Dolar 34,1962
Euro 37,5562
Altın 2.880,80
BİST 9.068,09
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Hatay 29 °C
Hafif Yağmurlu

Günün Hikayesi | Bakır Mangal | Zeynep Mete Uçak

08.01.2022
701
A+
A-
Günün Hikayesi | Bakır Mangal | Zeynep Mete Uçak

Ellerimin, yüzümün çamurunu temizlemeye kalmadan, suratımda patlayan tokat, en tatlı pembesine bürüdü mermer rengindeki tenimi. Tam iki belik olmuş sarı saçlarına dalacaktım ki, “ne o gız Nesibe ananı mı yolacaksın?” deyiverdi. Beni bir gülme tuttu “sende anam gibi şamarı patlattın suratıma, anamdan daha çok acıttın deli Hatice!”

– Hayde hayde çok gonuşma da topla çanağı çömleği, ahan bak gurudu çamur.

– Eyi de ana sen niye bana vurdun ki ?

“Ne olacak yüzün gözün pislik içinde ahan da seni istemeye geldiler ne olacak Nesibe Hanım.

Tadı kaçmıştı evciliğin daha geçen gün Hayriye’yi vermişlerdi dev gibi bir adama . Gözlerim doldu, Hatce yanıma ilişti “gız Nesibe bizi de verirler mi?”

Yok gız Hatce, daha evciliğimiz bitmedi bak çanak çömlek yapcaz!”

“Ee Hayriye’de gelin olmadan önce bizimle oynuyordu ya ne çabuk unuttun.”

dedi Hatce.

“Hem sana ne olcek senin baban ağa, seni vermez, olan bizim gibi marabalara olur.” Sımsıkı sarıldım arkadaşıma.

-İkimizide vermesinler Hatice hem ben korkarım koca koca adamlardan. Elleri büyük, ayakları büyük… Gördün mü? Hayriye’nin kini babam gibi adamdı.

“He ya pos bıyıklı, koca göbekli bizim kadar da gızı varmış” dedi, içimiz bir tuhaf oldu.

Korku dolu gözlerle baktık birbirimize. Cehennemden kopup Feke’nin üstüne düşen ateş yakıp kavuruyordu toprağı. Toprak kavrulmuş, insanlar kurbanda kesilen etler gibi kurumuştu. Yaptığımız çamur sundurmanın altında bile iki dakikada kuruyordu.

Uzaklardan bir ses “Nesibe” diye sesleniyordu. Bu anamın beni belki son çağırışıydı kan kardeşimin yanından.

 Hatce’nin babası yanımızda marabaydı, onun gibi onlarcası vardı ama benim arkadaşım bir taneydi.

“Gitmeden önce elini yüzünü yıka” dedi Hatce.

Tamam derken anamın sesi gittikçe yakınlaştı, yakınlaştıkça, hırçınlaştı.

“Gız sen yine mi buradasın kizir.” Dedi çamurlu elimi tutmadan, kolumu yakaladı.

 “Gıııı Seyyare Seyyare”… diye seslendi Hatice’nin anasına. Telaşla çıktı tek odalı toprak kokulu evinden Seyyare teyze. Seyyare teyzeyi her gördüğümde her dişimi gösterecek kadar gülerdim haline. Koca memelerinin birini sağına birini soluna atarak yürürdü. Çırpı bacaklarıyla taşımaya çalışırdı, tam yedi çocuk büyüten o memeleri.

– Buyurun hanımım diye ellerini nereye koyacağını bilmeden per perişan cevapladı.

– Gızzz ben sana demedim mi bu kız buraya gelince eve gönder diye ..

– He Hanımım dedin de güzel güzel oynadılar kıyamadım.

– Eyi bundan sonra gıyarsın…

 Bir elimden çekiştirip bir yandan da konuşmaya devam ederken.

Benim kolumda, o konuştukça yukarı çıkıp aşağı iniyordu. Bu duruma Hatice oradan, ben de olduğum yerden kikirdiyorduk.

– Niye ki Hanımım bi yanlışı mı oldu bizim sarının?

“Amaaan ne yanlışı olcek gelinlik gız oldular. Bu akşam birileri haber salmışlar bizim beye görmeye geleceklermiş, a bu kiziri!”

Hatice’yle olanı biteni anlamak için birbirimize bakıyorduk. Kafamız dank edene kadar evde bulmuştum kendimi. Biz gelmeden misafirler gelmiş, evimizde çalışan Emine abla onları buyur etmişti içeriye. Kara çarşaflarından sadece kara gözleri görünüyordu. On üç yıllık hayatımda hiç görmediğim bir yumru oturmuştu boğazıma. Yutkunmakta zorlansam da annem içeridekilere selam verip Emine ablaya seslendi beni hole çekiştirirken.

“Emine yıkayıver şunun elini yüzünü.”

Emine ablanın gözlerinde hiç görmeye alışık olmadığım bir keder vardı, ilk defa acıyarak baktı bana. Ellerime su dökerken göz yaşları da suya karışıyordu. Ben anladım anlamasına da kelimelere dökemiyordum, içimde kopan fırtınayı.

“Şom ağızlı Hatice; diye geçirdim içimden.

Emine abla kahveleri elime tutuşturmakla önce getirdiği yeni entariyi kaydırıverdi kafamdan, yine buruk yine ağlamaklı. Hâlbuki az sopasını yememişimdir, niye şimdi benim için üzülüyor bilemedim.

Vermişlerdi o akşam elleri çamur, bedeni çocuk olan beni. Sabaha kadar ağlamıştım gözlerim hiç acımamıştı bu kadar, insanın gözü acır mı?

Beni pek önemsemeyen annem sabah ilk iş yanıma geldi.

“Senin kocan olacak adam koskoca Feke kaymakamı, buraların tek ağası” eliyle etrafı göstererek.

“Tarlaları, bağları bahçeleri saymakla bitmezmiş, emrinde yüzlerce maraba varmış. Oturduğu konağın odalarının sayısı o kadar çokmuş ki birinde altın, birinde gümüş, diğerlerinde de inciler varmış”

Anam anlattıkça yüzünde ki mutluluğu görebiliyordum, sanki ben değil de o kocaya varacaktı. Şimdiden belliydi güveyi benden daha çok sevdiği.

Sabah kahvaltıda yüzüme bakamayan babamla yüzleşecektim, zayıfım diye oruç tutturmaya kıyamayan adam, küçüğüm demeden kıyıp vermişti elin adamına. Hiçbir şey söyleyemedim babama, o da bakamadı suratıma.

Çerez toplayamayacaktım bu bayram, bayram ertesi nikâhım kıyıldı. İlk o zaman gördüm Kara Kaymakamı. Nasıl da kocaman, hayatımda gördüğüm en iri yarı adamdı, bakışları babam gibi şefkatliydi, yaşı da babam gibiydi. Uzun boyluydu, şakakları kırlaşmıştı, küçük burnunun altında kısa bıyıkları vardı ve dolgun dudakları, seyrek kaşlarına hiç de uymayan uzun kirpikleri yeşil gözleriyle ormanı anımsatmıştı bana. Babamgil konuşurken duymuştum, astığı astık, kestiği kestikmiş. Namını duyan herkes durduğu yerde eğilirmiş, yürüdüğü zaman yer inler, gök dinlermiş.

Kadı nikah kağıdını elime tutuşturdu.

Okumam vardı; Abdullah oğlu Ağah

Memet kızı Nesibe…

Tarih; Orak ayının on üçü 1890’ı gösteriyordu.

Beni almaya geldiklerinde davullar patlıyor, zurnalar eşlik ediyordu. Gözlerimi alamadığım atlar, gelinler gibi süslenmişlerdi, yerlerinde tık-kıdı tık-kıdı bekliyorlardı.

Annem çok mutlu görünüyordu, babam hala gözlerini kaçırıyordu benden.

Gelinliğimi Kara Kaymakam getirtmişti, saray hanımlarına dikilen kırmızı renkteki gelinliğimin üstünde, altın sırmadan işlenen çiçek resimleri ve büyüklü küçüklü tohumlar vardı. Başlığımın üstünde altın ve inciler sıralanmış onun üstüne yine yırtmaçla renk renk çiçekler iliştirilmişti. Şakaklarımdan yanaklarıma sıralanan zümrüt ve elmaslar kafamda ağırlık yapıyor, başımı sağa sola oynatamıyordum. Gerdanımdan belime kadar çaputlara bağlanmış altınlar, belimde incilerle bezenmiş altından bir kemer vardı.

Adım atmakta zorlanıyorum, ayaklarım yürümemekte ısrarcıydılar.

Nafile, ağlasalar da zırlasalar da gideceklerdi baba ocağından.

Yüzümdeki kırmızı duvak incilerle süslenmişti. O incilerin arasından gördüm Hatice’ yi, gözlerinde tutamadığı, benim için elmaslardan kıymetli gözyaşları, yuvarlanıyordu gül pembesi yanaklarından.

Atlar kişneyerek durdu. Koca konağın önünde, davullar susmak bilmemişti üç gündür. Kaymakam efendi, bitirememişti altınları dağıtmakla. Yüzümdeki duvağı kaldırabilsem, şu konağın her kapısına her oyuğuna gireceğim çocuk aklımla.Ne güzel saklambaç oynanır burada. Annem sıkı sıkı tembih etti, “sakın kaldırma duvağını,“ diye.

Gece yarısı bitmişti davul sesleri. Beni bir odaya aldılar. Amma da büyük yatak yapmışlar. Anamın sözü geldi aklıma;

“Kocan gelmeden sakın uyuma”

Kapı aralığından sesler geldi önce, arkasından gıcırdayan kapı açıldı. Heybetli kaymakam içeri girdi. Öyle korkmuştum ki saklanacak delik bulsam, oraya gireceğim can havliyle. Üç döşek üst üste onun ardına gizlendim.

Ah; o tavanı gözükmeyen odanın içinde yankılandı kaymakamın kahkahası, etrafıma bakındım gülecek ne vardı, tekrar gözlerimi kapattım sıkı sıkı. İki el koltuk altlarımdan tuttu ve kaldırdı havaya, şimdi koca kaymakamın omuzlarındaydım. Hiç gocunmadı beni taşırken. Koca konağın bütün odalarını dolaştık. Benim Emine ablam gibi onlarcası vardı burada. Hepsiyle tek tek tanıştım. Konakta gülüşmeler, oyma kapıları, ahşap pencereleri zorluyordu.

Günler, ayları kovaladı.

Bu arada öğreniyordum kadın olmayı. Birden büyümüştüm. Benden önceki Çerkez kızı bebe verememişti Ağah efendiye. Yıllarca beklemişti Kaymakam Bey, sonunda büyüklerin zoruyla boşanmıştı karısından.

Ben hiç görmedim Çerkez Arzu’yu, ama denilenler doğruysa güzelliği dillere destan imiş. Bir giydiğini bir daha giymez miş. İçten içe kıskanır olmuştum, Arzu’yu.

Evin emektarı Iraz ablaya, bakır mangalımı hazırlamasını, artık kahvemi kendim yapacağımı söyledim. Zemheri ayında mangal yandı içimizi ısıtırcasına közlendi odun parçaları yanıma yaklaştı Iraz abla;

“Nesibe kızım; can yoldaşın arkadaşın, sarı Hatice dedi ki kıskanırmışsın Çerkez Arzu’yu. Sana diyeceğim o ki yüzü güzeldi güzel olmasına, yakardı her kendine bakanı, ahan da bu kor parçası gibi ama içi kötüydü be kuzum, kibir ondaydı, zehir ondaydı, büyü ondaydı. Kıskanma kuzum, o senin güzel yüreğini sıkacak kadar değmez düşünmeye emi yavrum”

Artık bakır mangalımı kendim yakıyor, bakır cezvede kendim yapıyordum kahvemi.

O gece, bakır mangalı gördüm rüyamda. Bahçede yanıyordu; odunlar alev almış bütün konağı sarmıştı. Kan ter içinde uyandım, kalktım pencereden mangalıma baktım. Başında biri vardı. Siyahlar içinde, külleri karıştırıyor. Yüreğim yangın yeri, bağırarak bütün konağı uyandırdım! “Koşun bahçede biri var,” diye.

Herkes ayaklandı ve bahçeye koşturanlar, konakta bağrışanlar, aklıma iki bebem geldi odalarına koştum ikisi de mışıl mışıl uyuyor. Ağah efendi ne oluyor edasıyla bakıyor bana.

Bahçeden gelen kâhya bir şey olmadığını, kimseyi bulamadıklarını söylüyor, tıkalı kulaklarıma.

Kara gecede, kara çarşaflı birisi nereden bulacaklardı ki! Iraz ablanın söyledikleri takıldı kafama.

İki bebe derken beş bebe olmuştu. Çocuklarını çok seven Kara Kaymakam onları uyanıkken sevmez, her gece odalarına geçer teker teker öper, koklar, okşar sonra kendi odasına geçerdi.

Bir gece aniden terler içinde uyandım. Yıllar önce gördüğüm rüyanın aynısı, kalkmamla pencereye koşmam bir oldu ve yine aynı manzara, kara çarşaflı birisi, mangalı karıştırıyor. Bu kez ateş parçaları etrafta uçuşuyor ve onu iyice belliyorum.

Bu bir kadın! Korların ışığında narin hareketleriyle ateş parçalarını tutuyor, bembeyaz elleriyle. Bu bir kadın! Diyorum kendime. Ama korkuyorum, kimseye bir şeyler söyleyemiyorum bu sefer. Yine aynı şey olmasın, yanılmış olayım diye üstüme aldığım mor çarşafımla aşağı bahçeye iniyorum. Köz parçaları mangalın etrafında hala yanıyor, demek ki yanık bırakmışım, diyorum. Etrafıma göz atarken içimi rahatlatmış olarak geri dönüyorum ve giriyorum Ağah Efendinin sıcak kollarına.

O gün Agah efendi kaymakamlıktan erken geldi. Yorgun olduğunu söyleyip odasına geçti. Kendime yapacağım kahveyi bu gün ona yaptım. O, kahvesini yudumlarken ben onu izliyordum. On iki senemiz geçmişti bu konakta. Peş peşe beş evladımız olmuştu. En büyüğü 10, en küçüğü 1 yaşındaydı henüz. Yaşı geçmesine rağmen hala yakışıklı hala şefkatliydi.

“Kahve iyi geldi Nesibe’m, yorgunluğumu aldı.”

Ben çıkarken o işlerine gömülmüştü bile. İkindi vakti, olur olmaz şeylerden, evdeki herkesi kırıp geçiriyordu. Yanına gittim.

“Beyim neyin var?”

“Bilmiyorum, başım çatlayacak gibi ağrıyor,” dedi.

Yatağına yatırdım, üstünü sabun kokan yün yorganla kapattım, yüzüne kadar çekti. Karanlıklara daldı inleyerek. Akşam çocukları yıkamış yatırmıştım, yan yana döşeklere. Uykuya daldılar. Kanatsız melekler gibi.

Kaymakam uyandığında, başının ağrısı dinmişti, dinmesine de gözleri başka bakıyordu. Yeşil gözler yerine alev alev yanan mangalda ki korlar gelmişti. İçimi bir ürperti aldı. .Her akşam olduğu gibi çocukları öpmek için odalarına çıktı.

“Hatun benim gördüğümü sen de görüyor musun?”

“Yok, Beyim” dedim telaşla.

Aşağıya dönerek seslendi.

– Kahya, Kahya,Yusuf, buraya gel!

– Buyurun efendim!

– Benim gördüğümü sende görüyor musun?

– Neyi efendim!?

– Görmüyor musun be adam? Çocuklarımın üstünde manda var!

Kahya Yusuf, şaşkınlıktan küçük dilini yutarken, ben hayretler içindeyim!

“Yok efendim ben görmüyorum.”

“Beyim” dedim “hepsi yatıyor, hepsi iyiler, bak nasıl mışıl mışıl sesleri geliyor.”

Kafasını tekrar çocukların odasına, uzattı yine aynı hışımla geri çekti. Hızla merdivenlerden aşağıya indi. Bende odama girmiştim ki! Ağah Efendiyi beylik tabancasıyla yukarı çıkarken gördüm.

“Beyim ne oluyor” demeye kalmadan, çocukların odasına giren Ağah efendi, tek tek ateş ederek bütün çocuklarına kıydı. Çocuklarımın kanatları, yer gök, ala boyandı. Bana döndü;

“Bak hatunum mandaları öldürdüm, çocuklarım artık rahat uyuyabilirler.”

Bu acıyı anlatmam imkansız, dünyadaki bütün ayrılıkları, kederleri, hüzünleri, ölümleri üst üste koysalar, semaya merdiven yapsalar, tarifi olmayan bir acı.

Önce beşe bölünmüştüm. Hangisinin başına gitsem! Hangisinin elini tutsam! Hangisine can versem!

“Beyim ne yaptın! Beyim nasıl kıydın!

Ağah efendi çocukların başına geldi. Hepsinin başını okşuyor hangisini öpeceğini bilmeden, yüzünü gözünü kana bulayarak ağlıyordu.

“Manda yokmuş! Manda yokmuş!” dedi, kekeleyerek ve sessizce son defa ateşledi beylik tabancasını. Taş duvarlar! Çocuklarımın canıyla boyandı ala, efendimin kanıyla mimlendi koca konak. Şimdi acım altıya bölünmüştü.

Bütün Feke halkı yas ilan etmiş, ağaçlar içlerinde taşıdıkları gözyaşlarını bembeyaz örtüye bürümüşlerdi. Baharda akıtacaklardı dağa ormana. Zemherinin en acı, en soğuk günleri kaplamıştı bedenimi.

Bakır mangalımın önünde, bakır cezveme koydum kahveyi, düşüncelerim mangaldaki kordan sıcak, kor ısıtmasa da yüreğimi, ellerimi ısıtıyordu.

Iraz hatun ilişti yanıma.

“Hanımım ; o kara gecelerde gördüğün kara çarşaflı kadın, bilesin ki Çerkez Arzu’dan başkası değildir. Ah o kahveyi içmeseydi! Kim bilir nasıl bir büyü yaptı ki beyim bir anda çıldırdı da çocuklarına da kendine de kıydı.”

İki üç gündür süren mide bulantım bir anda ayyuka çıkmıştı. Avlunun köşesine kendimi zor attım. İçimde ki acıyı atamasam da midemde ki bütün ekşiyi atmıştım dışarı. Gözlerim fal taşı gibi açılmıştı.

“Ben de içebilirdim o acı kahveyi..”

Kasıklarıma giren ağrı, dirhem dirhem yayıldı bütün bedenime. Iraz hatun girdi kolumun altına yatağıma getirdi. Aklıma gelen başıma mı geldi, derken hangi günde olduğumuzu sordum Iraz hatuna.

“Perşembe, zemherinin üçüncü perşembesi” dedi .

– Bu ay adet görmedim, yoksa bir şey mi var ben de?

“Yok, hanımım o kadar kederden, elemden sonra onun gelmemesi de gayet normal ” dedi, nurlu yüzüne gülümseme takarak.

Bir ay sonra gebe olduğum anlaşılmıştı.

Babam Feke’nin ileri gelenlerini toplayarak Kara Kaymakamdan gebe olduğumu söylemiş, kızı hakkında en ufak bir dedikodu çıkaranı Adana’da yaşatmayacağını bildirmişti.

Doğumdan önce Iraz hatunun, büyük oğluyla nikâhım kıyıldı.

Oğlum dünyaya geldiğinde, adını Ağah koydum.

Küçük Ağah, koca konağın bebeği olmuştu. El bebek gül bebek büyütüldü. Iraz hatun bir babaanne şefkatiyle yaklaştı, konağın çalışanları ağabey, abla hatta anne babası oldular. Şımardıkça şımardı, hınzırlıkta sınır tanımadı. Büyüdükçe azdı, annesi olarak illallah eder olmuştum.

Bir gün eve körkütük sarhoş geldi, onu o halde gördüğümde,

“Ağah” dedim bir gözü yarı açık bir gözü kapalı, alt dudağı yerde, üst dudağı patlamış, uzun kumral saçları kusmuğa bulanmış, ayaklarının biri gidelim diyor, biri kal annemi dinle diyor.

“Allahım seni iyi etsin” dedim.

O devam etti, atlara bile içki içirir olmuştu. Kumarda neyi var neyi yoksa kaybetmişti. Tarlalar, bağlar, bahçeler, altınlar, akçeler suyunu çekmiş altından girip üstünden çıkmıştı.

Koca konak da elimizden gitmişti. Tek gözlü bir odaya sığınmıştık. Artık ırgatlık yaparak geçimini sağlıyordu. Buldukça içkisini içiyor kumarını oynuyordu.

Hocanın sesi minareden tüm Feke’yi sabah namazına kaldırırken, bizimkine ninni gibi geliyordu.

Anlattığına göre yol kenarında sızmış, tatlı tatlı rüyalar görürken bir şeyler kafasına inip kalkıyormuş.

– Seni ayyaş seni, seni sarhoş seni! Miskiiiiiinnn gah oradan! Senin ne işin var bizim sarı gızınn altında!

Istırapla açmış gözlerini, tam topuklayacakmış ki değmiş gözleri, dayakçının gözlerine. Kafasına sardığı oyalı yazma, yay gibi kaşlarının üstünde çiçekler açtırmış. Kirpikleri yaylara ok gibi gerilmiş, çakmak çakmak kara gözler, yakmış beyimizi.

“Şoracıkta kıvrılmıştım” derken, etrafına göz atıyormuş.

Yol kenarı ne ara ahır olmuş, ne ara girmişte kendini sarı gızla yatar bulmuş?

Kız elinde ki pabucu bir kez daha vurmuş sırtına. “Çıh şoradan deyyus” bakmış kız bir şeyler aranıyor kazma kürek kenarda duruyor.

Tabana kuvvet kaçmış. Kendini eve attığında, iki abdest aldı, oturup namazını kıldı.

Tam bir ay olmuştu ağzına o zıggımı sürmeyeli. Çalışıyor, kazandığını getirip bana veriyordu. Babası gibi boylu posluydu, tuttuğunu koparıyordu. Ben onun nasıl bir anda değiştiğine anlam veremiyordum.

Küçük Ağah çalışıyor, çalıştıkça, kazanıyordu. Bir akşam yatsı namazı geçmeden eve geldi.

“Yarın git bana Memet Efendinin kızı Ayşe’yi iste” dedi.”

“Eyi de oğlum, verirler mi?” Deyip etrafıma baktım.

“Verecekler, var git iste.”

Mehmet efendi ,hatırı sayılır Feke’nin zenginlerindendi. Bir zamanlar, bizim beyin de iyi arkadaşıydı. Daha ben istemeden o kızını verdi. Kara Kaymakamın hala hatırı vardı.

Meğer benim oğlan Ayşe’yle sözleşmiş.

“Ayşe, buna eğer içkiyi, kumarı bırakmazsan ben de varırım, Kozan ağasının oğluna,” demiş.

Kısa zamanda düğün dernek yapıldı.

Küçük Ağah büyümüştü, o toprağa emek verdikçe toprak ona vermişti. Yanında çalışanlar bir iken on olmuştu. Önce Ayşe’ye, sonra Allah’a yanmıştı.

Toprağı her avuçladığında altın dökülüyordu parmaklarının arasından, Çukurova, onu o kadar çok sevmişti ki emek emek işlendiğinde, akçe akçe geri veriyordu.

Yıllar sonra geri döndüm koca konağa, avlusunda karşıladı beni, ateşten gülen gözleriyle bakır mangalım.

 Bu sefer konak giyinmişti gelinliğini. Küçük gelin gibi, her odasında saklambaç oynarken, bir odasında yavrularımı bir odasında Ağah Efendiyi bulmayı diledim.

Bir zamanlar çocuklarımın, kahkahalarıyla doldurdukları avluyu, şimdi torunlarım şenlendiriyordu.

Zeynep Mete UÇAK

 

 

Zeynep Güneş
Zeynep Mete Ucak kimdir? Yazı Atölyesi Yazarı... İlgi çekici kurgular, Akıcı bir dil. Kendinizi kaptıracağınız, başından itibaren merak uyandıracak çarpıcı hikayeler...sürükleyen öyküler ve halka şiirler yazan Realist, farklı, muhalif Şiir ve Öykü Yazarı
BİR YORUM YAZIN
ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.