Bir İstanbul Düşüydü Yokluğun | Selahattin Yetgin
Her masal kendi sayfasını kapatınca sonlanırmış, ellerimde kal deyişinin sıcaklığı
Gökyüzünde kanatları ıslak kuşlar, göğsümün sığ odalarında yankılanıyor ezanlar
İnsanlar kaybolmuş umutlarını arıyorlar bu koca şehirde, gövdemde aşkın yalnızlığı
Yoksul buluşmaların hicivleriyle çınlıyor kulağım, hayat aşka sevdalı bir şah damar
…
Yorgun bir adamı ağırlıyor şimdi İstanbul, kıyısı köşesi hep kahır, bakmayın sahte gülüşlerine, hep aldatmayla nefes alır, aldanışlarla sonlanır. İnsanlar umut pazarlarında, kimi yoksul, kimisi ölmeye hazır. Derin bir kadın bakışı bu şehir, Anadolu’ya uzanan yakasıyla, Avrupalı cakasıyla hep öğütmeye, hep yutmaya münhasır. Her karışı çile, hep o kancık yürekli, diken batışlı çelişkili yatır. İstanbul şehri ibadet, diz çökmeyeni bir günah gibi bir köşeye yatıran, yaşamaktan bıktıran eziyet çektiren hasır.
Hep o bitmez sanılan asalet sarılışlarıyla inşa edilmiş saraylarda aramışlar mutluluğu insanlar. Hızla akan bir ömür şeridinden kendi el sallayışlarını izleyerek ilerlemişler ölüme. Türbeler yapılmış korkuları bastırmaya ve hazineler bağışlanmış ölümsüzlük iksirini satın almaya. Hep aynı zaferin torunlarını bekliyorlar şimdi, huzur umdukları sandukalarda, seslerini duyuramadıkları o mermer sütunların altında. Bir kısır döngüymüş yaşamak, farklı insan kolonilerine sahnesini açan, yaşamaya doymamış kullarını ahret mektebinde ağırlayan. Kısasa kısas, anlama aykırı bu medeniyet musallasından gözyaşımdır damlayan, sevdalı bir kızın keman telinden yayılan aşktır yüreğimi bu denli dünlere yolculuk yaptıran.
Dalda yiyecek telaşında birkaç karışık bir ıslık. Sol yanımda bir tarih karşılıyor gelenleri, dudağımda hazin bir ıslaklık. Öfkemin rahmeti sarıyor Gülhane’yi, yüreğimde kanlı bir hıçkırık. Yazma diyor gönlüm, yakarma böyle aşka, gölgemde garip bir sarhoşluk. Yar kendi yatağını topluyor, gecenin kamarasında meçhul bir yalnızlık. Daralan gönlümün artıklarını süpürüyor çöpçüler, omzumda hüzün, ruhumda ölümsüzlüğün, kolumda anlardan kalan bir yığın sevda yüküm. Aşk, kangren bir gözaltıymış, ne bayramı düğün, ne mahpusluğu sürgün.
O kayıp medeniyetin görsel ışıklarından kendimi çıkardım karanlığa, meçhul davalardan sanıklığı bitmeyen insanların arasında dolaştım aşksız, ne ekmeğimdin, ne suyum, özlem denilen şeydi, beni terk etmeyen o ölümsüz kokun, o beni uçlara atan sıcaklığın. Tek kişilik yatakları da bu yüzden yadırgadım, bunun için kendi öykümde sana satır arası olamadım. Hayat tıkırtılı bir saatin donuk nefesiymiş yar, ben yüreğimin sesini dinlerken sen kendi ruletini çevirdin. Ben yasal duruşmaların erteli mahkemelerinde kahırlı bir mermi gibi sürgünlerle sarıyorum geçmişimi. Sevda diyorlar yaşamın diğer adına, ben sana sevdalı bir mermi, sevdan da beni sana getirecek o aşk bandıralı gemi.
Senli masalların sayfalarını karıştırdım ben bu kocamış şehirde, yokluğuna inat demli bir şiirle ülkene uçtum katran karası gövdemin gölgesine basarak. Gözlerin soğuk bir otel odasının duvarlarına sığmıyordu. Erimiş gövdemin aksine bakışlarınla tutunarak iki kişilik bir odada iki kişilik düşler kurmam da bu yüzdendi. Yorgun ayaklarımla sana yürümek isteği henüz tükenmeden, henüz gece sabaha hiç okşanmamış arzularını devretmeden ben ipek sarılışlı bir uykunun hicran vakitlerinde bu şehri dinleyerek, bu şehrin korna seslerine tutunarak hep sana gelmek istedim, hep sana gelecek yolları inadına düşledim.
Başka bir yürekti İstanbul sokaklarında taşıdığım. Her insan kendi bildiği yolun heceli kıvrımlarına adres soruyordu. Fark kendine inatçı, boynunu büküyordu umut. Yüreğimin nabzı seninle atıyor, gözlerimin uzantılarında yürüyerek tohumlarımı serpecek ova arıyordum kendime, nafile bakışlarla. Günün en suskun köşesinde ben soluklanırken insanlar kovandan çıkan arı misali koşuşturuyorlardı sağa, sola.
İsli bir çıraydı bedenim İstanbul kayarken ayaklarımın altında. Nakışlarla örselenen kalbimin provasız sahnesinde bağdaş kurup oturduğumda Üsküdar oluyordu deniz, izimi sürüyordu aşk ve ben bir vapura atlayıp martılara sırrımı veriyordum herkesten önce. Bir sevgilinin diziydi o kocaman deniz, dudağından damlayan şıra, bakışlarından yayılan vefaydı. Bu kentin en hareli anlarını sevdanın figürleriyle çevreleyip erimiş bir kurşun olup sokuluyordum Kız Kulesi’ne.
Kendi öyküsünü yazamadan göçüp giden insanlar gördüm ben, dünya çulunun tozunu silkmeyi bana bırakan. Kendi masalına inanmayan cüceleri de gördüm ben, bu yalan çanakta yüreğinin artığını sevgisizlere bırakan. Bu suyla çevrili çelişkili kürede açlığı içiyordu insanlar, sevda suyunu içenleri görmedim ben. Hep sorularla çözmeye uğraştılar yürek halatlarımı, sordukça kendime sarıldım, kendi çulumda ağladım ve ben bir tek kendime sarıldım.
Derin bir çukurdu çıktığım, insancıklara dokunmadan Kolonilerden fırlayıp yine kendime geldim. Hepsi ayakta kalmanın okuluna gitmiş, çoğu yüreğine, kimi bileğine, kimi de dertlerine yenilmişti. İnsanların kuyusundan çıktım da kendime döndüm ben ve en çok yaşamın yalan yüzüne üzüldüm. Mevsimler silememiş gözyaşlarını, nice sevgili bakışlarda ihaneti, riyayı ve aldatıları gördüm. Ben aşkın medeniyetinden arınarak kendi ruhumun asil krallığına döndüm.
Selahattin Yetgin
…