Dolar 34,2663
Euro 37,4143
Altın 2.920,78
BİST 8.730,51
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Hatay 29 °C
Çok Bulutlu

Gökkuşağı’ndaki Kan İzleri | Adil Okay

13.04.2019
1.198
A+
A-
Gökkuşağı’ndaki Kan İzleri | Adil Okay

Göksu, muhtemelen onu da yıllar boyunca  zincirleyen din, devlet ve mahalle hukukunu aşmış. Sınırları zorlamış. Yeni dünyalara yelken açmış. Ama ne badirelerden sonra o sınırları aşmış, zincirlerini kırmış, ne kadar geç kalmış ya da ne kadar erken varmıştır karşı kıyılara bilemeyiz. Zira bu dünyada doğar doğmaz yasalaryasaklar-sınırlar belletiliyor insanlara. Kimliklere işleniyor. Sosyal kodlar, genetik kodlara baskın geliyor. Yetişkin olsak da bunları aşmak kolay olmuyor. Söylemle iç dünya, söylemle yaşam pratikleri çelişiyor. İşte Göksu’nun kahramanları sanki bunları fısıldıyor- itiraf ediyor bize…”

“Kadınların yaraları görünmez. Kiminin beyninde, kiminin yüreğinde, kiminin döl yatağında… Kimini babası, kimini ağabeyi, kimini sevgilisi, kimini kocası, kimini oğlu açmıştır. Kadınlar geceleri uyumaz, görünmez iplik ve iğnelerle dikerler yaralarını. Görünmez yaralar ondurmaz kadınları…” (s.45)

Yazar Göksu’nun “Gökkuşağı” adlı “Ekin Sanat” yayınlarından çıkan öykü kitabından aldığım yukarıdaki satırlar sarsıcı değil mi? Damıttığı sözcüklerle ördüğü öykülerinde, yerli yerinde kullandığı imgelerle okuyucuyu hem sarsıyor hem de düşündürüyor. Edebiyatın gücü bu işte. Onun öykülerini okuyunca siz de aynı sonuca varacaksınız. Zira usta işi bir sanat eserine bakıp geç(e)mezsiniz. Arkanızdan gelir o. Aklınıza, kalbinize yapışır. Uzun süre silkelersiniz kafanızı: Ki dökülsünler… Ki yeniden günlük hayatın edilgen akışına, rutin telaşlara zaman ayırırsınız.

Göksu’nun öykülerinde birkaç istisna dışında devamlılık var. Yaralı kadınlar, tecavüze uğrayan kadınlar, “koca”ların, babaların hatta kimi zaman annelerin baskılamasından önü kapatılan kadınlar, işçi kadınlar, yoksul hayatlar, orta sınıftan baş kaldıran- kaldır(a)mayan kadınlar. Din, devlet ve mahalle baskısı sonucu susan – susturulan kadınlar. Darbeler. İhanetler. Cinayetler. Aşk. Ve çağrışımlarla hissettirilen sınıf çelişkileri.

“Suskunluk aile mirası. Sırları ağır, bavulu acıyla yüklü olanların sesi boğazına kaçar Konuşurken zorla, inleyerek çıkar sözcükler ağızlarından. Savaş, ölüm, ihanet, inkâr, hapishane, vicdan azabı, suçluluk, ensest, delilik karışmışsa suskunluk kaçınılmaz.” (s.65)

Suskunluk demiş Göksu: Kim bilir kaç kadının yaratıcılığı Göksu’nun öykülerinde betimlediği yaşamlar sonucu gün yüzü görmeden toprağa karışmıştır. Kaç kadın sanatçı susmuştur. Ket vurmuştur imgelerine. Devlet hukuku, din hukuku, “aile” ve mahalle baskısı da rol oynamıştır bu “sınırlamada”. Tamam, “esas oğlan” yani asıl sorumlu / suçlu sistem, erk-ek-ler ama kız çocuklarının baskılanmasından sadece babalar mı sorumlu? Erk-ek gibi düşünen suç ortağı anneler yok mu? Örneğin Göksu’nun betimlediği “Mor anne” iyi bir anne miydi, yoksa kötü mü? Kadın düşmanı kadınlar neden bu kadar çoktur? Kadınların kadınlara düşmanlığında erk-ek aklı, gelenekler, görenekler, eğitim ile psikolojik etkenler ne kadar belirleyici?

Günün birinde bir kadın arkadaşım, duygusal bir anında babasının onu, daha 15 yaşındayken zorla, sırf varlıklı diye yaşlı bir adamla evlendirdiğini itiraf etmişti. Üç yıl sonra da kucağında bir çocukla baba evine döndüğünü anlatmıştı. Üzülmüştüm. Aradan yıllar geçti yine aynı kadın arkadaşımın “babalar günü”nde babasına övgüler yağdırdığına tanık oldum. Annesi erken ölmüş. Babası da yaşlanıp hastalanınca ona yıllarca bakmış. Sevgiyle söz ediyordu adamdan. Şaşırmış ve sormuştum: “Peki sen babanı affetmiş miydin?”. Donup kalmış, cevap vermemişti. Ve o günden sonra benimle bir daha konuşmadı. Belli ki zorlukla gömdüğü acı anılarını kanatmıştım.

İşte Göksu’nun  “Annem mor” adlı öyküsü bana bunları düşündürdü.  Öyküde anneyle, annelerle ve öykü kahramanının kendiyle gecikmiş bir hesaplaşması var:

“Babamı sevmedin; alkolik, borç içinde zavallı bir erkeğe dönüştürdün, gözbebeklerindeki nefret bana da geçti. (…) çocukluğumu çaldın, geleceğimi çaldın. Seni üzmemek adına okulumu bıraktım, senin seçtiğin adamla evlendim; zengin güçlü benden yirmi yaş büyük biriyle. İstemeden giydiğim gelinlik, doğurmak istemediğim çocuk…” ( s. 54)

“Oysa yıllarca zorba bir beden, senin bedenin üzerinde her istediği an hakkı olduğunu savundu. ‘Karım değil misin? Ne demek hastayım?” (s.85)

Aşk ve cinsellik de sanatın vazgeçilmez konularıdır. Ama taşlanma, yargılanma korkusu tüm sanatçıların özellikle kadın sanatçıların yaratıcılığını “sınırlamıştır”. Bir düşünün, taşrada yaşayan bir kadın şairi, yazarı, fotoğrafçıyı, ressamı nasıl sayfalar boyunca sevişme sahnesi yazacak veya nü fotoğraflar çekecek veya doğum anını veya birleşme anını resmedecek, betimleyecek. Yüzyıllardır bu baskı var. Örümcek kafalı erk-ek’lerin yazdığı devlet hukuku ise bu sınırlamada en büyük rolü oynamıştır.

“Ay tutulurken denizin kabarıp çekilmesiyle bedenleriniz aynı ritimle hareket ediyor. Yüzü karışıyor, fırtınalar kopuyor, bağırıyor, inliyor… Ay kararıyor… Işığı azalırken çılgın bir koşu başlıyor, dalgalar vuruyor kıyına, yosunlar sarıyor her yanını, köpükler yayılıyor bacaklarına. Kaslı kollarına asılıp, dudaklarını ısırıyor, tırnaklarını geçiriyorsun onun tenine. Gül yapraklarına sarılıyorsun, burnuna doluyor teninin kokusu. Çıldırma anı. Ay karanlık. İçin dışın yakamoz, yıldız…” (s. 47)

Göksu, muhtemelen onu da yıllar boyunca  zincirleyen din, devlet ve mahalle hukukunu aşmış. Sınırları zorlamış. Yeni dünyalara yelken açmış. Ama ne badirelerden sonra o sınırları aşmış, zincirlerini kırmış, ne kadar geç kalmış ya da ne kadar erken varmıştır karşı kıyılara bilemeyiz. Zira bu dünyada doğar doğmaz yasalar- yasaklar-sınırlar belletiliyor insanlara. Kimliklere işleniyor. Sosyal kodlar, genetik kodlara baskın geliyor. Yetişkin olsak da bunları aşmak kolay olmuyor. Söylemle iç dünya, söylemle yaşam pratikleri çelişiyor. İşte Göksu’nun kahramanları sanki bunları fısıldıyor- itiraf ediyor bize. Biz okuyucular satır aralarından, kimi zaman somut, kimi zaman soyut imgelerinden onun Gökkuşağı’nın gözyaşlarıyla ıslandığını anlayabiliyoruz. Biyografi değil tabi ki. Gözlem gücü, kurgu ve yaratı. Benim son romanım “Arkası yarın” için de “romanınızda biyografinizden izler var sanki” diyen okuyucular olmuştu. Ben de, “Benimle beraber on karakter tek karakterde toplandı. Gördüğüm, gözlediğim on yaşamı harmanlayıp bir kahramana yükledim.” demiştim.

Sonuç itibariyle birbirinden güzel bu öyküleri bize sunduğu için teşekkür ediyorum Göksu’ya.  Ve “Camgöz” adlı öyküsünden tadımlık bir parça aktarıp bitiriyorum diyeceklerimi:

“Heykele dönüşmem o zaman başladı. Dişlerimi ve yumruklarımı sıkıyorum. Kemiklerim, kaslarım hareketsiz, bedenim kaskatı. Böylece soluksuz kalmayı ve taş gibi olmayı öğrendim. Bedenime ne yapılırsa yapılsın hissetmemeyi. Yüksel caddesindeki heykelin ben olduğumu kimse bilmez. Bir gece heykele yerine geçmem için rica ettim. Anlamıştı., kabul etti. Kaidenin üzerine oturdum, elimde kitabım. Yanımdan yöremden insanlar geçti; telaşlı, hızlı hızlı konuşarak ya da sessizce. Önümde eylemler yaptılar, bildiriler, şiirler okudular. Kimse elimdeki kitaba bakmadı.

(…)Aile denilen kapalı kutulara hapsedilmiş yaşamlardan korktum. Heykel olarak yaşamak hoşuma gitti. Sadece heykel değil, aşık kadın, ağaç, çiçek, hayvan da oldum. Gezi’deki ağaçlardan biriydim. Dinledim, coştum, öpüştüm. Sonra dayımı anımsatan adamlar geldi. Ortalık toz duman, gaz… İnip kalkan coplar, yanan gözler, sürüklenen bedenler… Kuşlar nefessiz kaldı, ben heykel oldum yeniden…” (s.71-72)

Künye: Göksu, “Gökkuşağı”, Öykü, Ekin Sanat yayınları, Ankara, 2018.

*Güney Kültür Sanat Edebiyat Dergisi s.88

Çini Kitap Kültür Sanat Edebiyat Dergisi s.53

Administrator
Editörden Yazı Atölyesi, Çağdaş Türk ve Dünya Edebiyatı’nı merkezine alan bir Websitesidir. Yazı Atölyesi’ni kurarken, okurlarımızı günümüzün nitelikli edebi eserleriyle tanıtmayı ve tanıştırmayı hedefledik. Yazarlarımız, Yazı Atölyesi’nde, edebiyat, sanat, tarih, resim, müzik vb. pek çok farklı alandan bizlere değer katacağını düşünüyoruz. Bu amaçla, sizlerden gelen, öykü, hikaye, şiir, makale, kitap değerlendirmeleri, tanıtımı ve film tanıtım yazıları, anı ve edebiyata ilişkin eleştiri yazılarla, eserlerinize yer veriyoruz. Böylelikle kitaplarınızla eserlerinizin yer aldığı Yazı Atölyesi’nde, dünya çağdaş edebiyatı ile sanatın pek çok farklı alanında değer katacağına inanıyoruz. Yazı Atölyesi kültür sanatın, hayatın pek çok alanını kapsayan nitelikli edebiyat içerikli haber sunar. Bu nedenle başka kaynaklardan alınan, toplanan, bir araya getirilen bilgileri ve içerikleri kaynak belirtilmeksizin yayına sunmaz. Türkçenin saygınlığını korumak amacıyla ayrıca Türk Dil Kurumu Sözlüğünde önerilen yazım kuralları doğrultusunda, yayınladığı yazılarda özellikle yazım ve imla kurallarına önem verilmektedir. Yazı Atölyesi, üyeleri ve kullanıcılarıyla birlikte interaktif bir ortamda haticepekoz@hotmail.com + yaziatolyesi2015@gmail.com mail üzerinden iletişim içinde olan, bu amaç doğrultusunda belirli yayın ilkesini benimsemiş, sosyal, bağımsız, edebiyat ağırlıklı bir dijital içerik platformudur. Katkılarınızdan dolayı teşekkür ederiz. http://yaziatolyesi.com/ Editör: Hatice Elveren Peköz Katkılarınızdan dolayı teşekkür ederiz.   http://yaziatolyesi.com/   Editör: Hatice Elveren Peköz   Email: yaziatolyesi2016@gmail.com haticepekoz@hotmail.com   GSM: 0535 311 3782 -------*****-------
BİR YORUM YAZIN
ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.