Günün Hikayesi | Ağanın Asil İti ve Amele | Erhan Palabıyık
Öykü
Amik Ovası, kibrit çalıp tutuşturulmuş firez tarlası gibi yanıyordu. Toprak, su her şey buharlaşmış, Alaaddin’in sihirli lambasından çıkan sarıklı dev gibi yukarı doğru yükseliyordu. Ova değil de sanki bir göldü, gerçi ovanın hemen yanında Amik Gölü vardı. Gökyüzünü bir sis gibi kaplayan nem, Barişe Dağı’na çarpıp Reyhanlı Yenişehir Gölü’ne düşüyordu. Göl kenarındaki okaliptüs ağaçları kafayı bulmuş sarhoş adam gibi sarsılıyor, dallarını, yapraklarını sallıyordu. Sıcaktan kömür karası olan insanları, birbirinden ayırt etmek zordu. Arap’ı, Kürt’ü, Türkmen’i, Çerkez’i, hepsi tandırda yanan taze ekmek gibi kapkara olmuşlardı. Pamuk toplayan emekçi kadınlar, çocuklar, sıcaktan kavrulmamak için başlarını, yüzlerini, boyunlarını dolakla sıkıca sarmışlardı, ama içinde yanıyorlardı. Sadece gözleri gözüküyordu, tıpkı kar maskesi giymiş birer soyguncu gibiydiler.
Tarlaların başındaki su kuyular da olmasa ameleler tutuşacaklardı. “Keremin arpa tarlası gibi tutuşmuş” sözü, Amik Ovası’nın insanları için söylenmişti sanki. Elleri nasırlaşmış, yüzleri kırış kırış olmuş bu insanlar, hem doğayla, hem de ağalarla, yoksullukla, sömürüyle, eşitsizlikle, haksızlıkla savaşıyorlardı. Yüzyıllardır süre gelen, ezenlerle ezilenlerin savaşıydı bu. Kimin kazanıp kimin kaybettiği belli olmayan bu savaşta, kimi zaman el açanlar, ezilenler el açtırıyor, kimi zaman da el açtıran ezenler, sömürenler el açıyordu. Ağalar, yine çiftliklerinde keyif çatıyor, yoksullar da yine ağaların tarlalarında ırgatlık ediyorlardı. Yeni doğan bebeklerin, ana rahminde doğmayı bekleyen bebeklerin bile savaştıkları, bir savaş meydanıydı Amik Ovası. Çünkü analar hamilede olsa tarlalarda amelelik yapıyorlardı. Yeni doğmuş bebelerini sırtlarına sıkıcı bağlayıp günboyu pamuk toplayıp, haral dolduruyorlardı. Bebekleri pamuk tarlasının bir yerine bıraktıklarında ya yılan sokup öldürüyor, yada sivri sinekler kemiriyordu. Bebekler bu bitmez tükenmez kavganın yeni asker adayları gibiydiler. Açlık, ter, emek, zulüm… Ağalarla, Çavuşlarla, sıcakla mücadele eden anaları, babalarına benziyorlardı.
Amik Ovası cayır cayır yanarken ameleler gidip oralarda bir kez olsun yıkanamıyordu. Ağaların vekilleri ellerinde mavzerlerle dolaşıp durur tarlayı terk edeni korkutmak için ateş ederlerdi. Açık tarlalarda tıpkı köleler gibi sabahın erken saatinden akşam günbatımına kadar çalışmak zorundaydılar. Ağaların vekilleri günlük olarak çiftliklere giderek ağaları bilgilendirirlerdi. Vekiller ağalardan sonra ikinci küçük tanrılardı. Vekiller ağaların adına her türlü yetkiyi kullanıp tülüm yapar, adam vururlardı.
Yine böyle bir yaz gününde Hasan Ağa, çiftliğindeki çamların arasına kurduğu hamağında, nargilesini fokurdatıp ağır ağır sallanıyordu. Bir yandan da tarlasında pamuk toplayan ameleleri gözetliyordu. Çiftliğin her tarafı çam ağaçlarıyla çevriliydi ve adeta sonbahar gibi esiyordu ağaçlar. Hasan Ağa, Harbiye işi beyaz ipek mintanının düğmelerini açmış, kıllı göğsü ortaya çıkmıştı. Hamağın üstüne koyduğu ince döşek kaydıkça düzeltiyor, sallanmaya devam ediyordu. Ağaların çiftliklerine hiçbir amelenin, köylünün girmesine asla izin verilmezdi. Ağayla işi olanlar, veya ağanın çağırdığı köylüler girişte beklerdi. Ağaların kurtarılmış bölgesiydi buralar. Adeta etrafı mayınlanmış gibi yasaklar vardı.
Masmavi sularla dolu havuzun içindeki karabalıklar (yayın), sanki havuzun sonunu bulup da özgürlüğüne kavuşmak ister gibi bir o yana, bir bu yana hızla gidip geliyorlardı. Bazen öyle ani bir hareketle dönüyorlardı ki havuzun içine bir adam atlamış gibi “clump!” diye sesler çıkarıyorlardı. Bıyıklarını sıvazlayan birer delikanlı süratle gibi gidip gidip geliyorlardı. Ta ‘ki meze olup ağanın rakı sofrasına gelinceye kadar.
Ameleler, çiftliğin ön tarafındaki tarlada, sıra sıra olmuş pamuk topluyorlardı. Başlarında çavuş, çavuşun başında da ağanın vekili duruyordu. Vekil Sadık, bağıra çağıra etrafa emirler yağdırıyordu. Ameleler, sanki pamuk toplamıyor da yüz metre koşusu yapıyormuş gibiydiler. Elleri adeta mekanikleşmiş, seri bir şekilde hızlı hızlı pamuk topluyorlardı. Sağ ve sol el sürekli işliyor, kar beyazı kozayı aldığı gibi önlüğünün cebine atıyor, tıpkı bir patoz makinesi kayışı gibi çalışıyorlardı. Kimi zaman ellerine pamuk dikeni batıyor, bir başka dikeni iğne gibi kullanıp ellerindeki dikeni anında çıkarıyorlardı. Önlükleri dolunca yün harala doldurulmak üzere götürülüp dökülüyordu.
Haralları doldurmak için genç ameleler seçilirdi. Önce bir amele, ayaklarıyla basa basa haralı dolduruyor, pamuk haralı bir kale gibi yükselince ikisi üçü bir olup basa basa, pamukları preslenmiş hale getiriyorlardı. Önlüklerine tutturdukları kocaman çuvaldızlarla haralın ağzını anında dikiyor ve çavuşu çağırıyorlardı.
İki kişi, omuz kantarının iki ucuna geçip haralı tartıyorlar ve naylonun (römork) üstüne atıyorlardı. Haral, dinlenmeye çalışan aksakallı bir ihtiyar gibi yan yatıp kalıyordu. Amele çavuşu, vekilin yanına gelip defterini çıkarıyor, elindeki kopya kalemine bir “hoh!” yapıp kocaman bir çarpı atıyordu deftere. Ameleler de yeniden pamuk toplamak ve bir haral daha doldurmak için kelebek gibi uçarak gidiyorlardı. Pamuk tarlasının içinde gün boyu süren gizli bir heyecan, rekabet, yarış ve sevinç vardı. Toplanan her gram pamuk, para, demek. Çay, şeker, ilaç demek, elbise, ayakkabı, düğün, düdük, gelecek demekti. Ağalardan kabalaya aydıkları pamuk tarlalarının pamuğunu toplamak için ameleler kendi aralarında aşırı derecede bir rekabete girerlerdi, kim çok pamuk toplarsa onun yevmiyesi daha çok olurdu. Kadınlar erkekler kadar hızlı değillerdi..
Kimi kendine bir dam yaptırmayı, kimi de sözlüsüyle evlenmeyi hayal eder dururdu. Amik Ovası’nın sıcağı, yerdeki taşı bile kav gibi tutuşturmuştu ama ameleler buna hiç aldırmıyor, makine gibi çalışıyorlardı.Tek düşünceleri akşam olunca derme çakma çadıra biran önce ulaşmak ve bir lokma yedikten sonra ertesi sabahın kör karanlığında kalkmak işe hazır olmaktı.
Hasan Ağa, hamağının üstünde sütünü içmiş bir çocuk gibi uyudu kaldı. Ağa, hep böyle uyur kalır, nargilesinin közü ağır ağır söner giderdi. Altın işlemeli bu göz kamaştırıcı nargileyi, Halep’ten getirtmişti. Nargilesinin güzelliğini göstermek için gelen kendisi gibi ağalara, zenginlere, eşraf takımına , misafirlere, mutlaka bu nargileden ikram ederdi… Çam ağaçları sanki rüzgar üretiyor. Bir o yana, bir bu yana esip duruyordu. Ne hikmetse çiftliğin dışı cayır cayır yanarken, içi püfül püfül esiyordu. Köylüler, ameleler, çiftlikteki hayatı, zevki, sefayı merak eder ancak korkudan yaklaşamazlardı. Kimi zaman gizlice çiftliğin yanına sokulup başlarını içeriye soktuklarında kocaman davar köpeklerinin havlamasıyla kaçar giderlerdi. Ağanın adamları, çiftliğin içindeki konağı, içindeki Halep’ten, Şam’dan getirdikleri altın, gümüş eşyaları, mobilyaları, halıları, tabakları, kahve fincanlarını anlata anlata bitiremezlerdi. Sanki adamların ağzından bal akıyor da ameleler de onu yalıyormuş gibi dinler dururlardı. Adamlar yalan bile söylese inanırlardı.
Ağalar, kolay kolay yanlarına bir köylüyü ya da ameleyi çağırmazlar, ne söyleyeceklerse vekilleri aracılığıyla söylerlerdi. Vekiller ağayı temsil eder, ağa kadar da otoriter olurlardı. Çiftliklerin etrafında ne bir çit, ne de duvar olmazdı. Çünkü zaten kimse buralara yanaşmaya cesaret edemezdi. Ağalar, çiftliklerin dört bir tarafına davar itleri bağlarlardı. Bu itler, en küçük bir sese veya harekete kulak kesilir, büyük bir gürültüyle havlarlardı. Ağaların itlerine özel olarak bakılır, itina gösterilirdi. Bu çiftliklere girebilmek için asil olmak, büyük adam olmak gerekirdi.
Çiftliklerin giriş kapısına, kocaman harflerle ağaların adları yazılırdı.Hasan ağa,, Mehmet ağa, Kemal ağa çiftliği gibi. Nedense yoksulların kapısında hiç Yoksul Ahmet, Ezilen Mehmet, Kimsesiz ,sömürülen Ali yazmazdı. Emekçilere verilen unvanlar gariban, yoksul, cıbır, kimsesiz, köylü, ırgattı. Allah’ın adaletinin, Amik Ovası’na yansıması böyle oluyordu herhal… Bu büyük kapılardan ağalar, beyler, paşalar, valiler, kaymakamlar, büyük kumandanlar, soylular girip çıkarlardı,buralar ne günahlara, ne zulümlere, acılara, işkencelere tanıklık etmişti. Ağalar, kaçakçılık yapan sırtçıların Halep’ten, Şam’dan getirdikleri eşyalarla donattıkları konaklarında, Antakya’dan, Belen’den, İskenderun’dan, Halep’ten, Şam’dan, İdlip’ten gelen büyük adamlar ağırlanırdı. Yenilenen, işçilenin haddi hesabı olmazdı, kesilen koyunlar, danalar, kazlar, ördekler balıkların haddi hesabı olmazdı, buralarda bir gecede yenilenleri, bir yılda yemezdi Amik yoksulları yoksullar.
Renk renk giyinmiş hanımlar, adeta tavus kuşuna benzerlerdi. Dışardan gelen asillerin yanı sıra gelen yerli asiller, Türkçe’yi ve Arapça’yı tamamen unutur, onlar gibi Fransızca konuşurlardı. Ne de olsa bu erkan, Fransız işbirlikçileriydiler. Bir de Fransız komutan gelse, sen gör o zaman curcunayı mehteran takımı gelirdi onları karşılamaya. Arap müzisyenlerin çaldıkları birbirinden güzel,oynak havalarıyla, esrar içmiş gibi kendilerinden geçerdi gelenler.
Ağaların, Beylerin, Paşaların kullandıkları jeepler, faytonlar da pek alımlıydı. Faytonlar bile altından, gümüşten yapılan işlemelerle süslüydü. Ağaların, hem Amik Ovası’nda, hem de devletin nezdinde dokunulmazlıkları vardı. Ne de olsa onlar, asil insanlardı. Onları anaları doğurmamış, altın, gümüş tanrısı tarafından yaratılmışlardı. Ayaklarındaki mahmuzlu uzun çizmeler bile asildi. O, yanlarından hiç eksik etmedikleri hezeryan sopaları o, şaklattıkları kırbaçlar da asillere mahsustu elbette. Tanrılarının yeryüzündeki temsilcileriydi bunlar.Yoksullar ayaklarındaki kara lastiklerden yırtık veya yamalıklı göyneklerden,kafalarına taktıkları dolaklardan tanınırdı.
Devletin tüm ileri gelenleri bunların, bir dediklerini iki etmezlerdi. Tanrı buyruğu gibi derhal yerine getirilerdi. Yoksa yerlerden yer beğensindi kendisine idareciler. Sen yerine getirmezsen, getirecek adam mı yoktu devlette, Gelsin başkası. Ağa çiftliklerinden etrafa yayılan eğlence ve müzik sesleri, yoksulun açlık gurultularını bastırmak içindi adeta. Geceyi ikiye bölen mavzer sesleri de yoksulları korkutur, sindirirdi.Fransızlar Hatayı işgal ettikleri günden bu yana Ağalarda onlarla birlikte hareket ediyor,uçsuz ve bucaksız Amik Ovasının her yerini ekip,biçiyorlardı,yoksuller,emekçiler ise ağaların tarlalarında çalışan amele olmaktan öteye gidemiyorlardı,topraksız oldukları kadarda mücadele etmekten yoksundular.
Amik Ovası kan kusarken Ağalar, ballarla böreklerle yetinmez, çevre köylerin güzel kızlarını da meze ederlerdi içki sofralarında. Bakir genç kızlar, çerezdi onlar için. Ne olacaktı ki? Bir gecede, tuzsuz yoğurt gibi bozulacaklar mıydı asaletleri sanki? Can korkusundan, kimseler sesini çıkaramazdı. Çoğu köylü, namusları elden gitmesin diye ağalardan, çiftliklerden çok uzaklara yerleşirler, hatta göç edip giderlerdi. Amik Gölünün sazlık bölgelerine kurdukları kamıştan evlerde adeta bir cezaevi kaçkını gibi yaşarlardı. Ağalar, Allah olmuştu, kurdukları sistem ve otoriteleri heryerde geçerliydi, arkalarına aldıkları Fransız emperyalistlerinin acımasız askeri gücünü her alanda kullanmaktan çekinmiyorlardı, Fransızların Afrika kıtasından getirdikleri lejyonerler ve yerli işbirlikçiler her gün birkaç köyü ve mezraya basıp köylüleri öldürmekten geri kalmıyorlardı.
Hatay işgal edilmiş, ama Ağaların umrunda mıydı? Mallarına mal, mülklerine mülk katmış zengin olmuşlardı. Yüzbinlerce dönüm tarlaları ekmekle kalmayıp, Amik Gölünün ortasına kayıklarla attıkları büyük taşlarla gölü parselliyorlardı. Köylünün temel geçim kaynağı olan balıkçılığı bile ellerinden alıyorlardı.
Köylüler, yüzyıllardır ağalara boyun eğmiş, diz çökmüşlerdi. Zaten büyükleri de ağalara itaat etmeyi öğretmişti küçüklerine. Ağaya itaat etmek, Allah’a itaat etmek kadar sevap ve öncelikliydi. Önce Allah’a iman, sonra ağaya itaat edeceksin. Ağaya itaat etmeyen, Allah’a iman etmemiş olurdu… Yazgılar kömür karasıyla yazılmıştı, eğri büğrü, kapkara. Afrikada’ki köleler gibi Köylülerin ve amelelerin ayaklarında prangalar yoktu, ama boyunlarında, ağanın istediği zaman çekebileceği gözle görülmeyen tanrısal, kutsal zincirleri vardı.
Ağalar, o kadar da merhametsiz değillerdi açlıktan gebermeyecekleri kadar çerle-çöple doyuruyorlar, üstlerini örtüyorlardı. Kendi artıkları, köylülere yetip de artıyordu bile… Amik Ovası, Tanrı tarafından ağalara tapulanmıştı sanki. Tarlalarda, çiftliklerde, Afrin Nehrinde, Asi Nehrinde, Sarısu’da, Karasu’da hatta hatta Amanos Dağı’nda bile ağaların borusu ötüyordu. Dağlar taşlar, uçan kuşlar ağalardan sorulurdu. Yazın aşırı sıcaklarında Ağalar Beylana yerleşip,orada soğuk oluk yaylasında kalırlardı.
Amik Ovası’nda öyle bir çelikten yapılmış çarklar kurulmuştu ki yüzyıllardır durmadan dönüyor, bir türlü dişlileri kırılmıyordu. Zulüm ve sömürü çarkları yoksulları, kimsesizleri bir torba buğday, gibi öğütüp savuruyordu Amanos’un karlı eteklerine. Yoksullar, bir gün bu çark kırılır da durur diye bekleşip duruyorlardı, sığırcık sürüleri gibi, birbirlerine düşmanlık etmekten,kin ve nefret duymaktan da geri kalmıyorlardı. Ağalara hizmet için yarışıyorlardı. Köylüler boşuna bekleşiyorlardı. Mesih gökyüzünden veya Spartaküs Romadan gelip onları kurtarmayacaktı elbette.
Sömürünün ve zulmün çarkı, çelikten, elmastan yapılmıştı. Kırılması olanaksızdı. Ağalar, Amanos Dağı’nı bile zapt etmişlerdi. Dağın eteğine kurdukları Belen Yaylası, zulmün kartal yuvasıydı. Amik’in sıcağından korunmak için Belen’e gelirlerdi ağalar. Yoksulları ise ne Amik’in sıcağından, ne de ağaların zulmünden koruyacak bir Amanos yaratılmamıştı henüz. Ağalar, on binlerce dönüm tarlayı ekip, biçip, har vurup harman savururken, yoksullar da onlardan artık kalan birkaç dönüm tarlayı ekip biçmeyi nimet sayıyorlardı. Ağaların ellerinin, eteklerinin artıkları ne bulunmaz bir nimetti? Şükrediyordu yoksullar… Dualar Allah için değil de karınlarını doyuran ağalar içindi. Allah, uzun ömürler versindi ağalara, geri kalanı kendilerine,böylesi teslimiyetçi bir anlayışta böcek gibi yaşayıp,yuvarlanıp gidiyorlardı, betirin beteri vardı,bugüne şükretmek gerekmez miydi? Hatta Allah onların ömründen ömürlerini alsın, ağalara versindi.
Gaipten gelecek sesi bekleyen bir yobaz gibiydiler. Sanki örgütlenmek, birlik beraberlik içinde olmak için bir ses bekliyorlardı. Bu bekleyişleri kim bilir daha kaç bin yıl sürecekti? Amik Gölü de ağalar tarafından parsellenmişti. Gölden balık tutan köylüler, bunların yarısını haraç olarak çiftliklere vermek zorundaydı. Yoksa bir kör kurşuna kurban gidebilirlerdi. Köylüler, Asi’den, Muratdan, Afrin’den, Karasu’dan, Sarısu’dan getirdikleri suların kurtlarını temizleyip içerken, ağalar da hamaklarında buz gibi rakılarını yudumlayıp sallanırlardı… Birileri kundura giyerken diğerleri kara lastiğe razıydı. Yinede bu hallerinden pek şikâyetçi değillerdi. Şikâyetçi olanların ise boğazları, ağaların elleriyle sıkılmış ve bir torba ağzı gibi büzülüp bir köşeye atılmıştı. Ne biçim yaşam, ne biçim kaderdi bu,kim yazmıştı bu kara ,bilinmez yazgıyı acaba? Kimse bilmiyor, sormak da istemiyorlardı.
Reyhanlı caddelerinden gelip geçen ağaları görenler, hemen ayağa kalkıp esas duruşa geçerler ve öyle put gibi durup beklerlerdi. Kimi zaman ağalar, selam bile vermeden geçerler ancak köylüler, sanki ağa selam vermiş gibi “Aleyküm selaaam ağam!” diyerek yüksek sesle selam alırlardı. Ağa değil de Azrail ve adamları geçiyormuş gibi korkardı Reyhanlı’lılar. Ağa geçerken ayağa kalkmayanlar ve selamını almayanlar ise ağanın atının asil atlarının nalları altında ezilerek cezalandırılırdı. Ağalar çamur çiğner gibi atlarıyla çiğnerdi emekçileri, yoksulları,öyle bir feodal düzen kurulmuştu ki Amik Ovasında bunu yıkmaya hiç kimselerin gücü yetmezdi. Yedikleri kırbaçlarla, büğelek sokmuş gibi böğürürlerdi. Şimdiye kadar kim ağaya saygıda kusur etmişse Amik Ovası’nda barınamamış, çekip gitmiş veya bir gün kör kurşuna kurbay gitmişti, Reyhanlıya kurulan yerel pazarda her hafta birkaç köylü ağaların adamlarının kurşunlarına hedef olurdu,ibret olsun,diyede öldürülenler akşama kadar orada bırakılırdı, nasıl olur da ağanın aleyhinde konuşursun işte sonun böyle olur denmek isteniyordu,korku toplumu yaratılmıştı Ağalar tarafından. Ağaların atlarının nallarının çivilerinden çıkan sesler bile bu yoksulları korkutmaya yeter de artardı.
Ağaların çiftlikleri, kurtarılmış bölgeleriydi. Fransızlar, ovayı işgal etmişler, ağalar da onların işbirlikçileriydi. Buralarda devletin, hükümetlerin hükmü geçmez ve işlemezdi. Tek geçerli olan, ağaların koydukları kurallar ve kanunlardı. Zaten kanunlar da yoksullar için değil miydi? Ağalar, ellerini kaldırsa, kullar tarafından emir sayılıp yerine getirilmiyor muydu? Yabancıların ve misafirlerin yanında son derece kibar, görgülü asil görünen bu ağaların, ağızları birer lağım gibiydi. Çiftliklerinde akşama kadar,ana avrat söverlerdi.
Bunların karıları da bir garipti. Kökenleri köylüydü ama bir asil gibi davranmaya çalışırlardı. Kibar olmak için öyle çaba harcarlardı ki bir amelenin, pamuk toplarken gün boyu harcadığı enerjiyi harcar, yine de beceremezlerdi. Soytarı gibi giyinirler, kimi zaman kibar, kimi zaman da Amikli gibi konuşurlardı. Ne yapsalar görgüsüzlüklerini gizleyemez, başarısız olurlardı.
Giyimleri, kuşamları, konuşmaları, her şeyleri yapmacık ve taklitti. Yani iyi kazısan, bunların asilliklerinin altındaki ,görgüsüzlük ve cehalet ortaya çıkıverirdi… Her ağanın bir kaç eşkıyası ve yüzlerce sırtçısı olurdu. Ağalar, bunları besler, gerektiğinde de kullanırdı. Reyhanlı, Kuseyri, Yayladağı sınırlarında vurulup ölen, yaralanan binlerce sırtçı, ağaların adamlarıydı. Çalıp çarpıp ağalara getiren ve Kürt dağında saklananlar da ağaların eşkıyalarıydı. Ağalar, eşkıyalara at, silah ve bol altın verir, gerektiğinde kullanırlardı.
Geceleri el ayak çekilince ağaların vekilleri, itlerin uzun zincirlerini çözüp çiftliğin içine salarlardı. Çiftliğin etrafında serbestçe dolaşan itler, ne bulurlarsa parçalayıp geçerlerdi. Kimi zaman tarlalara salınmış malları, davarları parçalar, karınlarını doyurup dönerlerdi. Malları için şikayetçi olanları ağa: “Çiftliğime girmişler” diyerek jandarmaya ihbar ederdi. Ağaların zırhı, Fransız jandarmalardı. Jandarma da mal sahibini alır götürür, falakaya yatırır ve ayaklarının altı kara lastiğe dönünceye kadar falakaya yatırır döverdi.
Ağalardan davacı olan adamdan, bir daha haber alınamazdı. Akıbeti meçhul olurdu bunların. Çiftliklerde beslenen itler, sadece çiftlikte barınanlara dokunmazlar, onların dışındaki herkese, her canlıya saldırırlardı. Bazen vekiller, itleri mahsustan ortalığa salar, etrafa saçtıkları dehşeti seyrederlerdi. Hasan Ağanın da itleri vardı. Zaten nesi yoktu ki? Her şeyi vardı.
Ameleler, sıcaktan boğulmuş, amele çavuşu dinlenme arası vermişti. Afrin Nehri’nden saç fıçılarla getirilen kurtlu suları ayıklayıp kana kana içiyorlar fakat bir türlü serinlemiyorlardı. Ayakları, kara lastiğin içinde vıcık vıcık olmuştu terden, şalvarların ortası sanki ıslatılmış gibiydi. Kuruyan terler tuza dönüşüyor, şalvarın ortasında beyaz bir şerit gibi iz bırakıyordu.Bir zamanlar Çukurova’da ırgatlık yapan ünlü Romancı Yaşar Kemal’in “Bakın şu sarı sıcak, bir çökmüş ki insanın kemiklerini kavuruyor, eritiyor,” dediği yer sanki burasıydı. Ağalar için Beyaz altın, emekçi içinse işkence olan üründü pamuk.. Ağalar hasat sonrası kimi İstanbu’la gider boğazda yemeğini yer,ünlü gazinolarda eğlenir tekrar ovaya dönerlerdi.
Koltuk altları ise zaten birer tuz ocağıydı. İçtikleri sudan, ellerine yüzlerine çarpıp serinlemeye çalıştılar. Amik Ovası’nda pamuk toplayanlar, genellikle Urfalıydı. Trenlerle, kamyonlarla Çukurova’ya, Amik Ovası’na gelen yüzbinlerce pamuk amelesinin kaderleri ortaktı. Bu yıl Urfa’dan, Alo(Ali) de gelmişti Amik Ovası’na. Alo, saf ve temiz bir delikanlıydı.
Amik Ovası’nın gelen emekçiler buraların törelerini, adetlerini bilmez, anlamazdı. O, sadece toplayabildiği kadar pamuk toplayıp para biriktirmeyi ve köyünden güzel bir kız almayı düşünürdü. Tarlaya herkesten önce gelir, kocaman önlüğünü ak pamuklarla doldurur, amele çavuşuna bir çarpı daha attırırdı. Urfalılar, motor gibi çalışırdı ama Alo, uçak motoru gibi çalışırdı. Dinlenme aralarında herkes dinlenirken o, pamuk toplarönlüğünü doldurur harala boşaltırdı.. Çoğu kez amele çavuşu, Alo’yu azarlar ve dinlenmesini söylerdi. Kimselerle konuşmaz, işini yapar, hayaller kurardı Alo. Çavuşun defterinde en çok kopya kalemle çarpı Alo’nun sayfasıydı.
Akşam olup da herkes işi bıraktığında bile Alo, pamuk toplamaya devam eder, çavuşa bir çarpı daha attırırdı.Sonra kendi kurduğuyarı naylon,yarı bez çadırına gider, yemeğini hazırlar, çayını demlerdi. Memleketinden getirdiği birkaç parça alüminyum tencere, çaydanlık, kaşık, tas, tabak, bir şilte yorgan, bir ince içi çaput dolu döşek ve yastıkla idare ederdi. Yiyip içtikten sonra bulaşıklarını da ibriğe doldurduğu su ile yıkar, erkenden yatardı.
Kimi zaman Amik Ovası’na sabahları öyle bir çiy düşerdi ki pamuklar yağmur yağmışçasına ıslanırdı. Çiy düştüğünde amele pamuk toplamazdı. Amele çavuşu pamuğu kontrol eder, izin verirse toplanırdı. Bazen çiy düşmüş pamukları da toplarlar, haralların en altına basarlardı. Çiy düşen pamuk, kilo döverdi çünkü. Fabrika sahipleri ya da tüccarlar, çiy düşmüş pamuğu almamak için kimi zaman haralları açıp dökerler, kızar, bağırır çağırırlardı.
Alo, her sabah olduğu gibi erkenden kalkıp uyanıp tarlaya gitti, elbiseleriyle yatıp kalkardı zaten. Yine hızlı hızlı pamuk topluyordu. Semah oynayan bir semazen gibi ellerinin birisi iniyor, diğeri kalkıyordu. Birdenbire karnına bir ağrı girdi ve iki büklüm oldu. İşi bırakmamak için bir süre dayandı ama sonunda, koşarak tarlanın en kuytu yerine gitti ve şalvarının ipini aceleyle çözüp pamukların arasına çömeldi… Ameleler, ihtiyaç gidermek için bile çavuştan izin almak zorundaydılar. Kadınlar, ne olur ne olmaz diye gruplar halinde giderlerdi tuvalet ihtiyaçları için. Alo, geri dönüp tekrar pamuk toplamaya başladı. Aradan birkaç dakika geçmişti ki yine bir sancıyla kıvrandı, eliyle karnın ovuşturdu, yere eğilip kalktı ama boşuna içtikleri sudandı Afrin’den, Asi’den. Amik Gölünden getirilen içme sularındaki kurtlar karın ağrısı ve kusmaya neden oluyordu. Çocuklar bile bu sudan içiyorlardı,tarlalarda çalışanlar genelde aile olarak ovaya gelip pamuk bitene kadar ortak çalışırlardı, kurdukları ilkel çadırlarda sezon sonuna kadar kalıp memleketlerine dönerlerdi. Aydınlatma, tuvalet, banyo, çamaşır, içme suyu önemli bir sorunda, akşamları çadırların önlerine yaktıkları ateşten yararlanıp hem yemeklerini yapar. Hem aydınlatma olarak kullanırlardı. Ağaların çiftliklerinde lüks lambaları ortalığı aydınlatırdı.
Alo,böyle birkaç kez, tarlanın kuytu yerlerine gitti, geldi. Çavuş, Alo’nun sık sık gidip geldiğini görünce yanına çağırıp: “Ne oldi Alo? Motor mi bozuldi de gidip geliysen?” diye sordu. Alo: “Çavişim. Vallahi garnim ağriyi. Sankim garnimde itler boğişiyi, garnimin içini yiyirler.” dedi kıvranarak. Çavuş: “Sen daha bu ovayı tanımiysin Alo, içtiğin, Afrin suyudir, hamramat suyu değil.” deyip kıs kıs güldü… Afrin Nehrinden getirilen kurtlu sular, tülbentlerden süzülüp öyle içilirdi. Tüm ovadakiler sıtmaya, koleraya yakalanırdı. Sanki karınlarında bir kurt ordusu olur da karınlarını yerdi.
Ağalar, kanlarını somurur, kurtlar da karınlarını kemirirdi. Her ikisinden de çeker dururlardı. Alo, tarlaların içine gidip geliyor, pisliğinin üstünü de toprakla ya da keseklerle örtüyordu. Amelyeler, bunlara mayın diyorlardı. Bazen bilmeden birinin pisliğine basıp geçerlerdi. O zaman: “Oğlim. Görmiy misin gocaman mayini de basiysen?” deyip kahkahalarla gülerlerdi. Kimileri de: “Burasi Kilis sınıri. Candarma mayinine bastin. Ayagin topukdan gopdi. Şindi boki yedin loo!” deyip alay eder, şaka yapar gülerlerdi. Yoksa buralarda gün, saat, dakikalar geçmezdi.Ovada geçirecekleri birkaç ay onlar için bir işkenceydi, Urfadaki ağalardan buralardada vardı,hemde bolca,çiftliklerin giriş kapılarında kim olduğunu görmek mümkündü ağaların..
Çiftlikteki davar itlerden birisinin, bağlı bulunduğu zincirin bir halkası iyice açılmış, kopmak üzereydi. İt, zincirin kopmasını ister gibi bir ileri, bir geri hızla gidip geliyordu,iyice gerilen zincirin halkası her seferinde açılıyordu. Bu güçlü kuvvetli itler elli, altmış kiloya yakın olur, geriden görenler, bunları davar sanırdı. Vekil, bunları gezdirirken zor zapt ederdi. Hele yallarını verirken adamı parçalayacak gibi saldırır, vekil bile uzak dururdu bu itlerden. Dört it, bir başladılar mı öyle bir gürültü çıkarırlardı havlamaları, çiftliğin içinde çam ağaçlarına çarpıp yankılanırdı.
Sanki dört it değil de yüzlerce it varmış gibi ürkütücü sesler çıkarır, duyanları dehşete düşürürlerdi. Davar itlerinden alnı ve döşü siyah olanına, kara it derlerdi. Vekil onu: “Kara kara! Geh geh!” diye çağırırdı. Çok yaman olan kara itin gözleri kızarır, kulakları dikilirdi. Ayaklarını bir yay gibi gerer, dilini dışarı sarkıtırdı. Beli bir vadi gibi olan itin, uzun ve keskin dişleri de çok korkunçtu. Kara it, asıldıkça asılıyor, zincirin halkasını iyice açıyordu. Sanki bilerek yapıyordu, bir insan gibi. Kimi zaman etrafında fır dönüp yerdeki otları ve toprağı dümdüz ediyordu.
Tırnaklarını bir makina gibi
kullanıp toprağın en tazesini ve ıslağını çıkarıp yığıyordu. Kudurmuş gibiydi
adeta. Uzakta bir şey görmüş de gözüne kestirmiş gibi bir hali vardı… Alo, o
kadar çok gitti geldi ki tarlada etmediği yer kalmadı.
Ameleler: “Alo loo! Maşallah eyi çalışiysen. Her yeri mayinledin. Biz nerden
gedip geleceğiz? Mahsur kaldık burada!” deyip kadını erkek gülüşüyorlardı.
Etrafa öyle bir koku yayılıyordu ki sanki milyon tane insan, buralara mayın
döşemişti. Sıcaktan her şey kokuyordu.Zaten Suriye sınırı mayınlı
değilmiydi?Hergün onlarca kaçıkçının karşıya geçip silah,tütün,incik,boncuk
,çay,şeker gibi şeyler getirdiği bu mayınlarla dolu alanlarda
ölenler,yaralananlar oluyordu,ağalar sırtçılarının getirdiği bu eşyaları alıp
piyasada sattırıyorlardı,mayına basıp ölen cesetleri parça parça olan günlerce
sırtçıların ölüsüne dahi kimseler sahip çıkamıyordu,kurda,kuşa yem olan bu
sırtçılar ölümle adeta alay edercesine karşıya geçip geliyorlardı,ağalar
sırtçıların sırtından yüzbinlerce lira para kazanıyorlardı.
İnsanı eriten bu sıcaklardan dolayı yiyecekler, içecekler, hatta tuz bile bozulurdu bu ovada. Hani, “tuzu kurtlanmış” derler ya işte tam buraya göre söylenmiş bir sözdü… Ağanın, çiftliğiyle tarlasının arası çok yakındı. Yedi bin dönümlük tarlanın sahibiydi Hasan Ağa. Babası da ağaydı. Tıpkı bir saltanat gibiydi bu ağalık,beylik düzeni,anlışlıkla bir garibana,yoksula geçmiyordu sistem. Ameleler, arı gibi çalışıyorlardı ama Hasan Ağanın yedi bin dönümlük pamuğu, hiç bitmeyecek gibi görünüyordu,ucu,bucağı görünmeyen tarlalarda binlerce emekçi insan çalışıyordu. Tıpkı bir makine gibiydi emekçiler,yaktıkları şey sadece emekleri ve terleriy de yakıt olarak bunu kullanan ve ağalara kar olarak sunan bu yoksul insanlar, her yıl ovaya gelip mevsimlik olarak çalışılıp gidiyorlardı. İçlerinden ovada kalıp yerleşenlerde oluyordu kimim zamanlar. Amik Ovası’nda hiçbir ağanın, bir kere olsun eğilip de toprağı avuçladıkları görülmemişti. Takım elbilerle, ipek gömleklerle, parlak iskarpinlerle, fötr şapkalarla hava atıp gezerlerdi günboyu jeeplerle.
Tam bir asalak gibi yaşardı ağalar. Her işlerini, vekiller yapar çatardı,resmi işlerini bir telefonla hallederlerdi. Her çiftlikte iki ağa bulunurdu sanki. Biri elini sıcak sudan soğuk suya sokmayan gerçek ağa, diğeri de her işe koşan ve ağa kadar saygı gören vekildi. Ağalar, pamuklar toplanıp da paraları aldılar mı doğruca Halepe, Lübnan’a gidip uzun süreler oralarda kalıp hovardalık ederlerdi. Sanki buralarda yaptıkları ırz düşmanlığı yetmiyor gibi birde dışarıya giderlerdi. Döndüklerinde de kendi aralarında, yaşadıkları maceraları anlatır dururlardı. Vekil aracılığıyla bunları duyan köylüler de üstüne bir fazla katıp birbirlerine anlatırlardı.
Alo, yine tarlanın bir kenarına çömelmiş, hacet gideriyordu. Kara it, zincirini iyice germişti. Son bir hamleyle zincirin halkasını kopardı ve diğer itlerden birine saldırdı. İki it boğuşmaya başladılar. Onların sesine diğer itler de kulak dikip havlamaya başladılar.
Dört itin gürültüsüne Hasan ağa da uyandı. Alo, hariç tarladaki herkesin dikkati o tarafa yöneldi. Kara itin gözünü kan bürümüştü. Birkaç dakika süren boğuşmanın ardından her iki it de kan içinde kalmışlardı,tortsuz boyun ve sırt bölgelerinden kanlar akıyordu. Kara it, bir an geri çekildi. Arenada dövüşen gladyatör gibiydi. Tüm itlere meydan okuyordu. Aylardır böyle bir anı bekliyordu sanki.
Bir süre kocaman diliyle, yaralarını yalayıp kanlarını temizledi. Sonra birden burnunu yere sürtüp toprağı kokladı. Bir tavşanın ya da davarın kokusunu almış gibi delicesine, tarlalara doğru seyirmeye başladı,sanki bir şeyin kukusunu almıştı. Kara it, amelelere doğru koşarken bir anda gözden kaybolmuştu.
Ameleler itin korkusundan paniğe kapılıp, hemen yerden kocaman birer kesek kaptılar ve birbirlerine iyice yaklaştılar. Kara itin nereden çıkacağı belli değildi pamuk dallarından anlıyorlardı itin ne tarafa gittiğini,it seğirdikçe pamuk dalları sağa,sola yatıyordu.
Herkes korku içinde dört bir tarafı gözetliyordu. Hasan Ağa, kara itin çiftlikten zincirini kırıp kaçtığını görmüştü.Hamağından inip elini alnına koyup tarlalara doğru baktı. İtin, amelelere doğru seğirdiğini görünce rahatladı, yüzünde hafif bir gülümseme oldu, tekrar kalktığı hamağına geri döndü.
Hasan Ağaya, heyecan ve zevk verecek bir şey çıkmıştı. Nargilenin közünü maşayla karıştırıp küçük bir köz buldu ve uzun üfleme sonrası nargilesini yaktı. Hamağına uzanıp, olup biteni seyretmeye koyuldu. İt ortaya çıkmayınca amelelerin aklına birden Alo geldi. Alo’ya doğru koşuyor olabilirdi. Alo ,acaba ne tarafa gitti diye hepsi birden hem bağırıp, hem de sağa sola bakmaya başladılar.
-Alooo,Alooo neredesin ses ver!
– Alo, yere çömelmiş ama bir şey çıkaramıyordu. Oturduğu yerden bir yandan uzanıp uzanıp sağından,solundan pamuk topluyor, yanına yığıyordu. Aloya kalsa geceleri hem uyuyup,hem pamuk toplayacaktı ama mümkün değildi bu!
Hacet Yaparke köyünü ve köyündeki güzel kızları düşünüyordu. Yeni gelmişlerdi ama çok özlemişti köyünü, ilk defa Amik Ovasına pamuk ırgatlığı için gelmişti. Birden duyduğu bir hışırtıyla irkildi. Yılan mı geliyordu acaba ovanın kara yılanları çom meşhurdu. Her yer yılan kaynıyordu Alo yılandan korkuyordu geceleri yılandan, akrepten korunmak için çadırının etrafına bolca kükürt döküp öyle uyuyordu? Acele şalvarını toplayıp ayağa kalktı. Şöyle bir baktı, kara it yıldırım hızıyla kendisine doğru geliyordu. Hemen yerden birkaç kesek kaptı ve pamuk toplayanlara doğru kaçmaya başladı, fakat kaçmak mümkün değildi. İt kendisine yetişmişti bile,ağanın jeepinden daha hızlı kaçıyordu bu it. Alo, ayağa su kanalına takılınca yere düştü,şalvarının ipinden tutmuş öyle kaçıyordu şalvarı dahi bağlayamamıştı Alo, tekrar ayağa kalkınca diğer ameleler onu görmüş ve ellerinde taşlarla, keseklerle ona doğru koşmaya başlamışlardı.
Kara it, Alo’yu tam olarak görünce iyice hızlanıp birden arkasından yetişip bir döş vurup Alo’yu yere yıktı. Alo, can havliyle itten kurtulup ayağa kalktı. Elinde sımsıkı tuttuğu keseği, var gücüyle fırlatıp itin alnının ortasına yapıştırdı. İtin alnından tok bir ses çıktı. İt sersemledi ve bir an olduğu yerde kaldı biran duraksadı. Kafasını sağa sola sallayarak birkaç adım geriledi. Alo, şalvarının cebindeki kemik saplı bıçağı çıkarmaya çalışıyordu, Şalvarın cebi de öyle derindi ki,sanki dipsiz kuyuyudu bir türlü eline geçmiyordu. Kara it, toparlanıp tekrar saldırdı. Alo’yu bacağından yakalayıp ısırdı ve yere serdi. Bacağından pantolonla birlikte bir parça koparınca Alo’yu bıraktı.
Alo, hâlâ cebindeki bıçağı çıkarmaya çalışıyordu. Ameleler, korkudan bir türlü yaklaşamıyor, deliler gibi bağırarak yardım çağırıyorlardı. Hasan Ağa, yardım çığlıklarını duyuyor, pis pis gülüyordu. Nargilesinden çektiği dumanları, ağzında tutup sonra kelebek gibi havaya salıyordu. Kara itin bembeyaz dişleri kızıl kana bulanmıştı. Alo, çektiği acıyla danalar gibi böğürüyor: “Aney! Kurtarın beni!” çığlıkları taaa karşısındaki serin ve erişilmez olan Amanos dağına yankılanıyordu.
Hamağında keyif çatıp gülen ağa, Alo’nun çığlıklarını duyunca kahkahalarla gülmeye başladı. Asil iti, basit bir ameleyi yere sermiş parçalıyordu. Arenada dövüş seyrediyordu sanki ağa. Ne keyifti ama? İt iyice kudurmuştu. Ağa gibi acımasız, merhametsizdi. Her saldırışında bir parça koparıp götürüyordu. Alo’dan Alo, feryat figan, yerlerde sürünerek kaçmaya çalışıyordu. Bir eli hâlâ cebindeydi. Sonunda elini derine sokup can havliyle bıçağa değdirdi ve cebini yırtarcasına çıkardı. İt, tekrar üstüne doğru geliyordu. Çıkardığı sesler ne havlamaya benziyordu, ne hırlamaya. Ağzından köpükler saçılıyordu sanki Alo; “Hoşt!. Hoşt!” diye bağırıyordu. Ancak it, duymuyordu bile. Alo’nun her yeri, acıdan cayır cayır yanıyordu. Asit teknesinin içine düşmüşçesine acılar duyuyordu ama çaresiz kalmıştı. Hemşerileri bir türlü ite yaklaşamıyorlardı. İt değil bir canacardı. Kimselere aldırış etmeden Alo’ya saldırmaya devam ediyordu. Bıçağın sapını iyice kavradı it. Tam üstüne atlayınca bir eliyle boynundan yakaladı. Yukarıya kaldırdı, yoksa bu kezde yüzünü parça parça edecekti it bıçağı arka arkaya boynuna ve itin karnına defalarca saplamaya başladı.
İt sanki dokuz canlıydı önce hiç aldırmadı sanki bıçağı başkasına saplıyordlardı, Onca bıçak yemişti ama hâlâ Alo’ya saldırıyordu. Alo, bu arada göğsünden ısırıldığını farketmedi bile. Bıçağı saplayıp saplayıp çekiyordu. En sonunda kara it yere yığıldı kaldı yerde debelenmeye başladı. Hasan Ağa, Alo’nun asil itine bıçağı sapladığını görmüştü ,kızgınlıkla küfürler ederek hamağından inip ta berilere kadar gelmişti. Çok sinirlenmiş, beti benzi atmıştı. İtini yerde serili görünce iyice kudurdu ağzından köpükler saçmaya ve bu kez bağırıp, çağırararak tüm tarlada pamuk toplayan amelelere ana avrat küfretmeye başladı. Kara itin her yeri kalbur gibi olmuştu,kara deri birden kızıla kesmişti kanlar fışkırıyor, yerde debelenip duruyordu,beyaz pamuklara kan bulaşmıştı. Beyaz altın kanlı altına dönüşmüştü.
-Alo, ayağa kalkıp yerde yarı canlı yatan kara ite son darbelerini defalarca vurdu ve geri çekildi. Alo, kanlar içindeydi. Sanki yedi başlı ejderhayla savaşmış gibi yorulmuş, bitmişti. Amelelerden bir tanesi, koşarak yanına geldi. Arkasından ötekiler de geliyordu. İlk gelen amele: “Ne yaptin sen Alo? Ağanın itini geberttin. Şindi öldük bittik biz,çabuk! Kimse görmeden kaçalım burdan!” diye bağırdı. Ancak Hasan Ağa her şeyi olanı biteni görmüştü. Ameleler bunu bilmiyordu. Alo, büyük bir şok geçiriyordu. Elindeki ve üstündeki kanlara bakıyordu boş boş. Bulutlar gibi bembeyaz olan pamuklar, şimdi kıpkırmızı görünüyordu gözüne,sanki ovadaki tüm itler ona saldırmıştı. Elindeki bıçağa sıkıca sarılmış bırakmıyordu. Sanki it tekrar kalkıp kendisine saldıracaktı. Birden gözleri karardı ve yere yığıldı. Yere düşerken bile elindeki bıçağı bırakmadı. Hâlâ “Hoşt. Hoşt.” diye sayıklıyordu. Kadınlar, kızlar başına toplanıp dövünmeye başladılar. Alo, ölüyor gibiydi. Vekil Sadık, ağanın emriyle koşarak olay yerine gelmişti. Vekil, itten beterdi. Yerde ölü gibi yatan Alo’ya öyle bir baktı ki kimse olmasa oracıkta boğup öldürecekti. Yerde ölü gibi yatan Aloya kızgınlıkla birkaç tekme savurdu.
-Ulan pezevenk ne yaptın sen, ağanın itine dokkunulur mu? Ha ağayı bıçakladın. Ha itini ne farkeder. Bu ağanın malıdır, dedi.
Birkaç amelye, kollarından tutup Alo’yu kaldırmaya çalıştılar. Vekil, bir ona, bir ötekine öyle bir sille savurdu ki herkes bir kenara kaçtı. Vekil: “Ulan. Anasını avradını s….in pezevenkleri! Ağanın itini öldürmek, ne bok yemek ha? Siz kendinizi ne bok sanırsınız ulan!” diye bağırdı. Kimseden ses çıkmadı. Vekil: “Şimdi jandarmayı çağıracağım. Hepinizi jandarmaya verip perişan edeceğim. Ağanın itini öldürmek, ne demek göreceksiniz siz!” diye tehditler savurup gitti. İstem dışı elindeki mavzere bir mermi sürdü. Vekil, mekanizmanın tok sesi oradakileri korkuttu. Herkes geriye çekildi. Her şeye rağmen Alonun kollarına iki arkadaşı tekrar girdiler ve sürükleyip çadırlara doğru götürdüler.
Ameleler, Alo’yu yerden kaldırıp, hastaneye götürmek üzere Reyhanlı yolu kenarına çıkardılar. Hasan Ağa da bu arada hastaneye telefon açıp adamı olan doktora olayı anlatıp ilgilenmemesi konusunda talimat verdi. Doktor baş üstüne ağam emrin olur gerekeni yaparız dedi. Hasan Ağa, kara itten daha saldırgan ve vahşi olmuştu. Ağzından tıpkı kuduz it gibi salyalar saçılıyordu kudurmuştu, hırsını alamadı ve eli birden belindeki tabancasını gitti. Çekip tarladaki amelelere doğru rastgele ateş etmeye başladı. Çoluk çocuk paniğe kapılıp ağlamaya, bağırmaya, sağa sola kaçışmaya başladılar. Kimileri pamuk tarlasındaki arıkların içine yattılar korkularından.
Herkes bir deliğe kaçmıştı,birden hiç kimseler gözükmez olmuştu. Hasan Ağa, hırsını alamadı, yanında duran vekile de bir yumruk indirdi. Vekil sendeledi ama çabuk toparlandı. Hasan Ağa: “Sen ne boka yarıyorsun ulan! Neden bunlara birer tane sıkıp gebertmedin! Senin elindeki mavzer ne boka yarıyor haa? Onlar benim itimden daha mı kıymetli de durup seyrettin ulan?” diye bağırdı. Vekil Sadık, adı gibi sadıktı ağasına. Ağaya el kaldırmak şöyle dursun, “gık” bile diyemezdi karşısında. Ağanın karşısında el pençe divan duran, her emrini bir tanrı buyruğu gibi yerine getiren bu adamdan, aslında herkes itten korkar gibi korkardı.
Hırlı bir adamdı Sadık. Ovada herkes, onun birçok cinayet işlediğini bilirdi ama kimse yüzüne söyleyemezdi. Hasan Ağa: “Çabuk git! İtimi getir buraya!” diye emredince, vekil Sadık ok gibi fırlayıp olay yerine tekrar geldi. Yerde cansız yatan iti, ameleleri çağırıp kucaklatıp çiftliğin yanına kadar taşıttı. İt yere bırakıldıktan sonra: “Tamam. Defolun gidin!” diyerek kovdu ameleleri.
Birkaç kişi, Alo’yu bir yoldan geçen römorka atıp bindirip Reyhanlıya hastaneye getirdiler. Doktor, aldığı talimat gereği yaralıya bakmadı ve Antakya’daki hastaneye sevk etti. Hemşerileri, bir jeep tutup Alo’yu Antakya’ya götürdüler. Hastanede Alo’ya birtakım iğneler ve ameliyatlar yapıldı ,her tarafı parça parça olmuştu,onlarca dikiş atıldı vücudunun bir çok yerine göğsü, bacakları lime lime olmuştu. Dikişler sonrası yoğun bakıma alındı. Hemşehrileri, “Acaba yaşar mı? Ölür mü?” diye endişeyle bekleşip duruyorlardı. Hastanenin önünde, sigaranın birini yakıp diğerini onunla tutuşturuyorlardı. Peş peşe, Alonun acısı herkesi etkilenmeşti. Büyük bir belayı başlarına almışlardı. Ağanın iti ağaya namus,şeref olmuştu. Ne yapacaklar,nasıl bu belayı atlatacaklardı hiç birisi bilmiyordu.
Ameliyattan sonra doktorlara, bu yaşadıklarından sonra Alo’nun öldürülebileceğini söylediler. Doktorlar, Alo’yla çok yakından ilgilenmişler, hemşehrileri de onlardan bir medet bekliyorlardı. Doktorların, o konuda yapabilecekleri pek bir şey olmasa gerek, korkmamaları için biraz moral verip gittiler.
Hasan Ağa, adamlarını gönderip amelelerin hepsini tarlasından kovdurttu. Ağanın adamları, çapraz fişeklerini kuşanmış, ellerinde mavzerlerle amelelerin başında dikiliyorlardı. Ameleler, topladıkları pamukların parasını almak istiyorlardı ancak bir çatışma çıkmasından korktukları için fazla direnmediler. Amelelerin de memleketlerinden getirdikleri fakat sakladıkları silahları vardı ama yetersizdi,bir çatışma demek tüm ağaları karşılarına almak demekti. Bir çatışma çıkarsa bundan en çok kadınlar ve çocuklar zarar görecekti. Aylardır emeklerinin karşılığı paralarını alamadan alelacele tüm çadırlarını söktüler ve bir kamyona yükleyip Kumlu köyü taraflarına yerleşmek üzere Reyhanlı’dan ayrıldılar.
Ertesi gün Alo, yoğun bakımda biraz kendine gelir gibi olduysa da tekrar kötüleşti. Hemşerileri, sırayla kan verdiler Aloya çok kan kaybetmişti. Bu kadar kan kaybından sonra kimse, yaşamasına pek ihtimal vermiyordu. Hemşerileri, yavaş yavaş umutlarını kesmeye başlamışlardı,dua edipAlo için”Allahım bu gariban,saf kulunu bizlere bağışla,yardım et” diye yalvarıyorlardı.
Yoğun bakım ünitesinin kapısından, bir an olsun ayrılmadılar. Alo ise yatağında sayıklayıp duruyordu.Hoşt hoşt der gibiydi. Hemşerileri, Alo’nun Urfa’daki ,yakınlarına,akrabalarına haber verip vermemekte tereddüt ediyorlardı. Bir müddet aralarında konuştuktan sonra şimdi değil de ölürse haber salmaya karar verdiler. Alo, günlerce hastanede yattı. İyice zayıflamış, bir pamuk çöpü kadar kalmıştı kozası solmuş,sararmış, pamuk gibi olmuştu Alo,Allahtan umut kesilmez deyip bekleştiler hemşerileri Alonun başında..
Tüm Amik Ovası’nda Alo’nun, Hasan Ağanın kara itini öldürmesi konuşuluyordu. Ağa, günlerce çiftliğinden çıkmamıştı. Çiftliğin içinde bir o yana, bir bu yana volta atıp duruyordu. Çok dalgın ve düşünceliydi ağa. En ufak bir terslikte herkese bağırıp çağırıyor, ana avrat sövüyordu. Morali çok bozuktu sürekli telefonla bir yerleri arayıp duruyordu. Alo, hastaneden aylar sonrasında taburcu edildikten sonra Kumlu köyüne taşınan ve burada çalışan hemşerilerinin kaldığı amele çadırlarına getirildi. Alo’yu bir kahraman gibi karşıladı hemşerileri.
Kadınlar, çeşit çeşit yemekler
yapıp çorbalar pişirdiler. Çamaşırlarını yıkadılar, tertemiz baktılar Alo’ya.
Kimse belli etmiyordu ama Alo, ağayı öldürmüş kadar itibar görüyordu ameleler
arasında. Hemşerileri, başına kötü bir iş gelmesinden korktukları için Alo’yu,
Urfa’ya geri göndermek istiyorlardı. Ancak Alo, kabul etmiyordu. Amele çavuşu:
“Bak Alo. Sen bu ovanın adetlerini, törelerini bilmiysen. Bu ağaların dini,
imanı, Allah’ı, kitabi yoktir,bunların kapısındaki tavuğunu,cücüğünü öldürsen
senden intikam alırlar,sen itini gebertmişsen ne olur buralarda kalmı sana bir
kötülük ederler,dön Urfaya Bu ağaların iti boldir. Sana bir kötülik ederler.
Buralarda galma. Gizlice memlekete get. Oralarda sana birşey yapamazlar.” dedi.
Alo: “Ben buralara para gazanmaya gelmişem. Ölürsem, burda ölürüm. Para
gazanmadan getmem çavişim.” dedi inatla. Öteki hemşehrileri de Alo’yu ikna
etmeye çalıştılar ancak Alo, Nuh dedi, peygamber demedi, dinlemedi Alo,çalışıp
çok para kazanıp öyle gidecekti memleketine..
Alo’ya göre olay, sadece bir itin öldürülmesinden ibaretti. Ne olmuştu bir iti
öldürmüşse? Sanki memlekette hiç mi it öldürmemişlerdi de bu kadar korkuyordu
hemşerileri?” Alo’nun üstüne gelmiş, Alo da bıçağını çekip kendini savunmuştu.
Hepsi buydu işte. Ağa da kör müydü? İtini sağlam bağlasaydı da o da zincirini
kırmasaydı. Alo mu demişti “Gel de beni parça parça et.” diye?
Haftalar sonra Alo, ayağa kalktı. Tekrar pamuk toplamaya başlamıştı ama eskisi gibi değildi. Ellerindeki sihir kaybolmuştu. Hemen yoruluyor, bitkin düşüyordu. Yürürken bile düşmemek için kendini zor tutuyordu.
Hasan Ağadan, topladığı pamukların ücretini de alamamıştı. Her şeyden çok bu koyuyordu Alo’ya. Zehir zıkkım olsundu, inşallah veremlere düşerde geberirdi iti gibi. Alo, bu dünyada hakkını alamazsa öteki dünyada Allah alır, Alo’ya verirdi elbette. Böyle inanıyordu saf ve temiz Alo… Ameleler, Hasan Ağa kendilerine bir kötülük yapmadan, Kumlu’la kaçıp geldiklerine seviniyorlardı. Ancak yine de içlerinde bir tedirginlik, ürkeklik vardı. Törelerine göre herkes birbirine sahip çıkacaktı ve Alo da şimdi kendilerine emanetti.
Urfalılar, gündüzleri çalışıyor, geceleri de çuldan çaputtan yaptıkları derme çatma çadırlarda kalıyorlardı. Küçücük ve basık olan bu çadırlarda, sıcaktan pestil gibi oluyorlardı. Sivrisinekler de öyle acımasızdı ki değdikleri yeri ısırıp, yırtıp kanlarını emiyorlardı.
Kimi zaman çadırların üstüne ince bezler örtüp cibinlik gibi yapıyorlar, öyle uyuyorlardı. Ameleler, Hasan Ağadan paralarını alamadıkları için şimdi daha çok çalışmak zorundaydılar. Bu açığı kapatmak için daha çok çalışıyor ve çok yoruluyorlardı. Eskisi gibi çadırlarda sohbetler, muhabbetler, çay sefaları yapılmıyordu artık. Erkenden yatıp uyuyorlardı,geceleri sırayla nöbetleşe kalıyorlardıki bir şey olmasın,bu ağalar öyle kötü ve zalimdi ki ne yapacakları bilinmezdi.
Herkes uyuduğunda da ovayı bir ölüm sessizliği kaplıyordu. Kurt, kuş, yılan, çıyan uyumuş, bir Hasan Ağanın adamları uyumamıştı bu gece. Çadırların az ilerisindeki derenin kenarında belirdiler. Beş-altı kişi vardılar. Etrafı dikkatlice dinleyip sözde çadırları bekleyen ameleninde uyuduğunu gördüler, sessizce Alo’nun çadırına yaklaştılar,daha önceden defalarca kendilerine yakın köylüler vasıtasıyla Alonun nerede yattığını öğrenmişlerdi. Çadırın içine şöyle bir kulak kabarttılar.
Alo, horluyordu. Ellerindeki keskin kamalarla çadırın arkasından iplerini kesip içeri daldılar. Bir anda Alo’nun ağzını ,ellerini bağlayıp, yorgana sarıp, sırtlayıp götürdüler. Yol kenarında bekleyen jeepe koyup ağanın çiftliğe getirdiler.
Yorgandan çıkartıp,tekrar ellerini, ayaklarını, ağzını bağladılar .Ağanın itleri, sanki kara itin yasını tutar gibi hiç seslerini çıkarmıyor, havlamıyorlardı. Çiftlikte de bir ölüm sessizliği vardı. Alo, saatlerce korku içinde bekledi. Neredeydi? Kimler kaçırmıştı kendisini? Ne istiyorlardı? Bilmiyordu Alo. Saatler sonra aklı biraz çalışmaya başladı. Ağanın itini öldürdüğü için ağa getirtmişti buraya. Döveceklerdi kendisini varsın Dövsünlerdi ne olacaktı sanki,hayatında hiçmi dayak yememişti sanki? Ne olurdu ki? Dayağını yer, çıkar giderdi Alo. Yine işine gücüne bakardı.
Sabah erkenden kalkan ameleler, hemen işe koyuldular. Alo’nun gelmediğini fark ettiler ama rahatsız olduğunu bildikleri için gidip de çağırmadılar. Zaten Alo’ya acıyorlar, onun adına da pamuk toplayıp bir çarpı attırıyorlardı çavuşa.
Dışarısı iyice aydınlandığı halde kimse gelmemişti Alonun kaldığı odaya. Aradan saatler geçti, yine kimse gelmedi. Öğle saatlerinde birkaç kişinin ayak seslerini duydu Alo. Uzandığı yerden doğrulup oturdu. Vekil Sadık ve yanındaki birkaç adam, kapıyı açıp içeri girdiler. Sırayla Alo’nun ellerini, ayaklarını ve ağzını çözdüler. Alo, başına kötü şeyler geleceğini biliyordu ve birden büyük bir korkuya kapıldı. Alo’yu, kollarından tutup,sürükleyerek ağanın yanına götürdüler.
Hasan Ağa, havuzun yanındaki kamelyada bekliyordu. Sallanan sandalyesine oturmuş, sürekli bir ileri bir geri gidip geliyordu. Alo, ağanın önüne getirilince birden fırlayıp ellerine sarılmak istedi. Ağa, kamçıyı anında şaklattı yüzüne. Alo, birden geri kaçıp eliyle yüzünü tuttu. Yüzü kanıyordu.
Alo, kamçıyı yiyince işin ciddiyetini iyice anladı ve: “Ağam, kulun kölen olayım. Ben ettim, sen etme ne olur? Küçükten kusur, büyükten af ağam! Daha gencim. Hayatımı bağışla!” diye yalvardı. Hasan Ağanın kılı bile kıpırdamadı. Kararını çoktan vermiş, itlerini bile üç gündür aç bırakmıştı. İtler, derin ve acı acı inliyor, bir şeyler istiyorlardı,sunakta kurbanının bekleyen tanrılar gibiydiler.
İtler O anda ,bir deve,fil olsa anında yalayıp yutabilirlerdi. Ağanın adamları etrafa dizilmiş, emir bekliyorlardı. Hasan Ağa: “İtleri getirin!” diye emretti. Adamlar itleri getirmeye giderken Alo, tekrar yalvarmaya başladı: “Ağam! Sen de asilsin, itlerin de asil! Bırak da gideyim! Kimseye birşey söylemem, Urfa’ya giderim!” diyordu, ki ağa birden ayağa kalkıp: “Ulan. Avradını ettiğimin dölü. Madem ben de asildim, itim de asildi de neden itimi öldürdün ha!” diye bağırdı.
Alo: “Ömür boyu kulun kölen olurum ağam!” diye yalvarırken Hasan Ağa, sandalyesine oturdu ve adamlarına: “Salın itleri şu pezevengin üstüne de dünyanın kaç bucak olduğunu öğrensin!” dedi. Adamlar, zaten itleri zor tutuyordu. Alo, nerelere kaçacağını bilemeden rastgele koşmaya başladı. O anda Vekil Sadık, Alo’nun ayağına bir kurşun sıktı.
Alo, ne olduğunu anlayamadan yere yıkıldı. Adamlar, itleri serbest bıraktılar ve üç it, birer canavar gibi Alo’nun üstüne çullandılar. Alo, elini cebine attı ama bıçağı yoktu cebinde. Ağanın adamları, daha getirirken almışlardı bıçağını. Günlerdir aç olan itler, bir davara saldırır gibi saldırıp Alo’dan parçalar koparmaya başladılar. Yemeden,yalamadan yutup tekrar koparıyor, tekrar koparıyorlardı. Birkaç dakika içinde paramparça ettiler Alo’yu.
Hasan Ağa, sallanan sandalyesinde bu vahşeti büyük bir şerefle izliyordu. En son hamleyi yapan boz it, Alo’nun gırtlağını yakalayıp yırttı,silkeleyip duruyordu Aloyu it, Alo’nun boğazından hırıltılar geliyordu. Ortalığa pis bir kan kokusu yayıldı. Alo, cansızdı ve en küçük bir acı duymuyordu. Ne Urfa, ne hemşerileri, ne de köyünün güzel kızları yoktu artık… İtler, tekrar yerlerine bağlandığında karınları çoktan doymuş gibiydiler,köpekler ağadan daha asildi Alonun etini yememişler sadece parçalamışlardı. Ayaklarını ve tüylerini temizliyorlardı yalayarak. Ağanın adamları, Alo’dan geriye kalan parçaları bir torbaya doldurdular ve çiftliğin içinde bir çukur açıp gömdüler.Alo’nun kanları her yere saçılmıştı,otlar,toprak kızıl kanlana bulanmıştı,toprakla Alo’nun öldürüldüğü yerin üstü kapatıldı.
Hasan Ağa, sallanan sandalyesinden kalkıp hamağına geçti. Nargilesi ile bir de orta kahve isteyip uzandı. Kahvesi geldiğinde yerinden doğrulup fincanını aldı. Derin bir “hüüüp!” yaptıktan sonra “ohh!” dedi. İçi soğumuştu adeta. Bin yılın intikamını bugün almış gibi çok rahatlamıştı. Kahvesini bitirip nargilesini yaktı ve sallana sallana intikamının keyfini çıkardı.
Alo’nun hemşerileri, akşam olup da işi bıraktıklarında bugün Alo’yu hiç görmediklerini konuşuyorlar, nereye gitmiş olabileceği hakkında fikir yürütüyorlardı. “Amik Gölü’ne çimmeye gitmiştir belki de” dediler. Herkes elini yüzünü yıkayıp akşam yemeklerini hazırladılar. Yemeklerini de yedikleri halde Alo, hâlâ gelmemişti. Herkesin içini anlatılmaz bir karamsarlık kapladı. Nereye giderdi bu adam? Yoksa Hasan ağa mı…?
Birkaç kişi, hemen kalkıp Alo’nun çadırına koştular. Çadırın yanına gelip de iplerinin kesilmiş olduğunu görünce içlerine bir ateş düştü. Evet bunu yapsa yapsa Hasan Ağa yaptırırdı. Hemen silahlarını alıp Reyhanlı’ya oradan da gizlice Hasan Ağanın çiftliğine gittiler. Çiftliğin etrafında saatlerce dolaştılar ancak ne bir ses, ne de bir hareket yoktu.
Çiftliğin içindeki sessizlikten korkup yine gizlice geri döndüler. Çadırlarına geldiklerinde durumu herkese anlattılar. Alo nereye gitmiş olabilirdi? Kara kara düşünürlerken içlerinden birisi: “Urfa’ya gitmiş olmasın?” dedi. Bu fikir, bir anda herkesin içini rahatlattı. Alo, zaten çalışmıyordu. Senin benim topladığımız pamukla para mı biriktirilirdi?
Olmayacaktı bu iş ve Alo, kimseye haber vermeden gizlice Urfa’ya dönmüştü. Karakoldaki telefonla memleketi arayıp Alo’nun dönüp dönmediğini öğrenebilirlerdi veya postaneden de telefon açabilirlerdi. Biraz da olsa rahatlamış olarak yattılar. Kimileri içinden: “Aganin günahini mi aldik acaba? Tövbe tövbe. Allah günah yazdıysa bozsun.” derken kimilerinin içini, hâlâ bir korku ve endişe kemirip duruyordu. “Sabah ola hayrola” deyip uykuya daldılar ama uyuyamadılar bir türlü akıllarına binbir türlü ihtimal geliyordu.
Ertesi gün memleketi arayıp Alo’nun gelip gelmediğini sordular. Alo, Urfa’ya dönmemişti. Çok üzüldüler ve iyice endişelenmeye başladılar. Günlerce, Amik Ovası’nda aramadık yer, sormadık kişi bırakmadılar. Alo,su olup buharlaşıp uçmuştu sanki. Üzüntüden çalışamaz oldular,aralarında tartıştılar,konuştular ama bir sonuca varamadılar.İşe gitmediler Günlerce, çadırlarından çıkmayıp yas tuttular,Alo herkese namus ve şeref olmuştu,bir kişiyi koruyamamış,kollayamamışlardı,yazıklar olsundu kendilerine,erkekliklerinden utandılar ve kendilerine lanet ettiler,kızdılar ama hiçbir şey ,kimse Alo’nun yerini bildirmedi,haber alamadıkları için üzüntüden ne yapacaklarını bilemediler,erkekler sinirlerinden bıyıklarını yoldular,kadınlar saçlarını,başlarını yoldu, Sonunda oturup hep beraber konuştular ve eşyalarını toplayıp hep beraber Urfa’ya geri dönmeye karar verdiler.
Her yıl, yine Amik Ovası’na pamuk toplamaya geldiler. Her gelişlerinde
Alo’yu aradılar, sordular ama hiç bir iz bulamadılar,bir mezarı olsa,öldürülüp
bir yere gömdüklerini biri söylese yine rahatlayacaklardı ama boş! Yıllar
sonra, Hasan Ağanın çiftliğinden kaçıp Suriye’ye giden birisi, Urfalılara haber
salıp Hasan Ağanın, Alo’yu itlere parçalatıp, çiftliğin içinde bir yere
gömdürdüğünü söyledi. Ama ortada ne haber salan adam vardı, ne de haber
getiren,kulaktan,kulağa bu söylenti her tarafa yayıldı ama Alo’nun cesetine bir
türlü rastlanmadı! Ameleler, kulaktan dolma bu sözlere inanmadılar. Ancak Hasan
Ağanın, Alo’ya bir kötülük ettiğine de inandılar ama ortada bir şey
yoktu,delil,şahit yoktu,sineye çektiler.İntikamını almaya yemin ettiler ancak,
Alo’nun bir parçasını bile bulamıdılar…
. O günden sonra, daha da korkar oldular ağalardan. Ağalar da asildi, itleri de
asildi. Yıllarca, ne Alo’lar gelip çalıştı Amik Ovası’nda. Ağaların zulmü de
sürüp gitti bu ovada. Urfalı ameleler, Alo’yu ve olayını hiçbir zaman
unutmadılar.