ALTIN
DOLAR
EURO
BIST
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Hatay °C

Günün Hikayesi | Şerife | Zeynep Mete Uçak

06.11.2021
562
A+
A-
Günün Hikayesi | Şerife | Zeynep Mete Uçak

Bu görsel boş bir alt niteliğe sahip; dosya adı Necdet-Arslan-Yazar-Saiir-edebiyatci-5u7b-555gbbb-1.jpg

Sene 1900 bir bahar sabahı açtı gözlerini dünyaya küçük bir köyde küçük bir evde.
Sene 2000 bir bahar sabahı açtı gözlerini dünyaya büyük şehirde büyükçe bir evde.

Şerife, Şerife’ ye arkadaşlık yaptı. Hayali arkadaş dediler her seferinde.

Kapısının önünde çamurdan yaptığı kaplarla beraber oynadılar.

Seneden yaşlı Şerife savaşların içinde,  toprağına el koymak isteyenlerle ve o toprağı canı pahasına kurtarmak için el ele vermiş bir milletle baktı hayata.

Milenyum çağında yaşamına başlayan Şerife, hayvan haklarından başlayıp, insan haklarıyla yoğruldu aile içinde.

Her ikisinin de kaderleri bağlıydı birbirine.

İlk tarlada görmüştü Memed’i yüreği kırlangıç misali göğsüne çarpıyordu hızlı kanat sesleriyle.
Memed de vurulmuştu ona daha on yedi yaşında. Kısacık ömründe gördüğü en güzel kızdı Şerife. Oyalı mavi tülbendinin altına ne kadar toplamaya çalışsa da asi siyah saçları, sırtından yol etmişler aşağıya. Renk renk çiçekli iğne oyasının altında, uzun kıvrık kirpikleri birer muhafız gibi korumaya çalışıyorlardı yaprak yeşili gözleri.
Hoca nikâhlarını kıydığında her ikisi de istiyorum dediler bakmadan etraflarında ki savaşlara…

Eline tarağını aldı, aynanın karşısında uzun simsiyah saçlarını geçirdi tarağın dişlerine. Biraz hırpalayarak biraz okşayarak aşağı doğru kaydırdı. Her darbede biraz daha açılıyordu gece mavisi saçlar. Gözleri aynaya takıldı. Aynadaki suretinde bir Şerife daha vardı sanki!  Ondan bağımsız, ondan ayrı. Karşısında duran Şerife az daha yorgun, yüzündeki çizgiler daha belirgin. Yalnız daha asil, başı daha dik duruyordu. Dikkatlice baktı suretine, gözleri hırçın, dudakları iki tarafı keskin bıçağa benziyordu. Her an herkesi kesebilirdi iki lafı. Çocukluğundan beri gördüğü diğer Şerife halisünasyon muydu?

 Bazen hareketleri birleşiyordu, bazen fikirleri.
Şerife içinde durum farksız değildi hani. Gün oluyordu diğer Şerife yapıyordu yemeği, gün oluyordu beraber oduna gidiyorlardı. Ve günlerce gelmiyordu Şerife.

Of dedi içinden ne saçmalıyorum ben. O benim ben de o. Lastik tokasını aldı bağladı tellerin her birini. Atkuyruğunu da geçirdi hip hop şapkasının içinden.
Daha lisedeyken başladığı yazıları ses getirmeye başlamıştı. Yaz tatillerinde geldiği köy, gördüğü her kadın, her çocuk her ev kahramanı oluyordu öykülerinin.

Öğlen sıcağının tepelerine tepelerine balyoz gibi indiği bir aralıkta görmüştü onu.
Beyaz gömleğin altına, buz mavisi pantolon giymişti. El kol hareketleriyle bir şeyler anlatıyordu etrafında ki çavuşlara. Güneş bütün işçileri perişan etmiş ona değmemişti. Ne bir ter izi vardı gömleğinde, ne de yüzünü ekşiten bir kırışıklık suratında. Ona surat demek hakaret olurdu. Kumral saçları öyle taranmış ki tek bir tel, üst üste gelmemiş gibi, burun bir erkeğe göre varla yok arası fazla düzgün. Dudaklar nasıl da yakışmış karemsi çehresine ve bal rengi gözleri güneşle beraber sarı sarı ışıldıyordu ruhuna. Hikâyelerinden fırlamış bu karakterle göz göze geldiler, o an ki, saatler gibi geldi hem Şerife’ye hem Mehmet’e…
Birbirlerinin gözlerinde kayboldular sadece bir anlığına.

1916 yılında Rusların Erzurum’u ve Muş’u işgal etmeleri üzerine askere çağrılan Memed, bir daha geri dönmedi.

Ağıt yakmak yakışmazdı Türk kadınına. Her biri hazine olan gözyaşlarını içine akıttı. Ağlanır mıydı?  Hele de vatan toprağını sulamışken kanıyla Memed’i.

Bakışmalarla başlayan, ufak konuşmalarla, kısa flörtlerle devam eden sevdası, üniversitedeyken de devam etmişti. İki yıl sonunda da evlilikle taçlanmıştı. Şerife yazıyordu bir aktivist olarak, bazen cinayete kurban giden kadın oluyordu. Bazen tecavüze uğrayan çocuk.  Bazen de yerde tekmelenen kedi, arabanın arkasına bağlanıp sürüklenen köpek oluyordu, nitekim yazıyordu Şerife.

Şerife hâlâ hayatına giriyordu. Onun derdi bir başkaydı, hissediyordu bunu, sol kısmında. Küçük bir kulübede açıyordu gözünü, yavaşça kalkıyordu yün döşekten, bastığı tahtalar gıcırdayarak kaçıyordu ayaklarının altından. Tezgâhın üstüne dizilmiş tertemiz birkaç kap duruyordu gülümseyerek. Altına lastikle tutturulmuş kırmızı çiçekli basma kapatıyordu ardına gizlediklerini. Kapıya yaklaştığında açıyordu gözlerini nefes nefese.
Mehmet her seferinde soruyordu kalbinin üstüne elini koyarak “Yok bir şey” diyebiliyordu sadece.

Tazecik yaşında dul kalmıştı Şerife, üstünden çok zaman geçmeden verdiler onu 1.Dünya Savaşında gazi olan Topal Yusuf’a. Yüreği yangın yeri de bir şeycikler diyemedi köyün yaşlılarına.

Doğum iyice yaklaşmıştı, içinde baba ocağına gitmek için bir özlem, bir vuslat ateşi yanıyordu. Mehmet onun ısrarlarına daha fazla dayanamadı. Çıktılar yola, Seydiler’e vardıklarında gün bitiyordu. Yoldayken kasıklarına giren ağrı ara ara sırtını zonklatıyordu. Buna rağmen sesini çıkarmıyordu, Mehmet geri döner korkusuyla. Neydi onu böylesine çeken koku, ses, rüya. Ana baba özlemi olmadığı besbelliydi.
Ani bir refleksle “dur” dedi Mehmet’e. Mehmet korkuyla irkildi gözleri fal taşı, bakıyordu Şerife’ye. ” İşte rüyalarımda gördüğüm kulübe!”
Arabayı sağda ki dar patika yoluna çevirdi Mehmet. Yarı harabe olan kulübenin önüne geldiklerinde bir sancı daha geldi, bu sefer ki uzunca. Kapının eşiğinde bekledi, Mehmet’in meraklı bakışlarında. Ahşap kapının yıpranmış aralıklarından bakıyordu şimdi geçmişe.
Şerife haykırıyordu “yandım anamm”
Başında iki kadın birisi eğilmiş, diğeri telaşlı “az daha sabır kızım, az sabır” Şerife’nin alnından akan kristalleşmiş tuz taneleri genzini yakıyordu. Sırtından kasıklarına kadar ince ince hissediyordu Şerife’yi. Her haykırışında ince bir sıvı, derin bir sızı iniyor bacaklarından aşağıya. Mehmet heyecanla tutuyor karısının belini. Şerife otlarla sarmaş dolaş olan, Topal Yusuf’a a bakıyor. Bir aşağı bir yukarı tek ayak, tek göz ve bacağının yerine koyduğu bastonla yürümeye çalışıyor bahçenin etrafını. İçeriden çıkan beyaz tülbentli kadın müjde diyor bir kızın oldu…
En son sevinç gözyaşlarını görüyor Şerife’nin.

Uyandığında yanında ki pusette yatıyordu minik bebeği. Başında Mehmet yanında anacığı vardı. Ne ara gelmişlerdi hastaneye? Genel anestezi ile almışlar bebeği. Lakin bütün sancıyı çekmişti, inim inim inletmişti onu minik Elif’i.

Henüz Elif ayaklanmamıştı. Yurdun her köşesinde yükselen bin ah , O ahları dindirmeye çalışan, bir avuç insan ve başlarında Mustafa Kemal denilen bir melek vardı.

O kara kış gecesinde muhtar köy odasına topladığı köylülere sesleniyordu. “Efendiler, Ankara’da açılan yeni Meclis ve yeni hükümet Anodulu muza saldıran Yunan gâvuruna son darbeyi vurmak için yıl boyunca hazırlık yapmış. Hatırlarsanız iki ay önce köyümüze gelen M.Akif ne demişti? “Bu milletin hayat hakkı ve varlığını sürdürme konusunda üstünüze düşen bir vazife olursa, asla tereddüt etmeyiniz. Vatanımıza sahip çıkmak için gerekirse her birimiz bu toprağın koynuna girmeliyiz ki bu vatan, bu toprak, bu millet bizimdir diyebilelim.’’ Komşular uzun lafın kısası, deniz yoluyla İnebolu’ya getirilen cephane ve top mermilerinin Ankara’ya taşınması için çevre köylere ve bizlere görev verilmiştir. Adına ister imece ister salma deyin. Bu vatan için, ister kalkın öküzleri arabalara bağlayın, isterse sırtınızda taşıyın bu vazife muhakkak icra edilecektir.”

Bu sabah içinde sıkıntıyla uyandı. Bütün gece Elif bebeğin huzursuzluğu sarmıştı evin dört yanını. Ocağa çay suyunu koyunca aklına acı bir kahve yapmak geldi. Son yazdığı yazı, bazı kesimleri rahatsız etmişti. Çalan telefonu acaba yine tehdit mi diye açmamıştı. Bir yandan uğruna savaş verdiği insan hakları, bir yandan Elif bebeği. Korku parmak uçlarından bütün bedenine yayılıyordu yavaşça.

Kulaklarında çınlıyordu “her evden bir kağnı çıkacak” sözü. Elifini bırakacak hiç kimsesi yoktu Şerife bacının. 1921 in son günleriydi öyle kara öyle zemheriydi.
Sarmaladı kızını, yün yorganı da attı arabaya çıktı yola. Sırayla kağnılara yüklenen cephaneler çıkıyordu. Şerife’nin kağnısı da yüklenmiş Kastamonu’ya doğru koyulmuşlardı yola. İnebolu’nun çıkışında sırtında taşıdığı Elif’e top mermilerinin arasında bir yuva yapmıştı Şerife. Kara öküze “gâh” dedi. İçinde bir korku vardı, diline bile getiremediği bir korku. Kar iyice kendini gösteriyordu buraların efendisi benim dercesine kapatıyordu her gördüğü toprak, ağaç parçasını.

Şerife kızını aldığı gibi atladı arabasına. Yolunu çevirmişti İnebolu’ya arkasından gelen araçlara inat kızının güvenliği için daha da yavaş kullanıyordu. Bir gözü dikiz aynasında bir gözü arkada uyumakta olan Elif teydi. İliklerine kadar üşüyordu. Niçin gittiğini bilmeden içindeki sesle mücadele ediyordu. Kar yağışının etkisiyle silecekler hiç durmadan bir sağa bir sola vuruyordu. Göz gözü görmüyor, sis farları bile işe yaramıyordu. Arkadan gelen arabanın ışıkları kar katmanlarının arasından süzülerek cansızlaşmıştı, yine de arkandayız dercesine bir yanıp bir sönerek sinyal veriyordu.

Bir başka Şerife sesleniyordu ona “Sen bu kara öküzle nasıl gideceksin Kastamonu’ya, bak yarı yolda bırakacak seni” Çıbanı deşilmiş hasta gibi kızdı içindeki yabancıya. İki çenesinin zangırdamasına engel olmaya çalıştıkça titreyen buz tutmuş dudaklarıyla haykırdı bu gelen sese. “Varamazsam hiç değilse yolunda ölürüm.”
Kara öküz mıhlanmış gibi kaldı öyle, Şerife gelin yanına geldi, gözlerinden öptü, başını okşadı, “hadi gâh kara öküzüm sen goy verirsen nasıl gideriz”
Zorlaya zorlaya, durup kalka yol alıyordu. Sarı öküz olmasa kara öküzün gideceği yoktu. Kar yağışı durmuştu, hava iyice soğumuştu. Kara öküz bir daha durdu, Şerife gelin bir daha geldi başına.” Bir de öküz olacaksın, çekil kenara da ben asılayım boyunduruğa” kara öküzün yanına geçip boyunduruğu takınca boynuna, bir ıslaklık yayıldı bütün vücuduna. Bir ileri bir geri yürüyebildiği kadar yürüdü. Ayak parmaklarından, başındaki tellere kadar üşüyordu, elleri morarmış, parmaklarını kımıldatamıyordu artık. Elif’in karnı acıkmıştı kendisinin de Kara öküze sesi çıkmıyordu artık. Tutmayan elleri ve ayaklarına inat düşe kalka son bir çırpınışla arabanın üstüne çıktı. Bütün azaları kendinden kopmuştu. Uykusu geliyor Elif bebeği kucağına bastıramıyordu. Bir de kağnıdaki kutsal emanetleri düşünüyordu. Belli burada donacaktı. Ölümü kara kıştan olacaktı.

Arkadaki araba iyice yaklaşmıştı, benzin göstergesine baktığında yakıtın bittiği görülüyordu. Ne kadar da kendinden geçmişti ki bindiğinden beri öten göstergeyi duymamıştı.
O yazıyı yazmasa mıydı diye düşündü içinden. Olmazdı o yazıda yazılanların hepsi doğruydu, çocuklara yapılan bu tacizleri ifşa etmek boynunun borcuydu. Gazeteye ilk girdiği günü hatırladı, sadece köşesinde oturup hikâyelerini yazacaktı. Karşısına böyle bir haber çıktığında susması için epey tehditler savurmuşlardı. Onların bu kadar büyük olduklarını, ellerinin kollarının dünyanın öbür ucuna kadar uzandığının farkına varsaydı yine de yazar mıydı?  Evet yazardı. Ve yazmıştı da adli işlemler başlatılmış, diğer ülkelerde ki yargı harekete geçmişti.
Şimdi sonuçlarına katlanacaktı. Arkadaki araba tampona değdirmişti, hızlandı benzin göstergesinden çıkan ses daha sık aralıklarla ötüyordu. Arkadan “güm” diye bir ses daha. Gaza bastı kar yağışı olanca hızıyla devam ediyordu, gözleri dikiz aynasında sabitlenmiş elleri titriyor gözleri buğulanıyordu. Elif ağlıyordu, kızını yanına alsa, bağrına bassa elbet ağlaması kesilecekti. Araba yanına geçmişti, ıssız yollarda yandan bir darbe daha vurmuştu. Direksiyon hâkimiyetini kaybeden Şerife yoldan çıkmıştı. Araba, içinde Şerife ve kızıyla beraber takla atıyordu. Durduklarında Elif’in ağlaması kesilmişti. Direksiyonla koltuğun arasına sıkışan Şerife boynunu zorlukla çevirmiş iki koltuk arasına sıkışan kızına dokunmaya çalışıyordu. Tavan içeri çökmüş, camlar kırılmıştı kaputun altından dumanlar çıkıyordu. Kızına uzanmaya çalıştı bir, iki ve defalarca deneme yaptıktan sonra nihayet çocuğun güvenlik kilidini açabilmişti. Ayaklarını sıkıştığı yerden çıkaramıyor, hatta hissetmiyordu. Kızını sardı kollarıyla, telefona baktı görünmüyordu etrafında. Duran kar yerini soğuk bir havaya bırakmıştı. Araba artık buzdolabı görevini görüyordu.

Kızlarını göğüslerine bastılar. Şerife arabanın içinde, Şerife kağnının üstünde, gözleri uykuya yenik düşüyordu. Nabızları yavaşlamıştı, elleri, ayakları yoktu artık,  gözyaşları buz tanelerine dönüşmüştü. İlk önce gözler mi donardı?

Kastamonu yakınlarında bir kağnı, bir araba duruyordu. Kuşlar suskundu, ağaçlardan tek bir hışırtı çıkmıyordu, soğuk soğuk esen yel sessizce, değmeden geçiyordu. Serçeler, sığırcıklar bu olaylara şahitlik ederken gözyaşlarını tutamıyorlardı. Havadaki matem yeryüzüne inmişti, beyaz bir bulut gibi Şerifelerin omuzlarına konmuştu şehit rütbesiyle. Bütün doğa bu annelerin önünde saygıyla eğiliyordu.

İki anne,  iki yavru ayrı zamanlarda, aynı kaderi yaşıyorlardı. Güneş batmak üzereyken gelen görevliler, ağlamaktan bitap düşmüş bebekleri kucaklarına aldılar.

Anneleri kendilerini feda ederek hem kendi yavrularını hem de başkalarının, geleceğin çocuklarını kurtarmışlardı.

Güneş ışıklarını alarak Şerifelerin üzerinden ayrıldı. Yarın Eliflerin, Zeyneplerin, Fatmaların, Ayşelerin üzerine doğacaktı…

                                           ZEYNEP METE UÇAK 

Zeynep Güneş
Zeynep Güneş
Zeynep Mete Ucak kimdir? Yazı Atölyesi Yazarı... İlgi çekici kurgular, Akıcı bir dil. Kendinizi kaptıracağınız, başından itibaren merak uyandıracak çarpıcı hikayeler...sürükleyen öyküler ve halka şiirler yazan Realist, farklı, muhalif Şiir ve Öykü Yazarı
YAZARA AİT TÜM YAZILAR
BİR YORUM YAZIN
ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.