Biz Evrene Hele Bu Dünyaya Hiç Yakışmıyoruz | Söyleşi Yelda Karataş
Koray Sarıdoğan
Yelda Karataş, çeşitli yayınevlerince yayımlanan şiirlerinin ilk kez tümünü içeren yeni bir basımıyla okurlarının karşısına çıktı. Karakarga Yayınları etiketiyle yayımlanan Hüznün Kısa Tarihi çerçevesinde Yelda Karataş’la şiiri, şairi, yaratıcılığı konuştuk. Röportaj: Koray Sarıdoğan
Yelda Hanım, size ve “Hüznün Kısa Tarihi”ne hoş geldiniz diyerek başlamak isterim. Yıllar içinde farklı yayınevlerinden çıkan çok sayıda kitabınız var ama en hacimli şiir kitabınız bu oldu. Karakarga Yayınları’yla çalışma ve basım süreci nasıl gelişti?
Hoş buldum. Şiiri ile şairi birbirinden ayırmadığınız için teşekkür ederim. Değişik yayınevlerinden çıkan kitaplarımın bazılarını baskıları tükendiği için artık bulmak mümkün olmuyor. Okuyucular, şiirlerime ulaşamıyor. Dağınık bir halde bulunan kitapları hem bir gözden geçirme hem de tümünü okuyucuya sunmanın iyi olacağını düşüncesi Karakarga yayınları ile buluşturdu beni. Saygı ile izlediğim, yayın politikasına değer verdiğim bir yayınevinden böyle bir teklif almak çok heyecan vericiydi. “Şiir basmıyoruz” diyen yayınevlerinin yanında bütün şiirlerimi basmaya talip bir yayınevi olduğunu duymak, o yayınevine saygısını artırıyor insanın.
Bir şairin bütün çocuklarını bir arada kucaklamaktan başka ne dileği olabilir ki. Karakarga ekibine teşekkür ediyorum bir kez daha.
Bu bir “bütün şiirleri” seçkisi… Neden müstakil bir şiir kitabı yerine “bütün şiirleri” düşünüldü?
Kitabın sonuna eklediğim bir şiir kitabım var. Aslında bütün şiirlerimi ben düşünmedim. Karakarga Yayın Yönetmeni Kutlukhan Perker’in düşüncesidir bütün şiirlerimi basmak. Bu ülkenin yüz akı sanatçılarından kendisi.
Kitaptaki şiirlerin tasnifi, derlenmesi nasıl yapıldı?
Kitapların toplanması, düzenlenmesi, dizilmesi ve basıma hazır hale gelmesi yoğun bir süreçti. Büyük bir keyifle yaşandı. Sonrasında tasarım süreci inanılmazdı. Kitabın kapağını ilk gördüğüm an çok beğendim. Karakarga ekibi, kitabın basım aşamasına kadar gösterdiği titizliği, sonrasında da sürdürdü ve sürdürüyor.
Şiirlerinizi arka arkaya okuyunca, ritmi hızlanıp yavaşlayan, sesi bazen düşüp bazen yükselen tek bir büyük şiirin özerk parçaları gibi tınlıyor. Nitelik ve nicelik bir arada olunca da ister istemez “Bu şair, şiir halinde düşünüyor” gibi geliyor. Sanki yazmak için masayı beklemek yerine gün içinde bir şeyleri planlarken bile kafanızın içinde bir ritim varmış gibi. Böyle mi gerçekten?
Siz tanımlayınca, “böyle mi gerçekten” diye ben de düşündüm. Her şairin bir tek şiiri yazdığı doğrudur. Her şairin de şiirinin özgün sesini bulmak için yola çıktığı da. Şiir dilinin sesi ile kendiliğinden buluşursunuz. Bir kavuşmadır aslında. Onu sanki hep içinizde taşıyorsunuz ve siz söyledikçe çoğullaşıyor. Çoğalmıyor, çoğullaşıyor. Renkler, görüntüler ve sesler arasında başınız dönüyor. Öyle diyor şair, “Şiir bir baş dönmesinden başka nedir ki.” Ölümsüz olduğunuzu hissettiğiniz yer, yazdığınız bir hecenin sesine dokunduğunuz an. Toplumsal ve kişisel ritmin en güçlü taşıyıcısı ve aktaranı şairdir. Ritim olmazsa şiir olmaz.
Çünkü ritim üretimin sesidir. Doğayı yeniden üreten tek canlı insan bu ritmin varlığını duyurmak ister, kendi iç ritmi le. Toplumsal ritmin sesini en güçlü şair duyar. Yabancılaşmanın kederini de.
Şiirin yanı sıra haiku’lar, oyunlar, öyküler de kaleme alıyorsunuz. Farklı türlerde kalem oynatmak, özellikle ifade imkânı açısından nasıl hissettiriyor?
Farklı dilden kalem oynatmıyorum. Bir dilin değişik biçimlerini deniyorum. İletişimin iki tarafı vardır; ileten ve iletilen. İleten, dumanı saldığında ateş olduğunu düşünürsünüz. Ama dediği gibi düşünürün “her duman gördüğünüz yerde ateş olmayabilir”: Şiirin metaforunu böylesi güzel anlatan bir cümle bulmak zor. Biçim, ses için bir imkândır: Hem anlaşmanın hem de anlaşamamanın. Dil anlaşmazlığın başlangıcından doğar diye düşünüyorum. Ben o an, o durumda nasıl daha iyi ulaşabileceğimi hissedersem karşımdakine o sesle o biçimle yaklaşmayı denerim. Bu deneyimi kalbinde hissetmeseydi Cervantes 1506’da o ilk romanı yazamazdı. O kötü romanslar, sahte kahramanlık öyküleri arasından, Don Kişot gibi bir anti kahraman yaratamazdı yeryüzüne deliliğin sesiyle haykıran.
Gabriel García Márquez, yıllarca sinema ile uğraştı Latin halklarının sesini dünyaya duyurmak için. Ne üne ihtiyacı vardı ne de üretim eksikliği hissediyordu romanda. Sanatın her dili bir imkândır insanı değiştirmeye. Sinema ise en çok imkânlı dil. Şiire en yakın ve dolaşımı çok hızlı. Çok isterim sinema yapmayı.
Ezcümle, biçim gelir sanatçıyı bulur: Evrensel olana ulaşabilmenin bütün imkânları imkânsızlığı aşmak için önünüzdedir…
Yeditepe Üniversitesi başta olmak üzere farklı adreslerde yaratıcı yazarlık dersleri veriyorsunuz. Bu alan bizde önce para tuzağı gibi algılandı, şimdilerde gerekliliği anlaşılıyor ama nitelikli, akademik bir altyapıyla da sunulmuyor sanki. Ne dersiniz?
Ben reklam yazarlığı ve yaratıcı yazarlık dersleri verdim. Reklam yazarlığı bambaşka bir deneyim. Benim eğitim anlayışım aslında ders vermek üzerine kurulu değil. Birlikte ders almaktan yanayım ben. Benim hiçbir zaman not iktidarım olmadı. Bir topluluk, birlikte öğrenmek için vardır. O nedenle, öğrencilerimle birbirimizi yaşam boyu hiç unutamayız. Eğitmen olduğumu hiç hissetmedim hayatım boyunca. Hayatı güzeltmekten, ona renk ses ve güzellik vermekten yanadır kalbim. Dünyanın yuvarlak olduğunu söylemek yetmez. İçinde dönen dolapları da göstermek lazım. Tarih bilgisi ile, tarih bilinci farklıdır. Birlikte ürettiğim insanlara yazma bilincini aşılamaya çalıştım o kadar.
Her üretimin olduğu gibi, eğitim de bir meta ilişkisine dönüyor kapitalist toplumda. Yazmak isteyenlerin içten dileklerini tuzağa çevirenler oluyor her alanda olduğu gibi.
Yeteneğin çok önemli olduğuna inanıyorum. Ben hep dansöz olmak istedim. Olamadım. Oysa benim yeteneğimi en güçlü olduğu alandı yazma yeteneğimle birlikte. Sonunda kitap yazdım: Büyüyünce Dansöz Olacam diye. İktisat ve İşletme okudum hiç arzu etmediğim halde. Çünkü geçerli meslekler onlardı. Para kazanmak için uzun yıllar reklamcılık yapıp, reklam metinleri yazdım, yaratıcı yönetmenlik yaptım. Oysa roman, şiir yazmak istiyordum. Ama kimse bu toplumda “senin yeteneğin bu” demiyor hiçbir çocuğa. Yeteneği olduğunu hissettiği alanlarda onu sömürmeye kalkıyor hatta. Acıtıyor. Kim bilir ne çok Mozart ölüyor müzik yeteneğinin farkına varmadan? Mozart olarak doğarsınız, size müziğin tekniği birileri tarafından gösterilir, sonrasında siz üretirsiniz. Kendi tekniğinize ulaşarak: Bilinenleri hem kucaklayıp hem reddederek. Sanat insanın kendisini aşmasıdır. Sanat eğitimi ezbere olmaz. Aslında hiçbir öğreti olmaz. Hayat ezbere gelmez çünkü. Bana kalırsa akademik altyapının amacı budur. Leonardo’yu ve Rönesans resmini anlamanız için İkonografi bilmeniz gerekir. Ama Leonardo olmanız için şart değil. Resmin sorunlarını iyi bilirseniz, ikonografi öğretisi sizin bu sorunlara yaklaşımınızdan çıkar. Yani dediği gibi Harun Karadeniz’in: “Eğitim Üretim İçindir.”
Hem şarkı sözlerinde hem şiirde kalem oynattınız ve kültleşen eserlere imza attınız. Bugün dinlediğimiz şarkı sözleri ve okuduğumuz şiirler açısından bir okur olarak ne kadar memnunsunuz?
İnanmadığım bir eylemi yapmamaya özen gösteririm. Yazdığım şarkı sözlerine, şiirlere ve hatta reklam metinlerine bugün de imzamı keyifle atarım. İyi bir okuyucuyum. Edebiyatın her alanında. İyi bir müzik dinleyicisiyim. Türkülere ve Requemler’e değer veririm. Sinema kolik olduğum bilinir. Karda Avcılar tablosunu görmek için, evimin badanasını ihmal edip, o parayla Viyana’ya uçtum. Rönesans’ın peşine düştüm haz aldım. Camille’nin heykelleri önünde diz çöktüm. Rodin’e uğramadım. Gençlik yıllarımda Shakespeare çevirmeye kalktım. Pek çok şiir kitabının sayfalarını yırtıp cebime koydum. Barselona’ya Picasso kadar Gaudi’yi de görmeye gittim.
Aşı yapmasını bilirim. Dut ağacı diktim geçen yaz evimin bahçesine. Bir ağacın ya da herhangi bir canlının boy atması sizi heyecanlandırmıyorsa şiir yazamazsınız, sanattan haz alamazsınız diye düşünüyorum.
Şiirde “duyarlılık” konusunu olmazsa olmaz görüyorsunuz. Duyarlılık penceresinden baktığınızda bugünün şiirini nasıl görüyorsunuz? Takip ediyor musunuz son dönem yerli şairleri?
Durum üzücü. Karmaşa yüksek düzeyde seyrediyor. Ama şairler hep var. Genç bir kuşak var son derece umut veren. Su yolunu bulur. Doğrudur bu her dilde. Büyük şair dediğimiz o büyük ses yine kapımızı çalacak en güzel mavi elbisesiyle. Durgunluk dönemleri, hayatı buna hazırlar diye düşünüyorum.
Aynı soruyu edebiyat genelinde de sormak isterim. Turgut Uyar’la, Melih Cevdet’le bağ kurmuş biri olarak dünün ve bugünün edebiyatı/yazarları arasında nasıl farklar gözlemliyorsunuz?
O dönemler, Türkiye’nin Rönesans’ı. Çok iyi okuyan, gözlemleyen, üreten… aydınlar yetişti bu ülkede. Bedrettin Cömert gibi örneğin. Biz ne yaptık. Onları katlettik. Koca bir kuşak bir halkın gözlerinin içine baka baka yok edildi. Şairlerin yakıldığı bir ülkede yaşıyoruz. Bireysellik adına bireyciliğin körüklendiği, bütün ilişkilerin metanın değişim değerine indirgendiği bu dünyada şiir ne yapsın diye soruyorum ben. Uçurum derindir. Ama dediği gibi Cemal Süreya’nın “uçurumlar birleştirir yüksek tepeleri” Yine dediği gibi Ritsos’un Cevat Çapan Türkçe söylemiyle:
“Şiire, aşka ve ölüme inanıyorum diyor, işte bu yüzden ölümsüzlüğe de inanıyorum. Bir dize yazıyorum, dünyayı yazıyorum; ben varım; dünya var. Bir ırmak akıyor serçe parmağımın ucundan. Yedi kere bu ırmak gökyüzünün mavisi. Yeniden ilk gerçek oluyor bu arılık, bu benim son dileğim”
“umudu dünya mıdır evrenin” diye bir dizeniz var “Son” şiirinizde. Yaşadığımız çağda bu soruya bir cevabınız var mı?
Umutlu olmayı çok istiyorum aslında. Evrenin umudu olmalı. Çünkü biz evrene ve hele bu dünyaya hiç yakışmıyoruz. Ama sanıyorum durum umutsuz. Şiir de bu umutsuzluktan çıkıyor. “aşkın lüzumu yok çağındayız” diye bir dizem de var.
Bir yazma rutininiz, ritüeliniz var mı?
Sevme ritüelim var ama yazma ritüelim yok. Anarşist bir bilincim var. Bir o kadar disiplinli bir ruhum. Zamanlamaya çok değer veriyorum. Ama şiir kendi geliyor “solgun bir gül oluyor dokununca”. Ne yapacağınız bilemiyorsunuz bazen gece yarıları en olmadık yerde, en olmadık insanlar arasında. Yazmazsam çıldırmam ben ölürüm. Ana rutin bu. Ölmemek için, bana çarpan her gerçekliği, bir başka duvara atıyorum “karanfil elden ele”.
Bizden bu kadar Yelda Hanım, çok teşekkürler katılımınız için. Eklemek istedikleriniz varsa tam sırası…
Çok teşekkür ediyorum ben de. ‘Sonrası kalır’.