Bizim Zamanımız | Burcu Bozcuk
Her dönemin kendine özgü bir yaşam biçimi olduğuna inanır, nostaljinin öyle çok da pompalanması gereken bir şey olmadığını düşünürdüm hep fakat şimdilerde artık öyle değilim galiba…
Eskileri düşündüğümüzde içimize yayılan o sıcaklık, ya da yüzümüze ansızın yerleşiveren bir gülümseyiş, o günlerin değerini çok iyi anlatmıyor mu bize ne dersiniz?
Evet, bizim bir zamanımız vardı ve şahane bir zamandı o günler …
70’li yıllarda çocukluğunu yaşayan bizim kuşak, “Şimdiki çocuklar çok şanslı” sözünü büyüklerinden çok duymuşdur.
Düşünsenize; elektriğin, sinemanın, ekmeğe sürülen sana yağının, asfalt yolların, pilli bebeklerin, radyoteyplerin ve daha buna benzer bize şimdi basit ve ilkel gelen bir çok şeyin kıymetini bilmemizi istediler.
Fakat şimdiki çocuklar için aynı şeyi söylemek biraz zor galiba.
Tik tok kuşağı bu neslin her şey elinin altında belki ama mutlu değiller sanki. Sürekli bir arayış halinde gibiler.
Sınırsız bir tüketim hali ve yaratıcılığın kayboluşu hakim gibi.Bunun en güzel ıspatı da Oxford İngilizce Sözlüğü 2024′ ün kelimesini “Beyin çürümesi” olarak belirlemesi sanırım.
Düşük kaliteli içeriklerin aşırı tüketilmesi nedeniyle zihinsel ve entelektüel durumun bozulması olarak ifade ediyorlar.
Tüm bunlara rağmen en sevdiğim tarafları özgür duruşları ve ne istediklerinin farkında olmaları. Bizim gibi her şeye evet diyen bir güruh değiller…
Bizim kuşak, ilaç kutularından araba yapan, gazoz kapağı, cam bilye biriktiren, sevdiği ünlünün fotoğrafını dergilerden kesip saklayan, meyveyi dalından koparıp yiyebilen, sokaklarda boş arsalarda oynayabilen, Hulusi Kentmen, Adile Naşit gibi bir sürü teyzenin, amcanın olduğu mahallelerde büyüyen, Ertem Eğilmez filmlerinin kuşağıydı. İyilerin hep kazandığı yıllardı o yıllar…
Çocukken şarap mantarından ve kibrit çöplerinden yaptığım bebeklerle, iki kardeşimle günlerce evcilik oynadığımı çok iyi hatırlıyorum mesela…
Sürdürülebilirlik bundan daha iyi nasıl olabilirdi ki?
Biz hayal kurabilen ve bunu yaratıcılığa aktarabilen bir kuşaktık . Çünkü hiç bir şey önümüze hazır konmuyordu.
Pazar günleri banyo günüydü mesela… Yok öyle her gün duş almak şimdiki gibi. Temiz çamaşırlar giyilir. Önlükler, yakalar, okuldan getirdiğimiz masa örtüleri yıkanırdı.
Annemizin sıktığı portakal greyfurt suları ve üzümlü kekler eşliğinde, sobalı odamızda Pazar günlerinin vazgeçilmezi kovboy filmlerini izlerdik.
Tek kanallı günlerdi belki fakat içimizde öyle çok kanallar açardı ki o filmler, tarifi imkansızdı. John Wayne’ler, Clint Eastwood’lar ilk kahramanlarımızdı.
Bu arada sobanın üzerine mandalina ve elma kabuğu atmak da ihmal edilmezdi. O kokunun verdiği huzuru şimdi hiç bir yerde bulamıyorum desem yeridir …
Radyo, hayatımızın en önemli detayıydı.
Arkası yarınlar ve radyo tiyatroları hayal kurmak için birebirdi. Onlar bizim ilk sinema sevdamızdı. Çocuk aklımla başrolün yerine kendimi koyduğum çok olmuştur. Ayak sesleri, çalınan kapı, yağmur sesi… O yayınlar bence dublajın kralıydı.
Radyo, yalnız sesiyle değil, üzerindeki şehir isimleriyle de büyülerdi beni.
Ankara, İstanbul, Varşova, Sofya, Münih, Tel Aviv, Moskova, Kahire…
Çoğunun adını bile duymadığım, hiç görmediğim bu şehirlerin varlığı, beni heyecanlandırmaya yetiyordu .
Bu efsane şehir isimleri ne yazık ki sadece radyonun üzerinde kalır, ne kadar uğraşsam da parazitli bir yayının arasında bulabildiğim tek ses, Kahire radyosundan gelen Arapça şarkılar olurdu…
Oysa ben uzak ülkelerden, Paris’ten, Varşova’dan gelecek sesleri merak eder dururdum. Ama TRT radyosu, Polis radyosu ve Kuzey Kıbrıs radyosu (ki o sadece bizim Akdeniz’de çekerdi) yayınları netti.
Bir de Televizyon maceramız vardı tabii… Tek kanallı, İstiklal marşlı, necefli maşrapalı günler.
“Teknik bir arızadan dolayı yayınımıza bir süre ara vermek zorundayız” yazısı ile necefli maşrapayı seyreder, sabırla yayının gelmesini beklerdik.
Babamla defalarca damlara çıkıp, anten ayarı yaptığımızı çok iyi hatırlıyorum.
“Biraz daha çevir, yok olmadı, daha yukarı çıkar, tamam dur öyle, sakın kıpırdatma” komutlarıyla en net yayını bulduğumuzda dünyalar bizim olurdu.
Zorluydu belki ama o mutluluk anı da çok başkaydı işte…
Renkli televizyonun ilk çıktığı zamanlar, Dallas dizisini renkli seyrettiğim anı da hala unutamam… Ahhh ne masum günlermiş…
Abladan kardeşe geçen kabanlarla, okul çantalarıyla, seneye de giyer mantığıyla bir numara büyük alınan ayakkabılarla, o caanım Sümerbank pazen pijamalarıyla büyüyen şahane bir kuşaktık biz.
Büyük ablanın atlasıyla, ki o zamanlar çok pahalıydı, Coğrafya derslerinde seyrü sefer yapan bir kuşaktık biz.
Devlet hastanelerinde doğan, dershane geleneğini sadece üniversiteye hazırlık zamanı yaşayan, kurstan kursa koşturulmayan SIFIR MALİYETLİ ÇOCUKLARDIK biz…
Paylaşmayı, yetinmeyi, hayal kurmayı bilen bir nesildik . Anne babamızın fedakarlıklarını anlayan, komşuluk kültürünü yaşayan, iyiliğe inanan, vefalı bir kuşaktık biz.
Hamiline yazılı çekten kripto paraya, jetonlu telefondan süper akıllı androidlere, fakstan teleksten zoom toplantılara, karışık kasetlerden spotıfylara, necefli maşrapadan nft lere metaverse’lere evrilmiş bir kuşak olarak adaptasyon yeteneğimizin ayakta alkışlanması gerektiği gün gibi aşikar.
Her ne kadar zaman zaman Z kuşağının alay konusu olsak da (ki yeğenlerimden tecrübe ile sabit ) biz bir zamanlar bilgisayarın açma kapama düğmesini bile bilmezken, bugün tweet atan, şahane storyler paylaşan, geogle çeviri yoluyla yurt dışıyla bile iletişim kurup çağı yakalayan bir nesil olduk .
Hangi kuşak bizim gibi bu kadar paralandı onu da hiç bilmiyorum…
Ama bence tüm bunların ötesinde, biz hala çok güzel gülen, ağlayan, güzel seven bir kuşağız.
Toplu mesajla, emoji yoluyla değil, telefon açıp sesini duyarak baylamlaşan, doğum günü kutlayan bir nesiliz. Bu arada emojinin kralını atmayı da çok iyi biliriz o da ayrı.
O günleri düşünürken yüzümüzde gülümseyiş ve kalbimizde bir sıcaklık hissettiğimize göre güzel zamanlardı o zamanlar ve biz iyi ki o yılların çocuklarıyız.
Diyorum ya, başka bir zamandı BİZİM ZAMANIMIZ ve iyi ki öyleydi…
Ebru BOZCUK
#bizim zamanımız
#çocuklukgünleri
#eskiye özlem
#necefli maşrapa