Gidecek Yerim Yok Çünkü Gidecek Hiç Bir Yer Yok / Murat Hiçyılmaz
![Gidecek Yerim Yok Çünkü Gidecek Hiç Bir Yer Yok / Murat Hiçyılmaz](https://www.yaziatolyesi.com/wp-content/uploads/2025/02/Murat-Hicyilmaz-Murat-Hicyilmaz-Kimdir-Murat-Hicyilmaz-Kitaplari-830_nJH6-1.jpg)
Düşünürüm bazen; ben de Virginia Woolf gibi cebimi taşlarla doldurup, ‘Kendimi sana savuracağım yenilmeksizin ve boyun eğmeden ey ölüm!’ diyerek, kendimi bir nehrin karanlık sularına savurabilir miyim gerçekten?
Yoksa romantik, duygusal ve havalı bir hayal midir bu sadece; hiçbir zaman altından kalkamayacağım, üstesinden gelemeyeceğim, cesaret edemeyeceğim?
Ya da kimbilir, Nietzsche’nin dediği gibi belki: ‘İntiharı düşünmek güçlü bir avunma aracıdır, bu düşünce sayesinde bazı kötü geceleri atlatmak mümkündür.’
Bilmem. O işi yapana kadar, en azından yapmayı deneyene kadar emin olamam. Eh, yaparsam da, beni ilgilendiren bir durum olmaktan çıkar artık, kim düşünecekse düşünsün!
Doğrusu, zor bir konu intihar!
Nereden, hangi açıdan, hangi perspektiften bakarsan bak, zor.
Doğru mudur, yanlış mıdır, mantıki midir, ahlaki midir, vicdani midir, insani midir?..
Veyahut, yaşamımız boyunca karşımıza çıkan olası tüm seçenekler arasından herhangi biri midir sadece?
Ne dersin sevgili okur?
‘İntihar insanın kendi varoluşu üzerine söyleyebildiği son sözüdür’ demiş Marx, ‘Yalnızca tek bir ciddi felsefi soru vardır: İntihar! Hayatın yaşamaya değip değmediği sorusu, felsefenin temel sorusudur. Diğer bütün sorular ondan sonra gelir’ demiş Camus, ‘Sadece, canım isteyince ölmek elimde olduğu için yaşıyorum. İntihar fikri olmasa, kendimi çoktan öldürmüş olurdum’ demiş Cioran, ‘Ölümü göze alabilme faziletinden mahrum bir hayat köleliktir’ demiş Seneca, ‘İnsanın en yakın dostunu, yani kendini öldürmesi, en tiksindirici eylemdir’ demiş Platon, ‘Ölüm gelecek, senin gözlerinle bakacak’ demiş Pavese.
Sen ne diyorsun peki?
Ve hemen ardından, basit bir soru daha: Ben, yaşadığım hayata küsebilir miyim?
Küsmek epeyce ‘naif’ bir tavır! ‘Ben, hayattan, o veya bu sebepten dolayı, soğuyup, uzaklaşabilir miyim?’ diye sormalı belki.
Bana ‘bahşedilen’ şu basit, sıradan ve anlamsız yaşamı sürdürmekten kendi isteğimle vazgeçmem mümkün mü?
Kendime karşı, yakınlarıma karşı, insanlığa karşı, evrene veya Tanrı’ya karşı, böyle bir hakkı kullanma şansım var mıdır?
Olmalı mı?
Yanıt?
Eğer benim fikrimi sorarsan, ‘Evet, vardır!’ diyorum.
Çıkarları uğruna canlı-cansız tüm doğayı, hatta hemcinslerini bile fütursuzca öldürme hakkını kendinde gören ve bu yolda en vahşi, en acımasız cinayetleri göz kırpmadan işlemekten kaçınmayan insanoğlunun, bizzat kendisini öldürmesi neden bir suç-günah-tabu-kötülük olsun ki?
Aslına bakarsan, insanoğlunun üzerinde ölme-öldürme hakkı olan tek canlı kendisi.
Hem doğrusu, bunu yapmak için illa beynimize bir tabanca dayamak, bir uçurumdan ya da yüksek bir binanın tepesinden boşluğa atlamak, boylu boyunca tren raylarına uzanmak, veya, ne bileyim, bir kutu uyku hapı yutmak gerekmiyor zaten.
Bileğimizi kesmek, kendimizi bir ağaçtan sallandırmak, boynumuza bir taş bağlayıp denize atlamak, arabayı son sürat bir duvara sürmek de gerekmiyor. (Bu arada, daha nice yaratıcı intihar yöntemini de unutmamak lazım. Bir kısmı gerçekten sanat mertebesinde!)
Aldığımız her nefesin bizi ölüme bir nebze daha yaklaştırdığı gevezeliklerini de geçelim bir kalem.
İçki içmenin, hele sigara kullanmanın… uyuşturucuların, performans arttırıcıların… hatta derman niyetine doktor tavsiyesiyle alınan çeşit çeşit ilaçların… soluduğumuz zehirli havanın, çalıştığımız ortamlardaki berbat koşulların… yediğimiz, içtiğimiz her şeye insafsızca doldurulan hormonların, zirai ilaçların…
Hepsini bir kalemde geçelim.
Evet, bunların tümü kitlesel intihar histerisinin birbirinden ‘sevimli’ araçları ama, onları bile yok farzedelim, görmezden gelmeye çalışalım bir anlığına…
Kendi en masum seçimlerimizde, en iyi niyetli girişimlerimizde, geleceğe yönelik en basit beklentilerimizde, umutlarımızda, çabalarımızda vesaire… azıcık, ama azıcık… bir nebze olsun… intihar özlemi-yakınlığı-yatkınlığı-flörtü-kararlılığı yok mudur acaba?
İyice bir düşün: Verdiğimiz her kararı daha iyi yaşamak için mi veriyoruz, yoksa bir an önce ölmek için mi?
Eee, ‘Daha iyi yaşamak için’ diyeceksin elbette.
’Tersi olabilir mi, mümkün mü o derece bir sapkınlık?’ diyeceksin.
Ve böyle dediğin için… sadece böyle dediğin için… normal, sağlıklı, mutlu birer insan/birey olacaksın.
Olduğunu sanacaksın.
Öyle mi?
Hadi o zaman söylesene, niçin hiç sevmediğin bir işte çalışmakta bu denli ısrar ediyorsun?
Niçin hiç sevmediğin insanlarla ilişkini sürdürmekte bunca kararlısın?
Niçin hiç sevmediğin bir evde, semtte, şehirde, ülkede, dünyada yaşıyorsun?
Niçin karakterinin hiç sevmediğin yönlerini birazcık olsun törpülemekten kaçınıyorsun, niçin sürekli kendinle bile kavgalısın, niçin her gece rüyalarında kabuslar görüyor, hiç gereği yokken kendinin ve yakınlarının hayatını cehenneme çeviriyorsun ve başkalarının sana ve sevdiklerine bunu yapmasına izin veriyorsun?
Niçin, niçin, niçin?
Herhangi bir yanıtın var mı?
Efendim, duyamadım?
Tüm bu saydıklarım, küçük küçük intiharlar sayılmaz mı doğrudan yaşamımıza kastettiğimiz?
Her gün nefret ettiği işe ayaklarını sürüyerek giden bir adamla, alnına dolu bir silah dayamış adamın arasında ne kadar büyük bir fark vardır sence?
Sorun sadece ölümün bir anda ya da daha uzunca bir sürede gelmesi midir?
Sorun sadece ölümü gerçekten isteyerek ölmek ile istemiyormuş gibi yaparak ölmek arasındaki fark mıdır?
Sorun sadece bir kafa karışıklığına, bir anlam kargaşasına indirgenebilir mi?
‘Arkadaş, ben kendi kontrolüm dışında bir nedenden dolayı ölmek istemiyorum. Doğumuma ben karar vermedim ama, ölümüme kendim karar vereceğim’ demek, çok mu sapıkça, çok mu cehennemlik bir yaklaşım?
Ötesi, neden ölümüme ben değil de, ‘tanrı’ denilen ‘başka biri’ karar veriyor?
Adil midir bu?
Canı istediği için, kızdığı, nefret ettiği için, veya sadece işine öyle geldiği için, herhangi bir nedenle diğerlerini öldürenlere cani diyor, suçluyor, aşağılayıp, lanetliyoruz.
Tamam da, tanrının bize -tam olarak!- bunu yapmasına neden izin veriyoruz o zaman?
Hem de her şeyi bizlerin iyiliği için yaptığına inanarak.
Sence de saçma değil mi?
Varsayalım, bir arkadaşın o kadar çok içiyor ki, sen bunun bir intihar olduğunu söylüyor ve yaptığına şiddetle karşı çıkıyorsun.
O ise, yaşamının tek nedeninin zaten içmek olduğunu söylüyor ve eğer içemeyecek bir duruma gelirse, yaşamak için hiçbir sebebinin kalmayacağını ve o andan sonra yapmak istediği tek şeyin ölmek olduğunu söylüyor.
Offf… Ne alengirli bir durum!
Öyle ya; içmek onun için yaşamak anlamına geliyor, senin içinse ölmek.
Hangisi doğru peki?
Kime göre, neye göre, hangi açıdan?
Daha ileri gidelim: Diyelim, benim bu dünyayla ilgili hiçbir beklentim kalmadı. Hatta, kalmadı demek, hâlâ varolan bir şeyleri duyumsatıyor insana; hiç yok diyelim…
Attığım her adım, aldığım her nefes, yediğim her lokma fazla, gereksiz, anlamsız, boş…
Yaşam, artık çok gerilerde kalmış saçma sapan bir kakafoni…
Zifiri, kopkoyu, kapkara bir boşluktayım sadece…
Gidecek hiçbir yerim yok. Çünkü gidecek hiçbir yer yok.
Benim için yapılacak en ‘yaşamsal’ eylem nedir dersin?
Şöyle bir düşün bakalım.
Yaa, evet, bildin: Ölmek!
Kelime olarak, kavram olarak pek hoş değil belki. Çok olumsuz anlamlar yüklemişiz ölüme. Her şeyden önce, ‘ölesiye’ bir korku besliyoruz içimizde ona karşı. En azından sonrasını bilemediğimiz için tereddütlerimiz var, ürpertiyor bizi.
Ama düşünsene; en kötüden daha kötü ne olabilir ki?
Haa, yaşadığım sürece küçücük de olsa bir umut vardır mı diyorsun?
O umut kırıntısının peşinden koşmak, her halükârda, ölmekten daha iyidir falan…
Eh, o zaman hayat senin olsun. Doya doya, uzun uzun, bol bol, sindire sindire, gerine gerine yaşa.
Nasıl olsa sonunda, günün birinde aynı yerde buluşacağız yine.
Ve o güne kadar… Aman dostum, kendine iyi bak.
Haa… Bana gelince… Rimbaud’un dediği gibi:
‘Kurtuluş saati, ne yazık ki!
Ah! Olacak ölümün saati.’
Murat Hiçyilmaz