Estetik ve Sanat İlişkisi | Aziz Kemal Hızıroğlu
Sanat (ya da güzellik) felsefesi olarak ifade edilen Estetik Kuramı’nı anlayabilmek için, estetiğin mihenk taşı olan sanat kavramı üzerinde kısa bir açımlama yapalım: “Sanat; insanı ve yaşamı anlama ve anlatma, insana dair bilgi sunma ve araştırma etkinliğidir. Kendine özgü anlatım biçimiyle sanat; insanı, insani olanı ve olması gerekeni bir bütünlük içinde ortaya koyar. Ve bu gerçekliğin yansıtıcısı olan sanat yapıtı, içinde bulunduğu tarihselliğin ve toplumsallığın bir ürünüdür. İçinde bulunduğu yaşam koşullarının dile getirilmiş, somutlaştırılmış hali olan yapıt, özel olarak yaratıcısının taşıyıcısı olmakla birlikte, genel olarak insanın taşıyıcısıdır. Böyle bir bütünselliğe sahip olan yapıt, bu özelliğinden dolayı yine yaşamı ve insanı bütünselliği içinde görmemizi sağlar.”(1) Sanatı bilgisel, toplumsal ve varlık bilimsel sorunlarıyla ele alarak kısaca incelemeye çalışalım:
Bilgi Sorunu Olarak Sanat:
“Bilgi kavramı ancak ‘bilen’ ve ‘bilinen’in varlığıyla gerçeklik kazanır. Bilen, yani sanatçı, öznedir; bilinen, yani varlık, nesnedir. Özne ile nesne arasındaki bu ilgi ve bu ilginin içeriği, durumu ve nasıl oluştuğu tarih boyunca estetiğin önemli bir sorunu olmuş ve çeşitli görüşler dile getirilip çözüm yolları üretilmiştir.”(2) Örneğin Platon ve Aristoteles’e göre özne ve nesne arasındaki ilgi bir mimesis (yansıtma, taklit, kopya) ilgisidir. Hegel’e göre mutlak tinin görünüşe çıkmasıdır. Schopenhauer’de istemin (iradenin) nesnelleşmesidir. Marksist estetikte de Platon ve Aristoteles gibi sanat ‘gerçekliğin bir yansıması’ olarak görülür. Ancak Marksist estetiğe göre güzel ve değerli olan nesneler, kendi güzelliklerinden ve değerlerinden değil, insanların o nesneye güzellik ve değerlilik katmalarından dolayı güzel ve değerlidir. Yani gerçekliğin sanatın nesnesi olması, onun insana bağımlı olan yönüyle ilgilidir.
Sanat bilgisi öznel bir bilgidir. Bilimsel bilgi ise nesnel niteliklidir. Her iki bilgi de bütün varlığı kavramaya çalışır ve bütün’e yönelik bir bilgi olma özelliği taşır. Ancak bilimsel bilgi bu bütünlüğe akılcı, kavramsal ve soyutlama yollarından ulaşmaya çalışırken, sanat bilgisi bu ereğe hayal gücünü kullanarak ulaşmayı dener. Dinsel bilgi de hayal gücüne dayalı ve öznel bir bilgi olmasına karşın, sanat bilgisi hayal gücünün yanında duyulara da dayanır. Yani dış dünyanın nesnel gerçekliği, insanın öznel duyularıyla algılanır. Ayrıca bu algı salt duyusal bir öznel algı olmayıp, içinde insansal, tarihsel ve toplumsal bir özellik de taşır.
İnsanoğlunun ilk çağlardan beri süregelen ‘varlığı kuşatma ve eşyaya hakim olma’ gibi bir amacı vardır. Bu amaca ulaşma çabasından pozitif bilimler doğmuştur. Ancak pozitif bilimlerin dayanağı olan insan aklının yetmediği durumlarda, hayal gücü devreye girmiş ve onun yardımıyla bilgiye, yani güce ulaşılmaya çalışılmıştır. Doğaya hakim olabilmek için geliştirilen araçlardan biri de ‘dil’dir. Buradan anlaşılıyor ki insanoğlunun hem bilimsel hem de sanatsal anlamdaki kazanımlarının kaynağı doğa ve nesnelerdir.
Doğal bir halde bulunan nesne, insan emeğinin katılmasıyla ve insanın nesneyi duyusal – toplumsal algılayışıyla birlikte estetik olma özelliğini kazanmaktadır. Ancak buradaki en önemli vazgeçilmezlik; öznenin nesneyle ilgili duyusal algısıdır. “Çünkü estetik nesne, yalnız ürün (üretim etkinliği) olması bakımından tarihsel ve toplumsal bir nesne değildir. Aynı zamanda onu kavrayabilecek, estetik niteliğini algılayabilecek etkinlik sahibi bir özne için de bir sanat yapıtıdır.” (3) Bir doğa parçası, bir sanat yapıtı; estetik nesne olabilmek için, insandan özel bir etkinlik, özel bir kavrama etkinliği bekler. Yani insan, nesneyi öyle özel bir biçimde kavramalıdır ki, bu kavrayış, estetik nesneyi doğal nesneden ayırabilsin. O halde bu kavrama etkinliğinin öznel nitelikler taşıması kaçınılmazdır ve bu öznel nitelikler duyusallığa dayanacaktır. Ayrıca özne, estetik nesneden haz duymalıdır. Kısacası bir özne, bir nesneyi duyusal-somut bir nesne olarak kavrar ve ondan estetik bir haz duyarsa, sözü edilen nesne, estetik bir nesne olabilir. Buradan şu çıkıyor: Nesnenin estetik sıfatını taşıyabilmesinin temel dayanağı, öznenin nesneyi algılama biçimidir. Bu özel algılama gücüne sahip olan özneye ‘estetik özne’ denir. O halde bir varlığın, bir nesnenin, bir gerçekliğin estetik güzellik taşıması, estetik öznenin duyusal niteliklerine bağlı olan bir durumdur.
Varlık, insan kavramı çerçevesinde anlamını bulur. Her şeye anlamını ve değerini veren insandır. Sanat da her şeyi insana göre değerlendirir. Sanat, herhangi bir görünüşü ‘insan için’ ve ‘insana karşı’; insani ve insani olmayan; hümanist ya da anti-hümanist olup olmadığı açısından yargılar. Sanat; nesnel görünüşleri olduğu gibi, öznel görünüşleri de somut tarihsel koşullar altında, insan varlığının bir ifadesi olarak biçimlendirir.
Toplumsal Sorun Olarak Sanat:
İnsan toplumsallaşmayla birlikte özgürleşebilir. Yani insan, bireysellikten kurtulup toplumsallaştığında ‘kültür varlığı’nın yaratıcısı olabilir. Kültür denildiğinde, sözcüğün en geniş anlamıyla, maddesel ve tinsel süreçlerin bütünlüğü ile bireyüstü olan toplumsal-tarihsel bir varlık anlaşılmalıdır. O halde, bireyin bütünle kaynaşması açısından vazgeçilmez bir araç olan ve toplumsal-tarihsel varlık ile kültüre büyük katkıları bulunan sanatın, doğal olarak toplumsal bir sanat olması gerekmektedir. Sanat nesnesi, sanata duyarlı olan ve güzelliğin verdiği hazzı duyabilen bir toplum için yaratılır. Yeni bir sanat yapıtının üretilebilmesi için, öncelikle ona gereksinme duyulması gerekmektedir. Bu anlamda sanatın işlevi, bu gereksinmeyi gidermek olduğu gibi, aynı zamanda sanatsal anlamda yeni gereksinmeler doğmasına yol açabilmek olmalıdır. Yani özne için yeni bir nesne yaratılırken, nesne için de yeni bir özne yaratılmalıdır.
‘Sanat’ da tıpkı ‘insan’ gibi toplumsal ve tarihsel bir fenomendir. İnsanda bir yetenek olarak bulunan güzellik duygusu, estetik algı, kısaca sanat yetisi, aslında insanda doğuştan bulunan bir yetenek değil, hayvandan insana doğru olan gelişim süreci içerisinde, insan etkinliklerinin toplu bir sonucudur. Toplumsal ve tarihsel bir fenomen olarak sanat, iki ana kaynağa dayanmaktadır: Birinci kaynak, doğayı tanımada bir büyü aracı olmak; ikinci kaynak ise insanları aydınlatmak, onlara toplumsallık bilinci vermek ve bu bilinci geliştirmek…
Aydınlatmak, eğitmek ve geliştirmenin yolları farklıdır. Şaşırtarak olabilir; yücelterek, dikkatini yoğunlaştırarak, sorgulamaya ve çağrışıma yönlendirerek, haz vererek, acıyı anımsatarak, güldürerek, ağlatarak, vb…
En öznel sanatçı bile toplum içinde ve toplum adına çalışır. Daha önce betimlenmemiş duyguları, ilişkileri ve koşulları betimlemekle; bunların görünüşteki soyutlanmış ‘ben’imizden ‘biz’e dönüşmesine yardım eder. Sanatın, bireysel görme ve duygularla ilgili olup onları işlediğini biliyoruz, ancak bunlar birer sosyal nitelik taşıdıklarına göre, sanat da daha baştan özü bakımından sosyal bir niteliğe sahip olmaktadır. Sanatın kendisi bir toplum gerçeğidir. Sanatçı denen o üstün büyücü gereklidir topluma. Sanat, estetik olmasının yanında, insanın kurtuluşuna katkıda bulunması ile de sanattır. İnsanın kurtulması gereken şey ise ‘bölünmektir’. Yani insan bireysellikten, bölünmüşlükten ve parçalanmışlıktan kurtulup, insan özüne uygun olan ‘bütünlüğe’ ulaşmalıdır. Bu bütünlük, toplumsal bilinçtir. Sanatın görevi, “yaşadığı şehrin, sınıfın, ulusun insanlarına bir kişilik ve yaşama bilinci aşılamak, insanları belirsiz ve bölünmüş bireyselliğin kaygılarından kurtarmak, bireysel hayatı toplumsal hayata, kişiseli evrensele yöneltmek, insanın yitirilmiş olan birliğini yeniden kurmaktır.” (4)
Varlıkbilimsel Sorun Olarak Sanat:
Kant’a göre nesneler nicelik, nitelik, bağıntı ve biçim gibi bir takım kategoriler içerisinde, ancak özne tarafından algılanabilir. Öznenin algıladığı varlıktaki nesnel özellikler, nesnenin özüne ait nitelikler değil, özne tarafından belirlenmiş olan niteliklerdir. Yani Kant’a göre nesnenin varlık kategorileri özneldir.
Oysa Marksist estetikçi Lukacs’a göre, nesnenin varlık kategorileri nesneldir. Lukacs, varlığı belirlemek isterken üç ana kategori düşünür. Bunlar gerçeklik, özellik ve bireylik kategorileridir. Bunu başka türlü söylersek, Lukacs’a göre var olanlar ya geneldir, ya özeldir ya da bireydir. Bu üç ana kategorinin nesnelliği; onların varlığı kavrayan, varlığı bilen öznenin niteliği değil, kavradığımız ve bilgi ürünü yaptığımız nesnelerin temel bir niteliğidir. Bu kategoriler kendi aralarında daima özerktirler. Lukacs’a göre, ‘genellik’, ‘bireylik’ ve ‘özellik’ olmak üzere üç ana bölüme ayrılan varlık kategorilerinden üçüncüsü, yani ‘özellik’ kategorisi, estetik varlık alanı ile ilgilidir. Bir sanat yapıtı, yüksek derecede bir sentez ve bütünlüğün ürünüdür. Varlıkların gruplandırıldığı bireyler ve genellikler dünyasının, yukarı bir basamakta birleşmesi ve sentezlenmesi ile birlikte bir sanat yapıtı oluşur. Sanat yapıtının varlığının kavranması da ancak öznellik ve nesnelliğin oluşturduğu bir bütünlük olarak algılanırsa gerçekleşebilir. O halde, yapıtı oluşturan yanlardan biri olan öznellik, artık bir bilgi öznesinin özelliği olmadığı gibi, yine sanat yapıtını oluşturan diğer yan, yani nesnellik de, nesnel gerçeklik anlamındaki nesnellik değildir. Burada söz konusu olan özne, nesnel bir nitelik elde ettiği gibi, nesne de öznel bir nitelik elde eder. Diyebiliriz ki, sanat yapıtı onların bir ortak (ya da orta) noktasını oluşturur. Bu bir anlamda ruhun, içselliğin, öznelliğin; maddede, dışsal olanda, nesnede görünüşüdür.
Sanat yapıtının varlığını oluşturan ‘sentez’ ya da ‘birlik’ kavramları bir uyumun, bir armoninin tezahürü biçiminde karşımıza çıkar. “Armoni, gerçekliğin yansıması olarak, öznellik ve nesnellik arasındaki derin, gerçek ve yetkin bir ilgiyi gösterir. Böyle iki karşıt varlığın yetkin ilgisinden doğan armoni, asıl nedenini insan ruhundaki derin bir gereksinmede bulur. Sanat yapıtında ulaşılan bu armoni, aynı şekilde en yüksek insansal değerdir.” (5)
Yapıtın içeriğindeki düzen ve mantıksal tutarlılık, onun özünü oluşturur. Öz’ün bu önemli yeri, onun insani ve toplumsal yanı ile ilgilidir. Yani ‘öz’ kavramı ilerici ve değişken bir özellik gösterirken, ‘biçim’ kavramı tutuculuğu ve durağanlığı çağrıştırmaktadır. Çünkü burada sözü edilen biçim; sanat yapıtının biçimi, şekli, ifade tarzı değil, bir sanat ekolünün genel üslubudur. Buna göre biçim, bir sanat ekolünün belirlediği; kabul edilmiş, durağan ve değişmez ilkelerdir. “Bir yanda sürekli değişen, insansal-toplumsal olaylardan oluşan bir öz-içerik varlığı var (tez). Bir de bütün bu değişmelere karşı direnen genel bir biçim ve üslup var (antitez). Bu çelişkiden ise ancak, öze uygun bir biçim yaratmakla kurtulan sanat var (Sentez).” (6)
Bir sanat yapıtı, özel nitelikleri dolayısıyla diğer varlıklar arasında farklı bir yere sahiptir. Bu yapıttan estetik olarak haz duyan insan da estetik beğeni duygusu niteliğiyle, diğer insanlar arasında farklı bir yerdedir. “Beğeni, genel anlamında Kant’tan beri ‘sanat yapıtlarından haz duyma ve onu güzel ya da çirkin olarak değerlendirme’ yetisi biçiminde anlaşılır. Buna göre beğeni, ‘estetik yargı verme yetisidir’. Sanatçı nasıl dehası ile yaratıyorsa, onun yarattığı bu yapıt ile estetik ilgi kuran, bu yapıtı estetik olarak yargılayan insan da bir beğeniye sahip olur. Bu anlamda beğeni, estetik bir nesneyi, estetik olarak değerlendirme yetisi şeklinde adlandırılır. (…..) Bir insanın estetik haz duyarlılığını, yalnızca onun bireyinde olup biten etkenlere (mizaca, karaktere, kişisel ruh hallerine, eğilimlere, duyulara, yaşantılara vb.) bağlamak yetmez. Aynı zamanda eğitim, yaşam deneyimi, bilgi ve olgunluk gibi toplumsal olarak belirlenebilen etkenler de önemlidir. Kısacası estetik beğeni, çağdaş estetik için de yalnız bir bireysel-psikolojik fenomen değil, aynı zamanda sosyo-kültürel bir fenomendir.” (7)
Aziz Kemal Hızıroğlu
(Kasım 2002, Kartal-İstanbul)
Kaynaklar :
(1) Sevinç Türkmen, Sanat ve Sanatın Dili, İnsancıl dergisi, Haziran 2002
(2,3,4,5,6,7) İsmail Tunalı, Marksist Estetik, Altın Kitaplar, İst.1976
Geniş bilgi için: Georges Politzer, Felsefenin Temel İlkeleri, Sosyal Yay, İst.1997
Geniş bilgi için: Mustafa Ergün, Felsefeye Giriş (Estetik) Ders notları