelin bacıımm!”…

Büyük dedem Kör Ahmet, büyük ninem Emine, dedem Mustafa –Mıstık onbaşı derler-,  amcalarım Hayrettin ve Bayram, büyük halam Elmas ve babaannem Şerife Hayriye Şimşek’in çıktığı bu evde, hepsinin ölümüne tanık olan yengem; büyük evin, büyük gelini! Kapıyı ardından sürgüleyip yalnız, tek başına…

(Kaynana Şekeri)

 

 

Ayşe Kaygusuz Şimşek
Ayşe Kaygusuz Şimşek
Ayşe Kaygusuz Şimşek Kimdir? Tokat’ın Zile ilçesinin Çayır Köyü’nde doğdum. Babam, Turhal Şeker Fabrikası’nda işe başlayınca ailem ile Turhal’a yerleştim. İlkokulu ve ortaokulu burada okudum. 1980 Askeri Darbesi olunca okul hayatım bitti. 1981’de görücü usulüyle evlenip, Artova’nın Tanyeli Köyü’ne gelin gittim. Yolu, suyu, elektriği olmayan bir köydü. On üç yıl orada yaşadım, çiftçilik ve besicilik yaptım aile ile birlikte. Evlendiğim ilk yıldan itibaren günlük tutmaya orada başladım. Evliliğimden iki oğlum bir kızım oldu. 1995’in Ağustos ayında, eşinim işi dolayısıyla Turhal’a yerleştik. 1999’da, Tokat’ta Açık Öğretim Lisesi’ne kaydoldum. Ben henüz liseyi bitiremeden, Aralık 2002 içinde eşim hayata gözlerini kapattı. Uzun yol şoförüydü, kalp krizi geçirdi… O dönemde evli olan oğlum Turhal’da kaldı, diğer iki çocuğumla 2003’ün Şubat ayında Ankara’ya taşındım. Üç ay kadar halamızın yanında kaldık. Hem liseye devam ettim, hem de hayatımı kazanmaya çalıştım. Önceleri, Hüseyin Gazi’nin tarlalarından, bahçelerinden zerzavat toplayıp pazarlarda sattım. Unlu mamuller üretip satarak hayatımı kazandım. Bazlama, gözleme yapardı halam, ben de ona yardım ediyordum. Üç ay sonra kiraya çıktım. Kendim bazlama, gözleme, yufka, erişte, tarhana yapmaya başladım. Altı yıl sürdü bu işim. Lise eğitimimi 2003’te tamamladım. Üniversite de okumak istiyordum, ama bu hemen olamadı. Birgün gazetesinden Ali Rıza Cihan Abim gazetelerin üniversiteye hazırlık sorularını biriktiriyor, ben de üç günde bi gidip alıyordum onları. O soruları çözerek hazırlandım sınava. 2006’da, Anadolu Üniversitesi İktisat Fakültesi Çalışma Ekonomisi ve Endüstüri İlişkiler Bölümü’ne başladım. İkinci sınıftan sonra beş yıl ara verdim. 2015’te tekrar geri döndüm ve 2018 güz dönemi mezunları arasında yer aldım. Şimdi yüksek lisansa başvuru yaptım ve ikinci üniversite için ön kayıt yaptırdım. Dört torunum var ve yaşantımı Ankara’da devam ettirmekteyim.
YAZARA AİT TÜM YAZILAR
BİR YORUM YAZIN
ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.