Günün Hikayesi | Nuh’un Tufanı | Gülçin Yağmur Akbulut
Avuçlarından avuçlarıma ateşten bir ırmak süzülüyordu. Budaklarından keser darbeleri almış yaralı bir gürgen misali köklerimden toprağa karışan gözyaşlarımı durduramıyordum.
İçimdeki acıyı törpüleyerek buhur tozları halinde gökyüzünde gezinmek istiyordum. Demirden bir pençe, kalbimin odacıklarını tek tek söküp alıyordu.
Kabzasından çıkarılmış bir hançerin istikameti beynime doğruydu. Gerçeği öğrendiği takdirde Kıraç’ın yüreğindeki ventriküller de benimkiler gibi dur durak bilmeksizin kanar mıydı? Balyozu kafasına mı indirmeliydim yoksa yazgının kurbanı olduğu için berat mı ettirmeliydim süregelen hükmünden bilmiyordum?
El ele tutuşup beraber dokunmadık mı karanlığın soğuk çözümsüzlüklerine? Pire için yorgan yakmadık mı şubatı hazirana kavuşturmak umuduna? İkiz kardeşimin yürek atışını yatırmıştım Kıraç’ın göğüs kafesinin içine. Gülüşüyle kuşlar havalanır, hüznüyle gemiler batardı gözümde.
Kıraç’ın gözlerine iliştikçe beynimin derinlerine hücum eden ölüm aksanlı bir klik sesi duyuyordum. Noktası, virgülüyle kuşların göçüp gittiği gölgesi kırık bir bahçe canlanıyordu gözlerimin önünde. Bahçenin her köşesinden babasıyla saklambaç oynayan dokuz yaşındaki bir çocuğun hıçkırıklarla bezeli alfabesi yükseliyordu.
Çocukluğum kan kırmızı akıyordu. Bütün takvimler on sekiz Ağustos’a çivilenmişti. Dilimde ıssız gar türküleri, boynumda tipiyle ilmiklenmiş mavisi yitik bir atkı vardı. Susmayan bir yalvarış duyuluyordu tren çığlıkları arasından. “Babamı vurmayın, öldürmeyin babamı! ”
Kalbimde sabıkalı bir garın pençe vuruşlu atışları vardı. Peronlara ateş çemberiyle düşen siyahi bir musalla yalnızlığı etrafımı çevriliyordu. Buharlı lokomotifin sayhası eşliğinde bedenimi meridyenlerle kesen etten kemikten bir sızı yükseliyordu. Peşi sıra gölgeler içinde yıllandığım, isli bir mahzen mahşeri benliğimi duvardan duvara çarpıp parçalara ayırıyordu.
Çok zaman geçmeden anne kurulu cümlelerim de devrildi. Ardından yarasını yetimhane duvarları arasında büyüten bir çocuk filizlenmeye başladı. İçimde kar fırtınası, hücrelerimde deli rüzgârlar eserken, kesilen can damarımı yamayan bir dost eli uzandı. Soğuk karanlığıma sıcak bir aydınlıkla doğmuştu Kıraç.
Tıpkı benim gibi Kıraç’ın da peşinde geçmişin dilsiz izleri, gövdesi yarılınca ortaya yansıyacak yaraları vardı. Duyumsamalara takılı fısıldaşmalardan ibaretti birbirimiz hakkındaki bildiğimiz öykülerimiz. O anlatmazdı, ben sormazdım. Ben sormazdım o anlatmazdı. Çatımızın altındaki tayfadan duyduğum kadarıyla bilirdim annesini erken yaşta yitirdiğini. Babasının da müebbet hapse çarptırılmış bir mahkûm olduğunu.
Hayatın yalnızlık resimlerinde ebruli renklerle gökkuşağı gibi gülümsemişti Kıraç’ın arkadaşlığı. Geride bıraktığımız yirmi üç senenin her birini kalın dev ipliklerle birbirine bağlayarak dokumuştuk. Oysa şimdi… Yoldan yolcu, bahardan filiz, namludan mermi bekler hayat döngüsü. Kıraç’ı hangi kaba sığdırmalı? Dost postu mu giydirmeli, düşman aşı mı pişirmeli?
“Doluya koysam almıyor, boşa koysam dolmuyor.” Nuh tufanında pusulasını şaşırmış mürettebattan farksızdım. Yusuf’un kuyudaki çaresizliği, Yunus’un balık karnındaki güçsüzlüğündeyim. Eyüp’ün sabrını dileyecek kadar dirayetli olmalıydım.
Olanca hızımızla koştuğumuz zaman diliminde yollarımızı ayırmamıştık. Reşit olup yurttan ayrılma vakti gelince, kuşların kanadıyla yeni bir yuva çizmiştik ressamın tuvaline. Devletin yerleştirdiği farklı kurumlarda, farklı işleri yapsak da aynı cüzdana sığdırıyorduk paramızı. Ta ki kanlı bir bıçak gelip bizi en derin yerlerimizden kanatana kadar.
Ağıtlarımın yanık sesini yaşadığı sürece duymayan adamın biri, hayatımın parıltılı renklerini benden çalıp gitmek için çat kapı eşiğimde belirmişti. Büyüyorken iki elle kavradığım yaşam yolculuğunda hiçlik kavramına beni yerleştiren amcam şimdi ise soluğu eskiden kalma bir günahın ortak paydasına oturtuyordu. Felaket tellalı…
Göğsümde gezinen hortumla boğumlanırken bilmediğim bir çölün ortasında toz bulutu haline dönüşüyordum. Kökümü bağladığım toprağın kalın bir kil tabakası haline dönüştüğünü hissediyordum. Bu orta oyununda suçsuzluğu kanıtlansa da giyindiği kostümün aynı senaryonun bir parçası olduğunu biliyordum.
Anahtar sesini duyarken elinde filelerle market alış verişinden dönen arkadaşımın yıllar önce düşlerimi elimden alan katil bir babanın evladı olduğu gerçeğini haykırmak istiyordum . Yüzümü en kalın peçelerle kapatsam da bir tren istasyonun kanlı miladını gözlerimin perdesinden kaldıramıyordum.
Kınından çıkardığım baba yadigârı kamayı tekrar içine yerleştirerek, gara doğru şehrin sokaklarını adımlamaya başladım.
Güneysu Dergisi Güz 2022
…