Günün Hikayesi | Bataklığa Yağan Yağmur | Gülçin Yağmur Akbulut
Siyahları giyinmiş bir ömrü karanlıklarından nasıl arındıracaktım? Karşımda koca bir okyanusun ortasında batmakta olan gemide kurtarılmayı bekleyen ve boğucu sulara gömülmemek için uğraş veren bir can vardı. Funda sonu olmayan karanlık bir tünelin içinde hiç durmadan koşuyordu. Ben onu bir şekilde durdurmalıydım. Dipsiz olan o karanlığın içinden alıp aydınlığa ulaştırmalıydım.
Annem, Funda’yı bana emanet edip sonsuzluğa karışırken daha on yedi yaşındaydım. Babamı hayal meyal hatırlıyordum. Annemi de kaybetmiş olmanın hüznüyle bir girdabın içine düşmüş gibi debeleniyordum. Kendim için değilse de Funda için toparlanıp hayata sarılmalıydım. Annemin son sözlerinin bilincindeydim: Ben artık Funda’nın annesiydim.
Funda’nın çamur batağıyla tanışmış olduğunu, o gece ilk defa sağa sola saldırdıktan sonra titreyerek yere düşüp debelenmesi sonucu, hastaneye götürdüğümde anladım. Doktorlar acı gerçeği bana söylediklerinde, beynimin ortasında bir yanar dağın infilak ettiğini hissettim. Gökyüzünü kaybetmiş, yeryüzünün çorak toprakları gibi öylece kalakaldım.
Keşke filmi en başa sarabilme şansım olsaydı, Funda’nın bu zehre bulaşmasına engel olabilirdim belki.
“Ah, anne sen yokken yaralarım çok büyüdü! Emanetine sahip çıkamadım. Kalkıp gelebilseydin, bir daha yüzüme bakar mıydın?”
Doktorların yönlendirmesi üzerine AMATEM’e müracaat ettik. Funda, otuz günü aşan bir süre tedavi gördükten sonra taburcu olmuştu. Doktorların da söylediği gibi asıl mücadelemiz şimdi başlıyordu. Tekstil atölyesindeki işimi bırakmak zorunda kalmıştım. Zor günler için kıt kanaat biriktirdiğim para hızla tükeniyordu. Ne olursa olsun mücadeleyi bırakmayacak, kardelen çiçeğimi bu illetin pençelerinden kurtaracaktım.
Yarı bir gölge gibi Funda’nın peşinden ayrılmıyordum. Onun bütün hakaretlerine, hırçınlıklarına göğüs germeye çalışıyordum. Belirli zaman aralıklarında AMATEM’e haftada bir de hastaneye sağaltıma gidiyorduk. Funda ısrarla uyuşturucu istiyor, saçını başını yoluyor, eşyalara, kendine ve bana zarar verme eğilimi gösteriyordu. Metruk bir odada, bir duvardan diğerine çarpılıyor gibiydim. Acının şahdamarını içime düğümlemişlerdi sanki. Hüzün başımın ucunda vardiya tutuyordu. Funda’yı öyle görmek beni ateş kuyularından alıp buzdan kalıpların içine atıyordu.
Pasını göstermeyen demir bir dolap gibiydim. İçten içten çürüyor fakat Funda’ya güçlü görünmeye çalışıyordum. Sakin olduğu zamanlarda başını göğsüme koyuyordu. Uysal bir kedi gibiydi. O vakit uzun uzun saçlarını okşuyordum. Bütün varlığımla yalnız olmadığını hissettirmeye çalışıyordum.
Bu sancılı süreçte Funda’yı kendi gözümden bile sakındım. Tüm zamanımı ona adadım.
Aradan dört ay geçmişti. Elimdeki bütün para tükenmişti. Uzun süredir çalışmıyordum. Funda’nın ilaçları, elektrik, su, kira derken borçlar da iyice kabarmıştı, ama asla onu yalnız bırakamıyordum. İçinde bulunduğumuz maddi sıkıntıyı kara kara düşünüyor, bu soruna bir türlü çıkar yol bulamıyordum. Gözlerim, denizleri taşıracak kadar gözyaşı biriktirmişti.
İki katlı bir gecekondunun zemin katında oturuyordum. Üst katımda oturan Münevver abla içimde bulunduğum durumu biliyor, gerçek bir abla gibi durumuma üzülüyordu. Çok iyi bir insandı o. Merhametliydi. Evlat sevgisini tadamamış, eşini yıllar önce kaybetmiş, tek başına hayatla mücadele etmeye çalışan bir garibandı. Münevver abla, karı koca doktor olan bir ailenin çocuklarına bakıyordu.
Akşamüzeri kapımızın zili çaldı, açtım, Münevver abla kapının eşiğinde duruyordu. Onunla konuşunca bir parçada olsa rahatlıyor, kendimi biraz daha güçlü hissediyordum. “ Müjde!” dedi, “Sana iş buldum.” Yüreğimde yarı sevinçli, yarı buruk bir uyanış hissi… Durumu anlayan Münevver abla bana “Asma suratını, hem para kazanacak, hem de Funda’dan ayılmayacaksın.” deyince iskelede çürümeye bırakılmış ve günlerdir beklediğim geminin dumanını görür gibi oldum. Aklımdan böyle bir şeyin nasıl olabileceğini düşünürken Münevver abla anlatmaya başlamıştı bile. Çalıştığı evdeki doktorun bir yakını varmış. Yaşlı ve yatağa bağımlı olan bu bayanın bakacak kimsesi yokmuş. Evinde yatılı olarak kalıp bakımını üstlenecek, dürüst birini arıyorlarmış. Kadın evini ve almış olduğu emekli maaşının bütün kontrolünü yanında çalışacak olan kişiye bırakacakmış. Münevver abla benim bir kız kardeşim olduğunu, ondan ayrılamayacağımı söylemiş. O da kabul etmiş. Umudumun tam tükendiği bir vakit, bana ışıklı bir yol açan Münevver ablayla birbirimize sarıldık.
Ertesi gün pek para etmeyecek üç beş parça eşyamızı ikinci el niyetine satarak yaşlı teyzenin evine yerleştik. Durumdan memnun olmayan Funda, iki gündür bana tavır alıyor, benden uzak duruyordu. Teyze yumuşak huylu, sevecen, dünya tatlısı bir insandı. Onun yatağa bağımlı bir şekilde hayatını sürdürmek zorunda olması hüznümü ikiye katlıyordu. Kahırla gezenin adresi olur mu? İki gün önce neredeydik şimdi neredeyiz? Daha sonra kim bilir nerelerde…
* * *
Pencere kenarındaki kanepeye oturmuş sokağı izliyordum. Rüzgâr bahçedeki ağaçları ağır bir besteyle dansa kaldırmıştı. Kim bilir neler anlatıyordu hışırdayan yaprakları. Acı bir olayı göğüslemeye çalışan bir insanı andırıyordu kalın kabuklu gövdesi. Annemi hatırladım. Huzur kokan bütün zamanlar, annemli takvim yapraklarıydı. Gecenin üstünde ağır bir perde vardı, karanlık uzadıkça uzuyordu sanki.
Funda bugün sabah saatlerinden beri asabi ve tedirgindi. Madde istiyordu. Onunla konuşmaya çalışsam da beni dinlemiyor, şiddetle karşı çıkıyordu. Beş ay olmuştu mücadelemize başlayalı. Zaman zaman daralıyor, bunalıyordum. Bazen kendimi kaldırıp bir yerlerden aşağıya atasım geliyordu. Bana kızsa da darılsa da evde bulunan bütün ilaçları; bıçak, makas gibi kesici aletleri kilitli bir dolapta saklıyordum.
Saat on bir civarıydı. Uyumaya giden Funda’yı kontrol ettim. Odasının kapısını çaldım. Ses gelmedi. Kapıyı yavaşça araladım. Funda yatağında yoktu. Lavaboya gitmiş olabileceğini düşünerek lavaboya gittim. Lambası yanmayan lavabonun kapısını çaldım. Funda lavaboda da yoktu. Tek tek evin bütün odalarını dolaştım. Aklımı kaçıracak gibiydim, Funda hiçbir yerde yoktu. Sokak kapısına doğru yönelmiştim ki, dışarıdan bağrışma sesleri duydum. Sesi takip ettim, dışarıya çıktım. Her gece evin dış kapısını kilitliyordum. Bu gece nasıl olduysa kapıyı kilitlemeyi unutmuştum. Bir grup kalabalık kafasını kaldırmış bizim oturduğumuz apartmanın çatısına doğru bakıyordu. Herkesin baktığı yöne yüzümü çevirdim. Funda’nın çatıda öylece durduğunu gördüm.
Sinik bir ıstırap büyüdü hırpalanmış göğsümde. Büyük bir orman yangının ortasında nereye koşacağını bilmeyen çaresiz bir ceylan gibi çarptım ölümün duvarlarına. Umarsızlık hiç bu kadar yoklamamıştı benliğimi. Üçer beşer atlayarak hızlıca merdivenlerden çatı katına çıktım. Ne söylesem de Funda’yı ikna edemiyordum. Söylediğim her kelime Funda’yı çatının uç tarafına doğru daha da yaklaşıyordu.
Yaralı bir serçenin son çırpınışlarıyla çatının en uç noktasına çıktım. Funda gözleri ayrılmış bir şekilde bana bakıyordu. “Ne yapıyorsun abla?” dedi. “Madem atlayacaksın, seni yalnız bırakmayacağım.” dedim. Unuttun mu annemize verdiğimiz sözü. Biz etle tırnak gibiyiz. Senden ayrılmam Funda. Haydi, beraber atlayalım!” Funda dondu kaldı. Zehri kuşanan kardelen çiçeğim belki de birkaç dakika içinde ölüm fermanımızı imzalamış olacaktı. Birinin bana seslendiğini duydum. Arkama döndüğümde annemin beşikte Funda’yı salladığını gördüm. Funda’nın acılı çığlığıyla irkildim. Ayağım kaymış ve sendelemiştim. Düşmeme ramak kalmıştı. Funda ağlayarak geriye doğru adım attı.
“Abla haydi gel evimize gidelim. Ne olursun düşme, seni çok seviyorum.”
Bütün siyahlar papatya sarısına dönüştü gözlerimde. Funda, bütün içtenliğiyle bana sarılırken hafif hafif yağan ilk yaz yağmuru, ikimizin saçlarını da iplik iplik tarıyordu.
Alkış Dergisi Kasım Aralık 2020