Düşlere Yolculuk | Ahmet Özer
Kaçak bir gökyüzüydü üstlerinde
yıllardır harmanlanan bir özlemle
iki yurt arasında yurtsuz
dokundular yaşamın sımsıcak göğsüne
zincirinden boşanan bir gemiyle
kapısındaydılar çiçeğe duran dillerinin.
durmadan demlenen sessizliğin
ilk durağındaydı yurt rüzgârı
yorgun yeryüzünün kapısından
trene girdiler
leyla’nın başı levent’in omzunda
mutluluğun engin denizinde
uyku uyanıklık sularında
düş yumağı sarılırken rayların sesine
levent’in sözleri çınladı her istasyonda
yağmura tutuldu gül kokan sözcükler
renkler dönüştü notaya leyla’nın yolculuğunda.
mustafa kemal kocatepe’deydi şafakleyin
hasan tahsin tetiğe basmıştı az önce
tonguç enstitülerin harcını karıyordu
nâzım hikmet’in sesinden salkım söğüt sarkıyordu
bedri rahmi nakış işliyordu karadut’a
ruhi su’nun buz tutan sarıkamış’tı sesi
fakir baykurt söyleşiyordu ırazca’yla
gülten akın duruşmasındaydı oğlunun
uğur mumcu patnos’ta sakıncalı erdi.
leyla uyandı trenin sarsılışıyla
baktı son istasyondaki yolculara
döndü levent’e:
-nereye geldik levent okur musun
karşıdaki yazıyı
okudu levent:
-gözlüklü sami.
dağ ve göl
-mahir’e
güneşin elverdiği dağ
göle düşüyor sesini gizleyerek
göl bütün sessizliğiyle
kucaklıyor dağla inen bulutu
dağ ve bulut iki sevgili
dalıyor gölün yeşil yüzüne
çağı çağa ekleyerek.
nice masalı havalandırıyor gölün aynası
kar tutunca ovayı
gölü öpüyor ovanın beyazlığı.
kaç kervan geçti bu sessizliği ayaklandırarak
kaç gece dokundu şafağın çiy dökülen ışığına
atlılar da geçti türkülerinde nal sesleri
kuşlar da kanada kalktı güneş ülkesine doğru.
dağla bulut öpüşerek yuvarlanırken
gölden uzaklaştı rüzgâr
iki sevgilinin aşkını gizleyerek.
gecenin uykusuzluğu terkisinde
biri aya sığındı biri yıldızlara.
çoban ateşlerinden bir şavk damladı
ozanın ağıda dönüşen sazına
kaç güzelin teri karıştı
nilüferlerin bembeyaz kokusuna
göl mü şelaleye can verdi
şelale mi uzandı gölün damarına
bir tarih sorusu gibi gezinir düşlerinde
bulutun maviliğini içen sürüleri
gecenin derinliğine süren bir çocuğun yalnızlığına.
ahmet özer
yüzü fotoğrafın dışında
karlı bir dünyayı omuzlamış
babanın
yükü kendinden ağır / yürüyor
fotoğraf yüzünü değil
sırtladığı oğulu anlatıyor
torbada / küçücük bir bebek
büyük bir acı
donan zaman.
büyümesi elinden alınan
bebek iki yaşında
yollar kapalı gönüller açık da olsa
bir yaş daha eklenmeyecek yaşına.
acıdan babanın sırtında
kaput bezinden dünya
yollar kapalı kar tozutuyor
suçu ölene yıkmak kolay yol.
baba kar soğuğunda
tutunuyor içindeki aleve
yüzü düşmüyor yüzümüze
sırtında tunçtan bir yeryüzü
oğulun donmuş bedeninden
sımsıcak gülüş çekiyor alnına
gülü koklar gibi ilerliyor karda.
kar sesine gömülü baba
yürüyor bata çıka geniş ovada
bebek ceset torbasında sonsuz uykuda
bütün kapılar kapalı yürekler sağır
düşlerden kan damlıyor kar’a.
hastane / doktor / adliye / hukuk neye yarar
mezrada doğan bebeğe
soluk olmadıktan sonra.
kar ve karanlığı sırtına vurdular babanın
dile gelse bebek
beni indir
yaşadıklarını sırtla diyecek yorgun babaya
van’da gürpınar’da
çalık mezrasında şubatta
zaman dondu o an
kar aydınlığında.
ahmet özer
annem babam ege
–viron’a ve vironlara–
annem bir yalnızlıktı
yaşı çok küçüktü babamdan
çıkarır sandığından ilkokul diplomasını
kar yakalı fotoğrafını öperdi.
babam paris’ten gönderilen germinal’i okurdu durmadan
bir gece baskınıydı babamın uçuşu / izledik.
yaşarken ölmek nasıl olur anne / aynanın aniden parçalanması
hüzündü gurbetin adı / yanağa bırakılamayan öpücük
fotoğrafın solması
bir gemi götürür onu bir yakadan ötekine / görüntü tazelenir hep
istanbul’dur birinin adı diğeri atina
iki başkent arasında gergin bir teldir kuşların konmadığı
özlemler uçuşurdu gece gündüz / bir oğlu koklayamamak / günler dilsiz
annem o gece yakaladı yaşını babamın
saçları kar beyazı parmaklarında mor damarlar
dilimin bir notası düşüverdi çocukluğumdan
yağmur yağdı sabaha kadar.
annem havalanıp doğduğu topraktan
çan seslerinin ardı sıra sürüklendi ege’ye
ben alpler’in eteklerinde
göle bakan bir manolya ağacı olarak kaldım
babam öldü babam öldü demedi kimse benden başka
annemdi tek babamı yitiren
biliyorum o gece gömüldü babam / annemin yüzüne
ayın pencereden döküldüğü masamda
durur fotoğrafı annemin
eli çenesinde yurdundan uzak gözleri uçurum
bir bakışı alır düşlerimi götürür çocukluğuma
istanbul anne kucağına dönüşür birdenbire.
“cellatlar girdi araya”
tutuldu kapılar trenler kalktı kesilmedi gözyaşı
fesleğenler kurudu bahçemizde / soldu leylaklar /
suyu kesildi çeşmemizin
gazetelerde sekiz sütun kin / tarihin defterinde parmak izi
taşınacak bir denizden ötesine sonbahar sessizliği.
yüzü fotoğrafın dışında
karlı bir dünyayı omuzlamış
babanın
yükü kendinden ağır / yürüyor
fotoğraf yüzünü değil
sırtladığı oğulu anlatıyor
torbada / küçücük bir bebek
büyük bir acı
donan zaman.
büyümesi elinden alınan
bebek iki yaşında
yollar kapalı gönüller açık da olsa
bir yaş daha eklenmeyecek yaşına.
acıdan babanın sırtında
kaput bezinden dünya
yollar kapalı kar tozutuyor
suçu ölene yıkmak kolay yol.
baba kar soğuğunda
tutunuyor içindeki aleve
yüzü düşmüyor yüzümüze
sırtında tunçtan bir yeryüzü
oğulun donmuş bedeninden
sımsıcak gülüş çekiyor alnına
gülü koklar gibi ilerliyor karda.
kar sesine gömülü baba
yürüyor bata çıka geniş ovada
bebek ceset torbasında sonsuz uykuda
bütün kapılar kapalı yürekler sağır
düşlerden kan damlıyor kar’a.
hastane / doktor / adliye / hukuk neye yarar
mezrada doğan bebeğe
soluk olmadıktan sonra.
kar ve karanlığı sırtına vurdular babanın
dile gelse bebek
beni indir
yaşadıklarını sırtla diyecek yorgun babaya
van’da gürpınar’da
çalık mezrasında şubatta
zaman dondu o an
kar aydınlığında.
ahmet özer
yaşadıkça
mor yolculuğun
uçuruma dönük yüzüne
yeryüzü yerleşiyor
soğuyan yaşama kapılar açılırken.
bir annenin
düşlerini tutuşturan ovaya
kar yağıyor
yaz güneşi altında.
zeytin ağacının gövdesi
yaşlı yüzle çakışıyor o an
zeytinin yanı başındaki mermerde
beş yüz yıl yazıyor.
anne sessizce mırıldanıyor:
sen beş yüz yılı yaşadın
ey ağaç
bununla meydan okuyorsun insana.
ben yetmiş yılda
bin yılı geçtim
kimse varmadı farkıma.
ahmet özer
solgun yüzün hayatın
güzdür / yeryüzü solgun ışıklarla gelir
geceler ayrılık taşır yanında
babanın gidişi anımsanır uzaklara
yataklar biraz daha soğur yıldızlar üşür.
güzdür / pencerenin ardından gözlenir hayat
kuşlar sürü sürü yolcudur göklerde
sular çekilir derinlere uykudadır toprak
şiirden romana yolculuktur düşlerin derinliği.
güzdür / yıldırımlar düşer ovalara
çoban çocuklardır yitiveren sürülerin ardında
insan kabuğuna çekilir anılara yaslanarak
hüzzam şarkılar demlenir iklimler değişirken.
güzdür / doğayı uykuya götüren zaman
binlerce çiçeği eken düşlerimize
bahara sefer eyleyen gökyüzüdür isyanımıza tanık
mevsimlerin çınladığı fotoğraftır önümüzde.
ahmet özer
munzur
kayalardan geçen rüzgâr
kuşları taşıyor ovaya
munzur
derse geç kalan öğrenci
akıyor soluk soluğa.
al benekli balıklar
direniyor akışa
köpükler
gündüz taşlara çarparak
dağılıyor suya
gece kentin ışıkları
düşüyor karanlığa.
munzur tarihten el alıyor durmadan
kadınlar ve çocuklar
ve askerler
çığlık olup dönüşüyor laleye.
lale
köşk bahçelerindekine benzemiyor
“hüznün çiçeği” olarak göğe değil
toprağa bakıyor
açıyor ve soluyor / ömrü bir aydan kısa
düşlerimize hırçın güzellik bırakıyor.
bakılan yerde durmuyor munzur
çatışmada kaçan çocuklar gibi
soluyor yılan ıslığıyla.
gün olur
dünden bugüne
kıyısında taş kesilmiş
annelerin ağıtı tutar gökyüzünü
giden acısını bırakmıştır kalana
tarih
mezarsız ölüler olarak
kaydını düşer uzun zamanlara.
herkes kendi yalanını
gerçeğe dönüştürerek
anlatıyor geceye.
kavaklar ve söğütleri yoklayan su
çarpıyor meşelerin direncine
bir genç suya bakarak
okuyor
çatışmada tutsak olan bir devrimcinin
yaşamını.
dili diline
sesi sesine uymayan
elleri bektaşi şarabında
boynu pir sultan’dan beri sızlayan.
bir yeryüzü sofrasında
oturan gencin
sözü çakışır
dinleyenlerin düşleriyle
kocaman bir ateşin ısıttığı mağarada
mürekkebi kurumamış bir bildiriyi
katlar gömleğine.
munzur
gündüz güneş altında
bir gümüş eriyik
sırtında gökkuşağı
bütün geçmişi tartarak
gece samanyolunu omuzlayarak
akar geleceğin kapısına.
yaz günleri
gürbüz çocukları yörenin
kar sularını içen ırmağa
bir yeşil yaprak gibi karışır.
gölgesi suya düşen dağlar
nöbetini tutar akan sesin
yakıcı bir ağıta el vererek.
bu hep böyle sürer
bir masalın anlatıldıkça ballanan
sıcaklığında
nice yaşamlara tanık olarak
bütün zamanlarına dokunur
tarihin
toprağın sızısına
ateşin ürperten aydınlığına
havanın soluk soluğa savruluşuna
munzur’un can katan dirimi eklenir
bir iklim
yaratarak.
ne denli değişse de yeryüzü
munzur
değişmez bir güzellik olarak sarılır
günlerimize.
yıllardır bu coğrafya
karı ve zemheriyi kazıdı tenine
jandarmanın komutunu
vergicinin kestiği makbuzu
hiç unutmadı
oğlundan torununa andaç kaldı
çınlayan sesler.
sokaklar kaç kez yasak kılınmıştır
kaç kez yakılmıştır kitaplar
yangın sönse de
sıcaklığı kalmıştır külün
küle düşen ağıtlar
tazelenmiştir durmadan.
marş mı şarkı mı
içli türkü mü
ne dersen de
mermi olmuştur ten kafesinde.
munzur akıyor durmadan
dünyanın çok derininden
gelen buzlu su
günyüzüyle buluşarak
sevincin sesi oluyor.
geyikler tırmanıyor yalçın kayalara
kurt atlarken düşüp parçalanır
oysa geyik tutunur uçuruma
masumiyet duygusuyla.
kapıları beton duvarlarla örülü
gözetleme mazgalları
ve kalekollarıyla
gözaltındadır kent
girişi zor olsa da
bir anne gibi
emzirir konuğunu.
çiçeklere bakarsın
bildiğin kokudur
meyveler rengârenk
sözler çarpıp dökülse de göğsünden
bir yürek yangını için
çevirmen gerekmez.
bir delinin heykeli karşılar sizi
onca insan kendi aklını beğense de
deli olmak ister
suskun ve zamana meydan okuyan
bir heykele dönüşerek.
çığırtkanlar
bilmediğin yörelere kalkacak
araçlara yolcu yetiştirir
dağ kokusu taşıyan çiçekler konur
peteklere dolmuş balların yanında.
bir dede
alır götürür dinleyenleri
bin dört yüz yıl öteye
öyle anlatır ki sevdiklerini
sanki az önce
bir sofrada aynı kâsede
sıcak çorbayı içmiş gibidir.
akıyor munzur
aşkını akan suya anlatan
genç kızların sırdaşı olarak.
yaşamın iki yüzü
durup bakmıyorsun
baksan yürüyüşün en önünde
bir pankart tazeliği yakalarsın
sözleri tarihle demlenen.
baksan
akasyanın çiçeğinde salkım saçak arılar
balkonlardan taşan sardunyalar
eli annesinin elinde çocuktur hayat
anne ki yitik oğludur düşlerinde tazelenen
baksan
dolmuş duraklarında bekleyen
işi hep acele insanlardır aklı bir yerlerde
başını gökyüzüne yaslamış
kadınlar görürsün yaşamın ağır yükünü omuzlayan
martılar görürsün
kanatlarında deniz tuzu
gözleri uçurumları kollayan
elleri annelerinin eteklerinde
ağlayan çocuklar
kitaplar görürsün kaldırımlarda
üzerinde nice kişinin parmak izlerini taşıyan
giden her geminin içinde olmak gelmez aklına
yağmurlar gelmez aklına
çayırlar kirazlar mor sümbüller
annelerin çığlığı
ve gece korkutur seni yaşadıklarını düşününce
baksan
göç eden kuşları görürsün
göç eden yolcuları
tarihi alırsın avuçlarına
papatya tarlalarını gelincikleri
tarihle kesişen meydanları
bir ağıdın dizeleri
titretmez içinin tellerini
fabrikalardan dağılan yorgunluğu
meydanların uğultulu kalabalığını
son trenleri
düşlerini çivilediğin otelleri göremezsin
sirenler götürmez seni
kan damlayan akşamlara
aşkın güzelliği tomurcukta kalır
güneşe bir gün olsun bakmayan iki göz taşırsın
ahmet özer
yaşamın iki yüzü
durup bakmıyorsun
baksan yürüyüşün en önünde
bir pankart tazeliği yakalarsın
sözleri tarihle demlenen.
baksan
akasyanın çiçeğinde salkım saçak arılar
balkonlardan taşan sardunyalar
eli annesinin elinde çocuktur hayat
anne ki yitik oğludur düşlerinde tazelenen
baksan
dolmuş duraklarında bekleyen
işi hep acele insanlardır aklı bir yerlerde
başını gökyüzüne yaslamış
kadınlar görürsün yaşamın ağır yükünü omuzlayan
martılar görürsün
kanatlarında deniz tuzu
gözleri uçurumları kollayan
elleri annelerinin eteklerinde
ağlayan çocuklar
kitaplar görürsün kaldırımlarda
üzerinde nice kişinin parmak izlerini taşıyan
giden her geminin içinde olmak gelmez aklına
yağmurlar gelmez aklına
çayırlar kirazlar mor sümbüller
annelerin çığlığı
ve gece korkutur seni yaşadıklarını düşününce
baksan
göç eden kuşları görürsün
göç eden yolcuları
tarihi alırsın avuçlarına
papatya tarlalarını gelincikleri
tarihle kesişen meydanları
bir ağıdın dizeleri
titretmez içinin tellerini
fabrikalardan dağılan yorgunluğu
meydanların uğultulu kalabalığını
son trenleri
düşlerini çivilediğin otelleri göremezsin
sirenler götürmez seni
kan damlayan akşamlara
aşkın güzelliği tomurcukta kalır
güneşe bir gün olsun bakmayan iki göz taşırsın
ahmet özer
denizin sesiyle
savaşın kanlı gömleğine dolan rüzgâr
gölgeler bırakıyor sapsarı ışıklarla ege’ye
ışıltılı bir güzelliğin harmaniyesi
savruluyor öte yakasına denizin
sözümüz engeline takılmadan sınırların
renklerle donanan düşler taşıyor güncemize
tarih mermerden bir sözcük ekliyor not defterine: özgürlük.
çığlığın yakıcı sesi gökyüzüne el vererek
çocukların parmaklarından dökülüyor
nar palmiyeye dayıyor çiçeğini
palmiye denize yaslıyor rengini
deniz ikisinden süzülüp
çarpıyor sorularla yüklü yüzümüze
tarih mermerden bir sözcük ekliyor not defterine: barış.
zeytinler ve zakkum yarışıyor zamanla
biri meyvesiz çiçek öbürü insanla kutsanmış
taşlarda temmuzun yakıcı sesi kuşlarla taşınıyor
şiirler kabuğunu kırarak fırlıyor siperden
yasak ve günah sarkacında bir dünyanın kuşatılmışlığına
nice serüven ekleniyor yalnızlığımızı ayaklandırarak
tarih mermerden bir sözcük ekliyor not defterine: sevgi.
uzakta yıldızlar gecenin çatısında ışıldıyor
büyük ayı küçük ayı kuzeyde çakılı kutupyıldızı
zaman durmuş bir fotoğraftır önümüzde
yıldız ırmağına bakmıştık bir yaz gecesi sevdiğimle
yüzyıllardır gece ve gündüzün bitmeyen dansına
şimdi direncin ırmağıyla akıyor bakışlarımız
tarih mermerden bir sözcük ekliyor not defterine: aşk.
harun karadeniz
-40. yıl buluşması-
karacaahmet
ünlü bir şarkıcının adı yazıyor kapıda: hamiyet yüceses
cumhuriyetin sesini demleyen sanatçı 100. yılında doğumunun.
kapıdan bakınca ilk mezar harun’un
“bir ağaç gibi tek ve hür” yaşıyor gömütünde.
bütün gömütlüğün nöbetini tutuyor hemen girişte
kırk yıl olmuş uzun yolculuğuna çıkalı
daha dündü uğurlanışı osmanağa’dan
bir insan selini andıran yüzbinlerin yumruğu bulutlarda
bir başka yolculuk yazdıramazdı “sesleniş”i uğur’a.
onca insan harun’un sevgisiyle yıkanan sesini
koydu bir dostunun yüreğinin yanına
kimse sormadı nerede olduğunu mezarının
çünkü harun sırasını bekliyordu konuşmacılara
teşekkür için
yakada fotoğraf değil ten kafesinde güldü sevenlerinin.
sözü hülya karadeniz aldı birden:
alucra / armutlu’dan itü’ye gidenin
harun olmasaydı adı
kuşkusuz einstein olurdu.
anlatılan destanıydı 68’li sosyalistin
öğrenci önderi / yazan düşünen
eylemin en önünde yürüyen.
kızı gülçin
adını taşıyor savunmanının
esmer gülüşü dudaklarından yüzüne yayılıyor
sanki harun’dur kürsüde
bir eylemi değerlendirmenin erincinde.
konuşuyor dünün gencecik eylemcileri anılara yaslanarak
kimi zap boylarına gidiyor azgın suya gem vurmaya
kimi üniversite kürsülerinden işgallere
hapishanelerin karanlık koğuşları anılmıyor
yer verilmiyor sorgulara
gerze tütün mitinginden
istinye’nin grev çadırlarından
binlerce ağızdan fırlayan çığlık
kırk yıl sonra takılıyor sesimize:
6. filo defol.
ne güzel çocuklardı onlar
çoğu yetmişini geride bırakmış şimdilerde
kiminin bir yanı uçuruma akar / yüreği kabarmada
zamanı durduran yaşamı giyinmiş gençlerle
harun da çıkıp geliyor upuzun boyuyla.
harun karadeniz
durbaş’ın ve kurdakul’un şiirlerinden
ter olup damlıyor
günyol ölümünün ardından
ne güzel başlık koymuştu yazısına:
harunlar tükenmez.
kırkıncı yılda
yüreğin kurulu saatiyle uyandı sevenleri
hepsinin elinde sevgiden birer çelenk
bir diğerinin ayak ucuna bırakılan
kimilerinin sözleri uğultuya dönüşürken
birer damla yaş boşandı gözlerden.
karacaahmet’te
kocaman selvilerin gözeten serinliğinde
savaşımdan gelen kırk yıllık yoksunluğumuz
bir ses olarak bırakıldı evrene:
hepimiz harun’uz.
gülten
yozgatlı bir tomurcuktun
ankara’da gülün şafağına yağmur
ülkende kırmızı karanfile dönüştün
güneş her sabah seninle öptü dünyayı
kadınların gizemine sesti dizelerin
o narin omuzlarda sürdü yolculuğun
şiirinin derinliğiydi
ipekten düşlerini ağırlaştıran.
ufacık bir bedene
kocaman bir dünya döşedin
mutsuz insanlara omuz oldun
kimsesiz çocuklara anne
ülkenin karartılan göğüne ışık
düşen devrimci gence savunman
dağ başlarının gün görmeyenlerine
öğretmen
yazının çıkmaz sokaklarına geçit oldun.
kestin kara saçlarını
isyanın ateşini yaktın meydanlarda
abla oldun uzun koşuna katılanlara
şair oldun
ülkemin asırlardır ses vermeyen
duruşuna.
hasan hüseyin
aşk şiiri yazarken birden durdu kalemi
suç işlemişti belli tanığıydı aynalar
sözünün ardı sıra bir ömürdü dörtnala
bıraktı sevenini bir çocuğun alnına
bir sesti yankılanan:
ey şair yazamazsın sen aşkın şiirini
uğultu tomurcukta gülün ardında kalan.
aşk şiiri yazan mı ah onu yazdıran mı
düşümüze ekilen binlerce kır çiçeği
ya olmasaydı ferhad
şirin’e yol yoldaşı olur muydu ey şair
diliyle sözcüğüyle yarışı hep kendiyle
dizelerin ardında soluk soluğa hayat
azime’nin yüzüydü çeliğe suyu veren
günışığı aşk oldu kavel’den damlarken ter
bir ömrün eteğinde duruverdi yeryüzü.
mermere bir dokundu yıldızlar kaydı birden
çiçeği bir kokladı özgürlüktü boy veren
can buldu şiirleri / omuz başında güzel
aşkı yaşamayanın kavruldu yangınında
şiiri soluğuydu çerçeveye sığmayan.
terkisinde götürdü ölümü uzaklara
karlı bir rüzgâr idi boynunda kırılan ses
sevdiği yaşasındı yeterdi ona yıllar
yaşamın adıydı aşk aşkın adı ilkyazdı.
yorgun insanlar bulvarı
aklım
büyük kentlerin meydan saatleri gibi
ayarsız
gece yorgun insanlar dağılıyor paris’e
kimi sarhoştur / kaldırımlara yalnızlığı taşıvermiş
kimi sevişmeye gidiyor
ömrünün artakalan yıllarıyla
kimi mültecidir yurdundan uzakta.
aklım
büyük kentlerin meydan saatleri gibi
ayarsız
yaşadığım yıllar uçuşuyor rüzgâr altında
kaldırımlarda bir gencin çığlığı
savruluyor bir albümün sayfaları yağmurda
paris altmış sekiz
yüzünde polis yumruğu bir genç
tam da düşüyor montaigne’nin heykelinin önüne
kestane ağacından bir güvercin havalanıyor
birdenbire.
aklım
büyük kentlerin meydan saatleri gibi
ayarsız
karadut şairini düşünüyorum saint-michel bulvarı’nda.
esmer yüzüyle nâzım’a gülümsüyor
“yiğidim aslanım”ı yineliyorlar birlikte
sese söz katmadan
aragon şiiriyle yürüyorlar
meçhul asker anıtına.
trampet çalan izciler
geçiyor ressamlar sokağından
karanlık usul usul iniyor ıhlamurlara
eyfel’in ışıkları ekleniyor paris’in gözlerine
seine nehrinin yeşilliğinde
bembeyaz vapurlar.
siz gidince
siz gidince
sandığınızdaki ipek şalınız
ada vapurunda çektirdiğiniz
fotoğraflarınız kaldı.
bir temmuz akşamında
serin sularla yıkadığımız balkonunuzda
gecesefaları pembe sardunyalar ve papatyalar
kimden dinleyecek artık
hamiyet yüceses’i.
bütün eşyalarınız yerli yerindeydi siz gidince
taşlı yüzüğünüz / beyaz şapkanız
ve şamdanınız
duvarınızda meryem bir bakireydi
isa kucağında bir bebek
zenciler arasında karbeyazdınız
beyazlar arasında kuzguni bir tarlakuşu.
siz gidince
eşyalarınız kime karşı koyabilirdi
çözülüp giderken onca anı
bir sese dönüşemedi yüzyıllık tarih
hayat birinden ötekine geçerken
kimler şarkılara dönüştürdü acıyı
kimler sürüklendi günlerin ardından.
insan kendi hayatını yaşar sanırsın
oysa hayat göle düşen bir güz yaprağıdır
dalgaları kıyıya geç ulaştıran
siz gidince gizemli düşler içeren
küçük notlarınızı kimler çözecek
diliniz acının alfabesinden bir harftir
bilincimizde
adınız
kazancakis’in alexi zorba’sının
güzel artistini anımsatır
bir sahne çakılıvermesin gözümüze
geç kalmanın adıdır şimşek yalazı
tıpkı bir ağustos akşamı
güzelliğini yakıcı bir alev gibi
yüzümüze savuran marilyn gibi
tıpkı che gibi ışıldayan yıldızıyla
gözlerini uçurumlara bırakan.
siz gidince daha da derine indi sular
berrak bir gökyüzü bırakmak için
düşlerimize…