Günün Hikayesi | Geçmişin Gölgesi | Gülçin Yağmur Akbulut
Yargılama beni! Suç benim değil, tozlu masallardan havalanan küçük kanatlı kuşların Hâkim Bey…
Anıların defteri, evin buğulanmış pencerelerinde. Kap kacak sesi geliyor mutfaktan. Bir de mis gibi tarhana kokusu. Evin direği her zamanki koltuğunda… Elinde kâğıt kalem… Hesap kitap peşinde. Mutfak masrafı, faturalar, kira… Okul masrafları da cabası… Yine müzik sesi geliyor ablamın odasından. Bir ara odasından çıkıp yanıma geliyor. Öyle içten öpüyor ki yanaklarımdan. “Ödevlerini yaptın mı Yumurcak? Kontrol saati yaklaşıyor. Değişmeyelim sonra külahları!”. Tıp okuyor, doktor olacak ablam.
Dilime kilitleniyor çığlıklar. Hani babamın hesap kitap yaptığı koltuk? Neden duyulmuyor mutfaktan kap kacak sesleri? Keşke külahları değişsek… Niçin ödevlerimi kontrol etmiyor ablam? Evin başköşesinde dururdu oyuncak sepetim. Gölgesinden hüzün buharlaşıyor, hasırotundan sepetimin.
Ödüm kopuyor yakalanmaktan. Her ne kadar uçurum hudutlarında dolaşsa da alıkoyamıyorum kendimi çalıntı mutluluklardan. Çocukluğum atıyor şahdamarımda. Sürgüsünü kapatamıyorum aynaların. Kurumuş bir nehir geçiyor koridor boşluklarından. Telefonları kesik, lambaları ışıksız… Issızlık yayılıyor evin odalarından.
Kapı kilidini değiştirmemiş olmaları benim için bir şans olsa gerek ya da benim göremediğim bir şansızlık abidesi. Hırçın bir muamma belleğimde… Geçmişin izleriyle çoğalıyor muyum yoksa eksiliyor muyum? Anıların havzası bana ait olmayan bu ev. Bir türlü kopamıyorum dehlizlerinden. Alev su ile söndürür kendini. Ben ise bu çatı altındaki geçmişin izleriyle…
Annemden kalan bir nişane arıyorum komodinin çekmelerinde. Annem gibi lavanta kokmuyor komot gözlerindeki havlu, çarşaf vs. Şifonyerin üzerine kayıyor gözlerimdeki ziya. Hazır vaziyette bekliyor annemin incik boncuk kutusu. Takıp takıştırıp kabul gününde, pasta kısır yemeye gidecekmiş gibi.
Ablamın odasına doğru süzülüyorum. Ayak parmaklarımın üstünde, pati pati… Gürültü yapmaktan çekinen haylaz çocuk, ev sahibine yakalanmaktan sakınan hırsız timsali. En sevdiği şarkı çalıyor kasetçalarında. Esmeray’dan Unutma Beni. Masasının üstünde stetoskop, tansiyon aleti… Neden kaldırmış ki masanın üstünde ki iskelet maketini?
Salonda babamın horultu sesleri… Sanki gökteki bütün bulutlar hızla birbirine çarpıyor. Yorulmuş olsa gerek. Malum bu sene ilkokul birinci sınıf öğretmeni… Akşam yemeği hazır oluncaya kadar uzun günün kısa şekerlemesiyle oyalıyor bedenini. Üşümesin diye babaannemden kalan yün battaniyeyle kapatıyorum üstünü. Kanepenin sol tarafındaki sehpanın üstünde duruyor, günlük plan defteri.
Tren sesi duyuluyor, koridorun sonundaki odadan. Seri adımlar eşliğinde kapı eşiğinde buluyorum kendimi. Coşkun seller gibi avuçlarımda atıyor kalbim. Kapı kolunu bükmeye cesaret edemeyen bir adam beliriyor kapı ardında. Ya içerideki rayların üzerinde şimendifer kaydıran ben değilsem? Kulağımda bir çığlık…
“Gökyüzüne uçur beni mavi tren!” Birden kayboluyor endişem. İşittiğim ses benim sesim. Yavaşça büküyorum kapı kolunu.
Defalarca kontrol ediyorum dokunduğum nesneleri. Milim kıpırdatmamaya çalışıyorum eşyaların yerlerini. Her beş dakikada bir akrep ve yelkovana dikiyorum gözlerimi. Maazallah! Yakalanırsam kapanır mazinin kepenekleri. İncinir çöl ortasına ektiğim kaktüs çiçeği. Baba evi salıncağından düşürür, dipsiz kuyulara savurur adres defteri Adem kulunu. Susar içime yerleşen gölgelerin silueti. Anne sesi, baba türküsü…
Çalar saat gibi kurulu beynimin sirenleri. Sabah 07.30 evden çıkış. Akşam dönüş 18.30, en geç 19.00. Allahtan iş yerim sığınağıma yakın. Öğlen arası bir, akşam vakti bir buçuk saat cepte… Kurum amirim anlayışlı. Paydos vakitlerinde yirmi dakika, yarım saat göz yumuyor erken çıkmamıza. Gün boyu bana kalan iki buçuk saat anıların geçidinde.
Yer değiştirmeli aslında. Baba evinin bir üst katı değil de baba evi olmalıydı ömrümün barınağı. Ne yazık ki meskenimde oturan konuklar ev sahibi. Yoksa harç borç, çoktan satın almıştım çocukluğumun içinde dönüp durduğu dönme dolabı. Hiç bırakır mıydım? Anne kokusunu, abla gamzelerindeki gülüşü… Nağme yüklü baba ıslıklarını…
Nasıl olduysa unutmuşum 29 Ekim olduğumu. Hatırımdan çıkmıştı dairelerin yarım gün çalıştığı. Aklımın bana kurduğu bir pusu olsa gerek. Oysaki yarım gün mesai yapıp on ikide çıkmamış mıydım çalıştığım kuruluştan. Kuru ve şekilsiz sözcükler takıldı boğazıma. Konuşamadım, aile efradını karşımda görünce. Annem, babam, ablam ve yaramaz Adem karşımda duruyordu capcanlı. Hâlbuki lanetli bir tren kazası, söküp götürmemiş miydi benden memleketimi? Vatanım, annem babam; öz yurdumdu sırma saçlı ablam.
Yaylım ateşlerine tutuldu, ayrılıklara dilimlendi ömrüm. “Siz hiç, hiç olmak istediniz mi?” Ulvi, yiğit bir dağ söküldü yerinden. Ben ise o dağdan ufalanan toz toprak oldum. Hırsız değilim sapık hiç. Sadece eşikte düşürdüğü çocukluğu arayan biçare bir divaneyim. Sevgiyle yoğrulduğum kalenin surlarına sığındım.
Yargılama beni! Suç benim değil, tozlu masallardan havalanan küçük kanatlı kuşların Hâkim Bey.
Kaynak: Yitiksöz Dergisi 2023 Sayı:15
Gülçin Yağmur AKBULUT
…