ALTIN
DOLAR
EURO
BIST
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Hatay °C

Çivisi Çıkan Dünya | Massimo de Angelis

05.07.2020
1.265
A+
A-
Çivisi Çıkan Dünya | Massimo de Angelis

Parazitlerin Siyasi Kullanımı

Çeviren ve Derleyen: Erkal Ünal, Çivisi Çıkan Dünya, Runik Kitap, s.70-76 

Kısa süre önce, Peter Linebaugh’un William McNeill’ın Plagues and Peoples adlı 1976 tarihli kitabına dair eski bir değerlendirme yazısı sosyal ağlarda dolaşıyordu. Bu noktada beni McNeill’ın yaklaşımını vurgulamaya yönelten şey, onun tarih-öncesi toplumlardan başlayıp 1700’lerin sonlarında biten tarihsel muhakemesinin genel yapısı. 

McNeill, bekamızın iki tür parazite direnç göstermeye dayandığını belirtir: bedenlerimizin içinde yaşayan mikro-parazitler (bakteriler ve virüsler) ve farklı bağlamlarda kendi ekonomik gerekçelerinden hareketle sömüren, vergi koyan, öldüren, köleleştiren ve aşağılayan makro-parazitler (hâkim sınıflar). Her türlü parazit kendi konağının dirimselliğine bel bağlar ve dolayısıyla konağını zayıflatıp onu ölümle burun buruna getirmek aslında parazitin zararına bir durumdur. Bunun yerine, bir denge sağlanması gerekir; ayrıca konağın, ister mikro ister makro türde olsun parazit için, bir artık üretecek kadar yaşamasına olanak tanınması lazımdır. 

Bu iki tür parazit arasında elbette birçok fark vardır. Örneğin mikro-parazit için, saldırılacak beden esasen bireyin bedenidir; makro-parazit içinse esasen tüm sosyal bedendir. Fakat bu ve başka bariz farklara rağmen, bu imaj hayatlarımızı ve bekamızı biri üst ölçekte diğeri alt ölçekte bulunan, bizler ve iki tür parazit arasında iki aksiyon ve reaksiyon bağlamı, yani ilişkiler oluşturan iki kuvvet alanının ortasına yerleştirir. Bu iki kuvvet alanının ortasında, çokluğun öznellikleri yer alır; yani belirli tarihsel aşamalarda, yeniden oluşum ve (re)aksiyon zamanlarıyla, kendi hayat tahayyüllerini izleyip beka perspektifleri oluşturarak üretebildikleri mekânlar ve ağlar içinde, bu iki türdeki parazitleri karşılarına alarak devinen pek çok öznellik bulunur. 

Nitekim, tarihe bakacak olursak, bir veba iktidar ilişkilerini tabi sınıfların lehine olacak şekilde değiştirmiş olabilir (sözgelimi Avrupa’da 14. yüzyıldaki Kara Veba’da olduğu gibi: bunun sonucunda İngiltere’de 1381’de baş gösteren köylü isyanı feodalizmin tarihsel bir krize girmesine neden olmuştu). Tam aksine, Avrupalı fatihlerin Amerika kıtasına getirdiği salgınlarsa yerli halkların direnişinin zayıflamasına sebep olmuştu. Bu halklar çiçek hastalığı, kızamık ve grip gibi o âna dek kendi bedenlerinde hiç tecrübe etmedikleri patojenler yüzünden ölmüştü. 1492 ile 1600 arasında, Amerika kıtasındaki yerli halkların yüzde doksanı, yani takriben 55 milyon kişi, hem Conquistadorların hem de bu yeni patojenlerin şiddeti sonucunda yaşamlarını yitirmişti.

Makro-parazitlerle Kavga 

Söylemeye çalıştığım şey şu: Mikro-parazitlerin etkileri çokluklar tarafından makro-parazitlere karşı kullanılabilir ya da tam aksine, makro-parazitler tarafından çoklukları düzene sokmak için de kullanılabilir. Buna parazitlerin siyasi kullanımı diyelim. Bu kullanım çoklukların daha iyi bir dünyada yaşamak için mücadele etmelerine yarayabildiği gibi, parazitlerin daha iyi uyum sağlayacakları ve mevcut hâllerini devam ettirmelerini mümkün kılacak bir ortamda hayatta kalmalarına da yarayabilir. 

İçinde bulunduğumuz bağlamda, parazitlerin siyasi kullanımı temelde bekamızın idare edilme biçimleriyle bağlantılı bir acil durum meselesi. Ama bizi ev-iş-tüketim döngüsüne hapsetmek isteyen bu iklimde, acil durum sonrasındaki “normalliği” yeniden düşünmek için harekete geçmekte fayda var. Bunu hem pandeminin ardından acil durumun kurumsallaşmasına karşı hem de orta sınıfların ritimlerine, çalışma tarzlarına ve tüketimine dönmenin sosyal ve ekolojik açıdan kabul edilebilir bir normallik olduğu yolundaki boş umuda karşı yapmalıyız. Acil durumun sonrasını düşünmeye başlamak için, bu acil durumun neleri öne çıkardığı üzerinde biraz daha durmak gerek. 

Bir fosforlu işaret kalemi yazılı bir metinde ne yapıyorsa, korona virüsü de topluma dair gözlemlerimize onu yaptı: Farklara ve ilişkilere işaret etti. Neoliberal kapitalizm sorumluluğu sırf bireylerin omuzlarına yüklerken, korona virüsü (keza başka sağlık vakaları, ekonomik ve ekolojik acil durumlar) iki şeyi belirginleştirir: sosyal beden üzerindeki farklılaşmış çok-ölçekli etki; ve sosyal tabakalaşmayı yoğunlaştıran ve hastaneleri yeniden yapılandıran (kaynaklarını azaltan ve mâliyetleri artıran) neoliberalizmin sağlık hizmetini dert etmemesi, bilakis mikro-parazitler karşısındaki sağlık risklerini artırmış olması. 

Bugünün normalliğinde, sosyal bedeni yeniden üretmenin etkisi eşit biçimde dağıtılmıyor. Tıpkı korona virüsünün nüfusun farklı kesimleri üzerindeki etkilerinde eşitlik olmadığı gibi. Fakat bu eşitsizliğin tek sebebi sosyal bedenin bulaşma olasılığını, iyileşmeyi ya da ölümü (gençler ve yaşlılar, hemşireler ve blogerlar) adaletsizce dağıtan niteliksel farklılaşması değil. Sosyal kaynaklara erişimdeki ve mevcut ilişki tarzlarındaki farklılaşma da bunun sebebi. 

Neoliberal küreselleşmenin dogmasını sorgularcasına, virüsün ilk bulaştığı yerler en küreselleşmiş ve bağlantıların en yoğun olduğu yerlerdir. En çok ölenler yaşlılardır. Keskin bir farktır bu, zira hastaları hayata döndürmek için elde yalnızca bir adet akciğer solunum cihazı varsa doktor kimin ölüp kimin yaşayacağına karar verirken bu farkı göz önünde bulundurur. Esnek ekonomideki güvencesizler gibi zayıf kategoride yer alan insanlar, hükümetlerin hareketi kısıtlamak üzere aldığı tedbirlerin sonucunda gelir ve ekonomik güvence açısından en çok etkilenen kesimdir. 

Özgürlükten yoksun olan ve tıklım tıklım hapishanelerde yaşayanlar açısından bu kısıtlama tedbirleri, uzun zamandır zaten dayanılmaz olan bir durumda bardağı taşıran son damladır. Sevdiklerinizi görememek ve aşırı kalabalık yüzünden, virüse daha fazla maruz kalmak demektir bu. Dahası, bu salgının idaresinin büyük ölçüde, sosyal bedenin bekasını mümkün kılan (çok düşük ücretlere çalışan veya hiç para ödenmeyen) pek çok işçinin çalışmasına dayandığını akılda tutmak gerek. 

Peki Ya Bağlamı Değiştirirsek? 

Bu acil durumun vurguladığı bir başka şeyse virüsün yayılmasının önüne geçmenin veya onu zaptetmenin dünyayla, başka insanlarla olan temaslarımızın, yani sosyal ilişkilerimizin ayırdına varmamıza dayanmasıdır. Bu acil durum zarfında sosyal ilişkilerin nasıl sürdürülmesi gerektiği konusundaki vurgu –“belirli bir uzaklıkta durun”, “ellerinizi yıkayın” vb.– belirli bir bağlamda başkalarıyla birlikte dünyada oluşumuzdaki ustalığın bir ölçüsüdür. Şimdi gelin bu acil durumun içinden bir çıkalım, bağlamı değiştirelim ve çağımızın diğer acil durumlarının bağlamına girelim: iklim değişimi, sosyal adalet(sizlik), güvencesizlik, göç. Bu bağlamlarda sosyal ilişkilere odaklanmak ve insanlar ile biyosfer arasında yeni ilişki ustalıkları keşfetmek ne anlama gelir? 

Dolayısıyla, kendilerini bakım odaklı ilişki ilkesine dayalı “normalliği” yeniden inşa etme perspektifine yerleştiren altüst edici ve yaratıcı öznelliklere müthiş bir ihtiyaç var: sosyal tabakalaşmaları yeniden oluşturmak ve son yirmi otuz yıl içinde yürürlükten çıkarılan hakları yeniden elde etmek amacıyla, bireylerin bedenlerinin, sosyal bedenin ve siyasi bedenin bakımı. 

O yüzden şu soruyu sormak gerek: Mevcut kriz ışığında ve diğer krizlerle (şimdikinden daha fazla kurbana yol açan ekolojik, sosyal vb. krizlerle) ilişkisel ve bakıma dayalı bir açıdan yüzleşme gereğinin hemen ortaya çıkacağını hesaba katarsak, yeni bir “normallik” nasıl inşa edilebilir? Korona virüsü alarmının dikkat çektiği bir düğümün altını çizmek istiyorum, o da bir fazlalık anlatısına duyduğumuz ihtiyaç.

Fazlalık Anlatısı ve Müşterekleştirme 

Fazlalık kelimesi genellikle herhangi bir kullanışlılık sunmayan unsurlar içeren sistemlerle ilişkilendirilir. Örneğin, ekonomik verimliliği sağlamayı öngören “yeniden yapılandırma” tedbirlerinin akabinde yaşanan iş kayıpları İngilizcede fazlalık [redundancy] diye adlandırılır. Gelgelelim, sosyal bedenin ve bireylerin bedenlerinin bakımı söz konusu olduğunda, fazlalık (ya da işleyiş için kesinlikle gerekmeyen ekstra bileşenlerin dâhil edilmesi) normalliği (bireylerin bağışıklık sistemlerinin güçlenmesine yardımcı olmak suretiyle) daha az stresle karşılamamızı sağladığı gibi, her türlü krizi çok daha sakince karşılamamızı da sağlar. Salt kâr mantığını aşan insan ve unsur fazlalığıyla birlikte, ekonomi ve hesaplama mantıklarınca ölçülenden daha yüksek bir esneklik sağlanır, bu da sistemlerin dayanıklılığını artırır. Daha çok fazlalığa sahip olan sistemler yaratıcı kapasiteleri de daha çok olabilir; bu tür sistemler daha kapsamlı ve yoğun işbirliği ağları kurabilir ve gerektiğinde bu ağları çok daha etkili şekilde harekete geçirebilir. 

İşlerin olabildiğince az fazlalık ve ekonomi-dışı esneklik çerçevesinde tanımlandığı bürokratik kontrol hiyerarşileri modellerinden farklıdır bu. İtalya’da bugün yaşanan krizde, birçok insanın dayanışma döngülerine katılması sayesinde fazlalılık inşa ediliyor: kendi kendine örgütlenen apartman kolektifleri, yaşlıların alışverişini yapmayı üstlenen kişiler, kendi görevlerine kapanıp kalmak zorunda olmadığını hisseden sağlık çalışanlarının birden çok görevi üstlenmesi vb. Kriz anlarından sonra genellikle ortaya çıkan müşterekleştirme sosyal bedenin fazlalığa ihtiyaç duyduğunun bir göstergesi. 

Bireysel üretim gerçekliklerin daha üst ölçeğinde, fazlalık düğümü iki şey anlamına daha gelir. Birincisi, herkes için asgari (temel) bir gelir; yani, herhangi bir olası krizin (sağlık, çevre krizi vb.) en zayıf toplumsal kesimler veya bölgeler üzerindeki olumsuz etkilerine karşılık vermeyi amaçlayan bir sosyal algoritma, bir otomatik mekanizma. Neoliberal mantığın ve pek çok makro-parazitin gözünde, iş arayışından bağımsız olarak temin edilecek böyle bir temel gelir, kaynakların çarçur edilmesiyle aynı anlama gelir. Ne var ki kriz idaresi açısından bakıldığında, böyle bir gelir hem yeni bir normalliği daha sakince, daha az stresle yönetmemiz, daha fazla kaynağı yeni bir kurucu müşterekleştirme dalgasına yatırmamız için hem de yeni acil durumlar ortaya çıktığı takdirde, en başından, en azından bir dereceye kadar, herkesin güvende olduğunu bilmek için gereklidir. 

Son olarak, fazlalığı, izlenecek politikaları teşvik edilmesi gereken çoğul katılıma açmanın bir ilkesi olarak da düşünmemiz gerekiyor. Bu bağlamda katılım sırf bir müzakere ânı değil, aynı zamanda kontrol hiyerarşilerini gitgide yerindenlik ilkesinin (kararların idarenin en doğrudan etkilenen düzleminde alındığı) geçerli olduğu çok-ölçekli sistemlere dönüştüren kurucu bir ilişki gücü anlamına gelir. 

Bu Kriz Herhangi Bir Şeyi Düzeltebilir mi? 

Yaşamakta olduğumuz kamusal sağlık krizi bizi ilişkilere dikkat göstermenin hayati önemini gözlerimizin önüne serdi. Aynı zamanda, neoliberalizmin katmanlaşmış bireysel bedenlerin ve genel olarak sosyal bedenin kırılganlığını nasıl artırdığına işaret etti. Ayrıca daha temkinli davranmanın, kendimize ve başkalarına ihtimamla yaklaşmanın rasyonelliğini kabul ettirdi bize. 

Bu kriz sona erecek erecek elbette ama bir mikro-parazitin mağlup edilmesi durumunda, makro-parazitlerin hayatlarımızı belki de mikro-parazitlerle savaşmak için denenmekte olan sosyal kontrol teknikleriyle yönetmeye devam etmesine izin verirsek, hiçbir şey düzelmemiş olur. Gözünü ilişkilere çeviren yönetim bakım, özen, ihtimama dayanmalı, sosyalliğimizi ve üretkenliğimizi de bunların üzerinde inşa etmelidir.

Runik Kitap Çivisi Çıkan Dünya kitabından alıntıdır.

Administrator
Administrator
Editörden Yazı Atölyesi, Çağdaş Türk ve Dünya Edebiyatı’nı merkezine alan bir Websitesidir. Yazı Atölyesi’ni kurarken, okurlarımızı günümüzün nitelikli edebi eserleriyle tanıtmayı ve tanıştırmayı hedefledik. Yazarlarımız, Yazı Atölyesi’nde, edebiyat, sanat, tarih, resim, müzik vb. pek çok farklı alandan bizlere değer katacağını düşünüyoruz. Bu amaçla, sizlerden gelen, öykü, hikaye, şiir, makale, kitap değerlendirmeleri, tanıtımı ve film tanıtım yazıları, anı ve edebiyata ilişkin eleştiri yazılarla, eserlerinize yer veriyoruz. Böylelikle kitaplarınızla eserlerinizin yer aldığı Yazı Atölyesi’nde, dünya çağdaş edebiyatı ile sanatın pek çok farklı alanında değer katacağına inanıyoruz. Yazı Atölyesi kültür sanatın, hayatın pek çok alanını kapsayan nitelikli edebiyat içerikli haber sunar. Bu nedenle başka kaynaklardan alınan, toplanan, bir araya getirilen bilgileri ve içerikleri kaynak belirtilmeksizin yayına sunmaz. Türkçenin saygınlığını korumak amacıyla ayrıca Türk Dil Kurumu Sözlüğünde önerilen yazım kuralları doğrultusunda, yayınladığı yazılarda özellikle yazım ve imla kurallarına önem verilmektedir. Yazı Atölyesi, üyeleri ve kullanıcılarıyla birlikte interaktif bir ortamda haticepekoz@hotmail.com + yaziatolyesi2015@gmail.com mail üzerinden iletişim içinde olan, bu amaç doğrultusunda belirli yayın ilkesini benimsemiş, sosyal, bağımsız, edebiyat ağırlıklı bir dijital içerik platformudur. Katkılarınızdan dolayı teşekkür ederiz. http://yaziatolyesi.com/ Editör: Hatice Elveren Peköz Katkılarınızdan dolayı teşekkür ederiz. http://yaziatolyesi.com/ Editör: Hatice Elveren Peköz Email: yaziatolyesi2016@gmail.com haticepekoz@hotmail.com GSM: 0535 311 3782 -------*****-------
YAZARA AİT TÜM YAZILAR
BİR YORUM YAZIN
ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.