Bir Şairin Son Şiiri / Selim İleri
Attilâ İlhan bile kendine karşın, o ağlamaklı, tumturaklı havayı bir çıkışa götürememiş, o komitacı ‘vocabulaire’i, o ‘tiragique’ uslûp bile onu kurtaramamıştır.
1990’ların sonundaydı, Kitap Fuarı’nda imza gününde, kırklarında bir hanım, “İleri yaşta şiir yazılmazmış. Şiir kururmuş. Doğru mu?” demişti. “Şair değilim, bilemem ki…” diye yanıtlamıştım.
Gerçi şiirle beslendim bütün yazarlık yaşamım boyunca. Romanlar, öyküler elbette can yoldaşımdı; deneme, oyun, edebiyatın bütün yelpazesi. Ama şiir bambaşka.
Üstelik şiirsiz bir başlangıç: Yeniyetmeliğimde pek şiir okumazdım. Kitaplığımda hiç şiir kitabı yoktu. Ders kitaplarımızda yer alan şiirler bana pek ses yöneltmiyordu. Ortaokul Türkçe kitabımızda Abdülhak Şinasi’nin Fahim Bey ve Biz’den alınma seçme parçası, o, Fahim Bey’in giysilerini anlatan bölüm beni büyülemişti de, şiirler uzağımda kalmıştı.
Sonra bir akşamüzeri, Beyoğlu’nda Madamın Kitabevi’nde Sisler Bulvarı’nı ‘gördüm’. Dost Yayınları basımı, kapakta Güngör Kabakçıoğlu’nun güzelim ilüstrasyonu.
Attilâ İlhan o güne dek bildiğim bir ad değil. Hem kitabın ismine vuruldum hem kapağına, Sisler Bulvarı’nı ‘bir roman’ sandım. Şiir kitabı çıkınca fena halde hayal kırıklığına uğramıştım. Harçlığım ancak o kadarına el veriyordu, o hafta başka kitap alamayacaktım…
Umutsuz, kederli okuduğumu hatırlıyorum Sisler Bulvarı’nı. Bununla birlikte, kitaba adını veren şiir, art arda kara bir şenliğe dönüşen imgeleriyle çarpmış, bir roman duygusu bırakmıştı.
Lise birde, Türk Dili ve Edebiyatı kitabımızdaki “Kır Şarkısı” bende artık şiir tutkusuna yol açacaktı. Behçet Necatigil’ler, Oktay Rifat’lar, Melih Cevdet’ler, çoğalıp gidecekti şairlerim.
Güngör Kabakçıoğlu’nun kapak resmine mi borçluyum şiir sevgisini, Sisler Bulvarı’na mı, bugün bile çözemedim. Attilâ İlhan’a da anlatmıştım; çok gülmüştü.
“Kır Şarkısı”na kapılıp gidişimi ise Necatigil’e anlatmıştım. Şu ilginç soruyu yöneltmişti Behçet Hoca: “Ümit Yaşar’ı okumamış, dinlememiş miydin?” Epey şaşırmıştım. Yarım yüzyıl sonra Ümit Yaşar Oğuzcan’ın hakkını yemek istemiyorum, Oğuzcan kadar ünlü olmayan Turhan Oğuzbaş’ın da. Onlar, büyük çoğunluğa, hiç değilse ‘şiir kavramı’nı öğretmişlerdir. Gerçi ikisi de edebiyat çevrelerince hor görülmüştür.
Necatigil, Ümit Yaşar’ın biyografisinde yazmış:
“(…) şiir plakları, şarkı sözleri ve yergileriyle de tanınan Oğuzcan, günümüzün en popüler şairidir. Genellikle Faruk Nafiz Çamlıbel duyarlığında ve aşk, ayrılık, özlem temaları ekseninde çoğalttığı şiirini, 1973’te büyük oğlu Vedat’ın ölmesi üzerine, hayatın boşluğu, ölüm ve acı gibi derinliklere, öz ve biçim yoğunlaşmasına yöneltti.”
Bu yönelim acaba edebiyat çevrelerinden kaç kişinin dikkatini çekmişti?
Turhan Oğuzbaş’a gelince, “İspanyol meyhanesinde seni aradım” radyoda sık sık okunurdu. Değerli Timur Selçuk’un bestesi ve yorumuyla şarkıya dönüşünce popülaritesi büsbütün artmıştı. O şarkıyı bugün de çok severim.
Popüler romanlara yönelik ‘uzak duruş’, hatta düşmanlık, popüler şiirler için de geçerliydi. Yalnız Edip Cansever’in söylediklerini anmadan geçemem. Cansever, Timur Selçuk’un şarkısını sevenler arasındaydı. Arnavutköyü’ndeki Kaptan’dayız, yan masa usuldan “İspanyol Meyhanesi”ni söylemeye başlamış. Edip Cansever, sözlerden, güfteden yola çıkarak, “Herkeste, herkesin hayatında bir yerlerde vardır böyle duygular, abartılar” demişti…
Turgut Uyar, Attilâ İlhan’ın popüler şiirin “klişe”lerinden epey yararlandığı kanısındaydı. Hele, Attilâ İlhan’dan ezbere şiirler okunmasına buruk, hafifseyici gülümserdi.
Bir yazısında şöyle saptamış:
“Şiirinizde büyük ölçüde bir Attilâ İlhan etkisi var. Hatta bu etki, bir hava halini almış çoğunda. Attilâ İlhan bile kendine karşın, o ağlamaklı, tumturaklı havayı bir çıkışa götürememiş, o komitacı ‘vocabulaire’i, o ‘tiragique’ uslûp bile onu kurtaramamıştır.”
İlhan’la Uyar arasındaki soğukluk, için için birbirini yok sayış kim bilir ne zaman başlamış, sürüp gitmiş. Turgut Uyar’ın ölümünden sonra, yazdıklarında, Attilâ İlhan’ın o ‘densiz’ denebilecek tutumu da herhalde bu yüzden…
Konuyu dağıttım, toparlamaya çalışayım.
1989 ya da 1990 olmalı. Sadri Alışık’ın evinde Attilâ Ağbi’yle karşılaşıyoruz. Karşılaşıyoruz diyorum, çünkü epeydir dargın gibiyiz. 1981’de yayınladığım Yaşarken ve Ölürken’den sonra ne görüşmüşüz, ne mektuplaşmışız. O akşam üzeri Attilâ İlhan’ın şiirde ellinci yıla ulaştığını öğreniyorum, “Argos’ta bir bölüm yapalım” diyorum. Attilâ Âğbi de Argos’un o sayısına “Ayrılık Sevdâya Dâhil” şiirini veriyor. Çok sevdiğim bir şiir, ayrıca boşuna görüşmediğimiz yılların sona ermesine çok seviniyorum.
Elliden sonra şiir yazılmaz…
Attilâ Ağbi durup dururken “Son şiirlerden biri” diyor. Anlayamıyorum, “Nasıl?” diye soruyorum.
“Son şiir kitabı olacak: ‘Ayrılık Sevdâya Dâhil’. Başka şiir kitabım olmayacak.”
“Bir daha şiir yazmayacak mısınız?”
“Yazsam bile, bu son kitabın yeni basımlarına eklerim.”
Bir iç sızısı duyuyorum, Attilâ İlhan, söyleyişin, imgelerin, her şeyin eskidiğini söylüyor. Hatta, eskimenin ötesinde, “bayatladığını”. “Elliden sonra şiir yazılmaz derler, bak ben yazdım”diye gülüyor.
“Ayrılık Sevdâya Dâhil”in bilgisayar çıkışlı sayfalarına bakıyorum, bir şey söyleyemiyorum artık, ama hep o iç sızısı. Birden son sayfada yürek yakan o dizeler:
sanmıştık ki ikimiz
yeryüzünde ancak
birbirimiz için varız…
Gayet aptalca, “Yazacaksınız, yazmalısınız” diyorum…
Kitap Ekim 1993’te yayınlandı. Bildiğim kadarıyla Attilâ İlhan bir daha şiir yazmadı. Ayrıca git git düzyazıdan da soğuyordu. Son görüşmelerimizden birinde, sonbahar başlangıcı, Kanlıca’da rıhtımda oturuyoruz, hava akşamla birlikte hızla serinliyor, “Yeni bir şey yazıyor musunuz?” diyorum.
Anlamsız bir şey işitmiş gibiydi. Bakışları aldırışsız, hatta bomboş; yanıtını yine işitir gibiyim: “Hayır evlâdım, hiçbir şey yazmıyorum, sadece etrafı seyrediyorum…”
Ayrılık Sevdâya Dâhil’deki hangi şiir acaba ‘son’ şiir?
Dahası, benzeri bir sahneyi daha önce yaşamış olmamın kırıkdöküklüğü! 1985 falan olmalı; 1986 değil. Çünkü Edip Cansever’i 1986 Mayıs’ında kaybetmiştik.
Etiler’de, Bebek’e inen yokuşun başındaki ev. Edip Cansever’in çalışma odası. Çalışma masasının karşısındaki koltukta oturuyorum. Sevgili Edip Cansever “İki Ada”yı anlatıyor. Uzun bir şiir olacak. Hem Şairin Seyir Defteri’nin ardılı, hem Şairin Seyir Defteri’nden çok ayrı.
Daktilosu önünde. Daktilosunda bir yaprak kâğıt. Beş on dizeyi gelişigüzel okuyor. Belleğime işlensin istiyorum. Büyük bir şair bana ‘yeni’ şiirinden okuyor!
Sararmış dişlerini görüyorum
Buruşmuş göz altlarını, seyrelmiş saçlarını.
Geçiyorum masamın başına
Yazacak mıyım, neyi
Neyi olursa olsun. Bir ses;
Başla başla başla!
Bu dizeler değildi elbette. Ama “İki Ada” şairin yarım kalan son şiiri olacakmış meğer,
“İki Ada”dan:
Sayısız oda bir arada. Sayısız
Hiçlik bir arada
Herkes kendini unutmuş gitmiş
Herkes kendini unutmuş gitmiş
O kadar kalabalık
O kadar tenha
Şurada, orada, daha yakında…
Selim İleri
İstanbul Bu Gece Yine Sensiz / Everest