BU İMZA TANRI’NIN DEĞİL / “Amedli F”nin Serüveni | Fehmi Salık
Kitap Değerlendirme yazarı, Mehmet Kılıç
Eğitimci, yazar ve şair Fehmi Salık, Dicle Köy Enstitüsü mezunudur. Otuzu aşkın ödülün sahibidir. Farklı dergi ve gazetelerde yazılar yazmaya devam etmektedir. Düş, Şiro, Güneşi Emen Ölü, Köpek Uzmanı, Lalo, Kızılet Kuşlar, Beş Belalılar, Sevgi Yüklü Otobüs, On Binlerden Bir Mum, Hoş Geldin Mustafa Kemal yayımlanmış eserleri arasındadır. Ortaokul ve liselerde öğretmenlik ve yöneticilik yapan yazarın yolu kesilir, saldırıya uğrar, evine baskınlar yapılır, kitaplarına el konur. Altı ayda üç yere sürgün edilmesi yetmemiş olacak ki, ataması gerçekte var olmayan yerlere yapılmıştır. Eğitimci olarak görevden alındığında, Danıştay kararıyla görevine dönebilmiştir. 12 Eylül cuntası ise, tıpkı 1402’liklere davrandığı gibi, Fehmi Salık’ı da “zorla emekli” eder.
F.Salık’ın biyografisinde dile getirilen kimi olgulara hiç şaşırmadık. Çünkü Fakir Baykurt’un, Rıfat Ilgaz’ın, Sabahattin Ali ve diğer pek çok eğitimci, yazar, şairin karşılaştıkları saldırılar da birbirine benzeşmektedir. Sistemin eksiklerini, hatalarını, yanlışlarını eleştiren muhaliflere yönelik gerici, yobaz baskıları, saldırıları uygulamak devletin asli görevleri arasındadır.
İki bölümden oluşan eserde, ülkemizin bugünlere nasıl getirildiğinin geçmişini görmekteyiz. “Korkunun eceli engeller yanı yok oğlum. Ölüm, insanı rahat döşeğinde de bulur,” diyen annesinin sözleri yazarın özgüvenini pekiştirir. Atamasının yapılmasından sonra girdiği ilk derste, öğrencilerine şu düşüncesini dile getirir:
“Kim olursa olsun, ister valinin, ister hamalın kızı olsun; benim yanımda birdir ikisi de.” (s.23)
Öğrencilerden biri el kaldırıp, valinin kızının da konuştuğu öğrenciler arasında olduğunu söylendiğinde de geri adım atıp yan çizmez. Bu konuşmasından dolayı Vali kendisini makam odasına çağırdığında, doğal olarak ürkerek gider. Valinin odasına alındığında, il milli eğitim müdürü de oradadır. Vali, odasına davet ettiği öğretmene şöyle der:
“Valinin kızıyla hamalınkini bir tuttuğumuz gün, ‘eşitliğin varlığı’nı gerçekleştirmiş oluruz.(…) Bu verdiğin ilk ders, sadece öğrenciler için değil, biz veliler için de anlamlı bir mesaj olmuştur.” (s.26)
O günlerle bugünleri kıyasladığımızda, bir valinin bu türden bir yanıt vereceğini beklemek ham hayal olur. Diğer yandan, eğitim sisteminin özelleştirmelerle ayaklar altına alındığı koşullarda eğitimcilerin bu tür gerçekleri dile getirmeleri, soruşturmalar sonucu işten atılmayı göze almasını gerektirir. Yaşadıklarımız çok acı olsa da, bu ülkede tüm baskılara karşın doğru bildiği yoldan ayrılmayan eğitimcilerin sonu getirilemiyor. Yazarımızın savunduğu bu düşüncelerin altına imza atacak eğitimcilerimiz, tüm saldırılara karşın, direnişlerine devam etmekteler.
“Bu kitap, “gerici/ yobaz/ baskıcı iktidarları”, nasıl mağlup ettiğimin apaçık bir kanıtıdır.(…) Evet bu kitap, birden çok zaman dilimi içinde gerici iktidarlarla olan bir çatışmanın/ bir hesaplaşmanın öyküsüdür. Haksızın, zalimin, işkencecinin, yobazın ipliğini pazara çıkarma çabasıdır. Çarpık eğitimin, terazisi bozuk yargının, kör inancın, emeğe düşmanlığın “yazın dili”yle bir açımlamasıdır. Kimi vampirlerce gençliğin kanının nasıl emildiğinin bir resmidir. Diyarbakır zindanlarında yaşamları zehrolan genç fidanların gerçek romanıdır.”
Eserin sayfaları ilerledikçe ülkemizin acı gerçekleri yüzümüze çarpmaktadır. Ele alınan sadece gerici, yobaz, baskıcı iktidarların karşıtlarına karşı aldığı tavır değil. Anadolu ve Mezopotamya topraklarında yaşayan Aleviler, Kürtler, Ermeniler, Süryaniler, Rumlar… öteden beri “ötekileştirilmektedir.” Eserin sayfalarında da okunacağı gibi, eğitimci yazarımızın yetiştirdiği kimi öğrencileri de gözaltına alınıp işkence görmüştür. İşkencehanelerde parmakları kırılan, dağa çıkanlar anılarının içinde yaşatılmaktadır.
“Seher, kızım; pencereleri kapat da jetlerin sesindense, birbirimizin sesini işitelim.” (s.205)
Amed’in Büyükkadıköy’ünde doğan Fehmi Salık, jetlerin sesinden birbirimizin sesini işitemediğimizi belirtmektedir. İnsan denen yaratık, hiçbir canlıda bulunmayan acımasız bir saldırganlık içindedir. ‘Savaş ağaları’nın asla çözülmesini istemedikleri Kürt sorunu koşullarında, işte bu acımasız yaratıklar ağalığı, patronluğu silip süpüreceğini düşündükleri için, köy çocuklarının eğitilmesini istemezler. Köy enstitülerini de bu yüzden kapattırır, eğitim sisteminin laiklikten, bilimsellikten uzaklaştırılması için ellerinden ne geliyorsa yaparlar. Ülke toprakları o kadar çölleştirilir ki, acilen çözülmesi gereken sorunların önü tıkandığında, taptaze yürekler kendini mücadele ateşinin içine atmak zorunda kalır. Oğlu dağa çıkmak zorunda kalan Firuze kadın, “Doğru diyor ağa; onun vatanı var, bizim yok.(…) Demek Zinnar’ın, eğer onunlaysa Maksut’un, dağa çıkışlarının bir nedeni vardı. Dağa çıkanlar, boşu boşuna ölümü göze almamışlardı.”(s.222)
Mücadele cephesinde yer almak üzere ister dağa, ister şehirlerdeki mücadele alanlarına çıkmak için ölümü göze almak gerekir. Çünkü, var olan sistem muhalefet istemez. “En iyi Kürt ölü Kürttür,” der. Ve sonunda köye aynı anda iki tabut getirilir. Biri gerilla komutanı Maksut, diğeri ise kardeşi komando asker Azat’tır. Annelerin ve sevdalıların yüreğine ateşler düşer. Firuze Kadın, sarıldığı tabutun başında, solundaki askere şöyle seslenir:
“Bunun içinde yatan benim oğlumdur. Kızımın sarıldığı da bunun büyüğüdür.(…) Niye bu fidanlar taptaze iken kimilerinin keyfi uğruna acımasızca kırılsın ki? Niye bu ataş, yüreğimizi böyle cayır cayır yaksın ki? Benim öfkem var güzel oğlum, benim öfkem var. Sivile/askere öfkem var benim. Ağaya/devlete öfkem var.(…) kurtlara kaptırdım her iki koçumu da.(…) Sualim var benim; dosta/düşmana sualim var: Neden ağaların, beylerin, paşaların çocukları yok bu tabutların içinde?” (s.225-226)
O tabutların içinde, daima ezilen halkların yoksul çocukları bulunur. Anadolu ve Mezopotamya topraklarında, öteden beri Kürtlere, Ermenilere, Rumlara, Alevilere, Süryanilere, Pontuslara… neler yapıldıysa aynısı yapılmaya devam edilir. Kötü gidişata dur demek isteyenlerin kavgası ise bitmek bilmeden sürdürülmektedir. Aşağıdaki cümleler, o tabutların içinde neden zulmedilenlerin çocuklarının olduğunu anlatır:
“Zulme uğrayan, halkları işkence gören her ülke, kendi Che Guevara’larını yetiştirmeye başlamıştı. Hüseyin İnan’lar, Yusuf Aslan’lar, Deniz Gezmiş’ler, her çağın dünya jandarması olan ABD’nin 6.Filo’suna geçit vermemek için direnişin bayraktarı olmuşlardı. Bir İbrahim Kaypakkaya, “ser verip sır vermeyen yiğit” olarak tarihin ‘ölümsüzler sayfası’na oturmuştu. Direniş bayrağını Deniz’lerden devralan Mahir Çayan ve arkadaşları, bu özgürlük ve bağımsızlık bayrağını yere düşürmemek için “Kızıl Dere” denen yerde, kanlarını bu yerleşkenin kızıllığına katarak ‘Kızıldere’ adını, ‘Kanlıdere’ye çevirmişlerdi…” (s.201-202)
Değerlendirmeme, eserin sonunda yer alan uzun şiirden bir bölüm alarak nokta koymak istiyorum.
“Şafağın kızıllığını burada göreceksin anacığım
Kızılla ak’ın dansıdır bu
Yeryüzü apak
diş diş
pul pul
yukarısı mor üstüne al
Elimi uzatsam avuçlarımda Ay
Keklik keleşimin ucundadır
Namlunun üstüne konar ille de
Ölüm son sözümüzdür o da bilir
Şafağın alına sarıp uçuruyorum onu
Kekliğin kanatlarına yüklüyorum düşlerimi
Olanca sevdamı sana yolluyorum
Yüreğim, kekliğin gözündedir
Karlar erimeden gelir kapına
Sen tanırsın bu kekliği anacığım
Koşulsuz vekilimdir
Anlatır sana bir bir
Ötüşü dilimdir
O da duyumsar anacığım
Gör hele yüreği nasıl atar
Yemin billah olsun ki
Dilimde sadece sen
göğsümde keleşim var…”
⁽ⁱ⁾ Bu İmza Tanrı’nın Değil / “Amedli F”nin Serüveni, Fehmi Salık, Dorlion Yayınları, Mart 2019, 306 sayfa
Yorum yapabilmek için oturum açmalısınız.
Kitabım üstüne içtenlikli bir değerlendirmede bulunan değerli yazar Mehmet Kılıç’a teşekkürlerimi sunuyorum. Yazı Atölyesi Emekçilerine de saygılar…
Fehmi Salık