Çeviriler ve Sadeleştirmeler | Hilmi Yavuz
Türk edebiyatında çeviriler ve sadeleştirmeler, sanki herhangi bir kurala bağlı olmadan, dolayısıyla keyfî bir tavırla yapılıyormuş gibi görünmelerine rağmen, belirli birtakım kısıtlayıcı ve yasaklayıcı normların işletildiği, üzerinde pek az durulan konulardan biridir.
Belki de ‘pek az’ durulmasının nedeni, doğrudan doğruya metni, deyiş yerindeyse, ötekileştiren bu kısıtlayıcı ve yasaklayıcı normların, sadece çevirmen ve sadeleştiricileri değil, ama aynı zamanda, okuyucu ve eleştirmenleri de, dolaylı bir biçimde, belirlemiş olmasıdır.
Şimdiyse durum değişiyor. Çeviri ve sadeleştirmede tahrifçilik ya da göz ardı etmenin, ‘kanonik veya ahlaki (ideolojik) bir arındırmaya tabi tutulduğunu ortaya koyan örnekler, gerekçeleriyle birlikte açıklanma imkânını buluyor artık.
Tipik örnek, 1978 yılında sevgili Füsun Akatlı’nın ‘Yazar da Kim Oluyor?’ başlıklı yazısındadır. Akatlı, o yazısında “1940 yılında Ahmed Halid Kitabevi’nin ‘Şarkdan Garbdan Seçme Eserler’ dizisinde yayımladığı Karamazof Kardeşler’den” ‘çevirmenin notu’nu aktarır. Çevirmen Hakkı Süha Gezgin, bu ‘dipnot’da ‘Burada romanı alâkadar etmeyen altı buçuk sayfalık bir parçayı atladım H.S.G’ notunu düşmüştür. Gezgin’in ‘atla[dığını]’ bildirdiği bölüm, çeviride ‘İvan bu söze sayfalar süren bir nutukla cevap verdi’ diye geçen bölümdür. Gezgin, romanda ‘Zosima’nın cehennem hakkındaki fikirleri’nin de, yine aynı gerekçeyle ‘romanı alâkadar etme[diği]’ gerekçesiyle ‘atıl[dığını]’ bildiriyor.
Hakkı Suha Gezgin bu konuda bir ‘ilk’ değil elbette; ondan önce Muallim Naci var: Muallim Naci, Emile Zola’nın ‘Thérese Raquin’ romanı çevirisine [bu çeviri Hicrî 1305 tarihini taşımaktadır] yazdığı önsözde, ‘müellifin [Zola’nın H.Y.] ‘meslek-i ma’rufu üzere pek açık yazmış olduğu bazı fıkraları tayy’ettim [‘çıkardım’ H.Y.]’ diye yazmıştır. Naci’nin Zola’nın ‘meslek-i ma’ruf’undan kastettiği, herhalde Naturalizm olsa gerektir. ‘Pek açık yazmış olduğu’ bölümler ise, olsa olsa , bazı erotik tasvirler olmalıdır.
Jale Parla, ‘Babalar ve Oğullar’da Tanzimat’ın ‘Kur’ana ve Aristo mantığına dayanan mutlakçı ve apriorist bir epistemolojisi’ olduğunu bildirir ve ‘eğer bu sav doğruysa, Tanzimat yazarlarının çevirdikleri metinler de, çevrilen dilin, yani o günün Türkçe’sinin kültürel bağlamına uyarlanmamalıydı. Uyarlanamayan kavramlar, uygun kavramlarla yerdeğiştirmeliydi,’ der. Dolayısıyla Parla, [Muallim Naci’den önce] Namık Kemal’in ‘Gülnihal’ adlı oyununda Shakespeare’in ‘Hamlet’inin mezarlık sahnesinin bir uyarlamasına yer verdiğini, bu uyarlamanın da Tanzimat epistemolojisine uygun olarak değiştirildiğini bildirir. Parla’ya göre, bu durum Mehmet Nadir’in, 1877-1888 yılları arasında Shakespeare’den çevirdiği Sonnet’ler için de geçerlidir. Mehmet Nadir, mesela, 27. Sonnet’deki ‘vücud’ anlamına gelen ‘limbs’ kelimesini ‘fikir’ diye çevirmiştir. Parla şöyle diyor: ‘Yanlış çeviri, apaçık ortada, bilgisizlikten değil, insanın sevgilisinin vücuduyla düşünmemesi gerektiğinden kaynaklanıyor.’ Parla’ya göre, Tanzimat epistemolojisi bağlamında ‘sevgiliyi yâdetmenin doğru yolu, onun akılla ve ruhla [‘fikir’le H.Y.] anmaktır.’
Sadeleştirmelere gelince, durumun daha da vahîm olduğu söylenebilir. Diyeceksiniz ki, Hakkı Süha Gezgin’den daha beteri mi var? Evet var! Fazıl Yenisey!
Servet Erdem, Varlık’ın Ağustos 2011 sayısında, ‘Osmanlı-Türk Romanında Öteki Metinler’ başlıklı son derece dikkate değer bir makale yayımladı. Erdem, edebî ‘kanon’un ‘salt kimi metinleri susturmak üzerinden değil; metinleri kendi isteği gibi konuşturmak üzerinden de işle[diğini]’ bildirdikten sonra, Barthes’ın şu sözünü aktarıyor: Faşizm, ‘söylemeyi engellemek değil; söylemeye zorlamaktır.’ Servet Erdem’in bildirdiğine göre, Fatih Kız Lisesi edebiyat öğretmeni Fazıl Yenisey, 1963 yılında Recaizade Mahmud Ekrem’in ‘Araba Sevdası’nı, ‘bugün konuşulan Türkçeye’ çevirmiş; kitap, Kanaat Yayınları arasında çıkmıştır. Erdem, Berna Moran’ın dışında ‘Araba Sevdası’nın Yenisey basımını okuyanların, okudukları kitabın Recaizade’nın ‘Araba Sevdası’ olmadığının farkına varmadıklarını bildiriyor.
Servet Erdem şunları yazıyor:
‘Fazıl Yenisey’in çeviri metnini esas alarak yazılmış incelemelerinde asıl metinde hiç olmayan noktalara değinen eleştirmenler, araştırmacılar; ne yazık ki Bihruzlaştıklarının, hiç yazılmamış olanı okuduklarının farkında olmazlar. Fazıl Yenisey, romanı neredeyse tekrar yazar Bihruz kabalaşır, anlatıcı yanlılaşır, eser, azınlıklara karşı saldırgan bir kimlik kazanır; olmayan diyaloglar, söylenmeyen sözler, şive taklidleri, yazılmamış şiirler, Yunus’lar, Rıza Tevfik’ler, Nedim’ler, Tevfik Fikret’ler girer romana.’
Erdem, ‘Türk romanı kanonu [kanonlarını] ‘önemli [temel, kurucu] oldukları genel kabul gören nitelikli metinler seçkisi olmaktan ziyade, normlar/kanunlar ölçüsünde yerleşik kılınmış, kurumsal[ideolojik, anonim, yetkeci] okumalar pratiği olarak anla[dığını]’ belirttikten sonra, Yenisey sadeleştirmesinden örnekler veriyor;- ve şöyle diyor: “ Yenisey’in çeviri metninde 218-219 sayfaları Recaizâde’nin metninin adetâ katledildiği sayfalardır. Bihruz’la annesi arasındaki diyaloga hiç olmayan sözler ekleyen Yenisey, tüm ‘Frenkçe’leri ‘gavurca’ya çevirir; bununla da yetinmez, ‘Türkçe konuş’u ‘Müslümanca konuş’ şeklinde aktarır. […] Esas metindeki ‘alafranga beyler’ ifâdeleri, ‘alafranga bozuntusu züppeler’ şeklinde aktarılır.”
Yenisey’in sadeleştirme pratiğini, Cumhuriyet kanonunun bir tatbikatı gibi mi görmeliyiz, yoksa Tanzimat epistemolojisinin bir devamı mı? Örnekler, sanki, ikincisinin doğru olduğunu gösteriyor…
….