Bir Gurbet Öyküsü | Nuri Can
Ali İle Kezban çilek topladıkları bahçenin kenarında duran çam ağacının gölgesinde dinleniyorlardı. Yaptıkları işin yorgunluğu ile çocuklarının özlemi onları alıp götürmüştü. Ali üzelerinde uçuşan ve sonra koluna konan kör sineğin acısıyla irkilirken, körsineği öldürmek için olanca gücüyle koluna bir şaplak indirdi. Tokat‘ın çıkardığı ses Kezban‘ı dalıp gittiği düşten çekip çıkardı bir anda. “Ne yapıyon?” dedi Zeynep, umursamaksızın. Kendini mi dövmeye başladın şimdi?
-Nasıl da bildin gız. Seni de döveyim istiyon mu?” dedi Ali öfkeli öfkeli.
Bu söze Kezban’ın biraz içerlendiği belliydi.
-Sende heç şakadan anlamıyonki be kadın, seninle konuşmak da olmuyo vala.
Öbür Faslı ve Türk aileleri çoluk çocuklarıyla, ellerinde sepetlerle durmaksızın çilek topluyorlardı. Ali:
-Şunlara bak. Avrupa’yı da geldiği yerlere çevirdiler, gebermecesine çalışıyolar. Hollanda’lının gözüne girmek için sankinem eşek yarışı yapıyolar, deyip kızgınlığını belirtti.
Sonra aralarında derin bir sessizlik oldu. Şimdi ikisi de köylerini ve köyünde bıraktıkları çocuklarını düşünüyorlardı. Karın tokluğuna çalışan ırgatları, yazın her tarafta vızıldayan sinekleri. Ne kadar da çok sinek vardı köylerinde. Sinekleri bile özlemişlerdi. Buram buram tütüyordu köyleri gözlerinde.
Baharda yaylabaşının yamacında davarın inişini, gübre kokusunu sonra Munzur’un yaylalarına oba oba göçüşü, yaylalarda hayvanları sağmaya giden kadınların bağrışmaları, süt bakraçlarının çıkardığı sesler, toza belenmiş üstü başı yırtık çocuklar, keçilerin, koyunların, kuzuların meleyişleri doluyordu kulaklarına. Gün batımında çağıl çağıl akan suların sesi, serin serin yellerin esişi bile bin özlem tutuşturmuştu yüreklerinde. Şimdi düşlerinde yalnızca köylerine gitmenin sıcaklığını yaşıyorlardı.
Sessizliği Ali’nin köyünde iken eski pilaklarda öğrendiği bir türkü böldü.
Bülbül ne gezersin garip ellerde
Yokmudur vatanın illerin hani.
Eşinin söylediği bu türküye katılırcasına:
Ya biz ne arıyok bu ellerde gurban. Bizim işimiz ne buralarda?
‘’Ekmek, yaşam, istikbal’’ diye ekledi Ali.
-Bırakalım ekmeği, yaşamı Hollanda’nın olsun. Biz köyümüze dönek gurban olduğum. Bir tas çökelek, bir kuru ekmeğe razıyım. Yeter ki çocuklarımla olayım. Kimsenin açlıktan öldüğü görülmemiştir.
Gözyaşlarını tutamadı Kezban:
-Varalım yalvaralım ağalara, beylere, toprağımıza. Yalvaralım Munzur suyuna. Tanpınar’a, derelere, çeşmelere sulayın diye toprağımızı, verin rızkımızı. Bir selam bile vermeden geçip gitmeyin yanımızdan. Boşuna akmayın denizlere.
Kezban’ın bu sözleri çölde esen bir yel gibi yitip gitmişti uzaklara.
-Olmuyo Kezban gadınım olmuyo. Yalvarmak çözüm değil ki. Yalvarmaynan çorak toprağımıza akmaz ki Zap, Fırat, Munzur suyu. Merhamet inmez ki gökten yüreğine beylerin, ağaların. Memlekette bütün çarklar onlardan tarafa dönüyor. Zamanında yedirmişler, içirmişler. Hökumat adamlarına tapu etmişler köylünün toprağını üzerlerine.
Ama bir yolu olmalı bunun, bir çözümü olmalı. Zap, Fırat, Munzur suyu topraklarımıza fışkırmalı kıraç topraktan, umutlarımız boy vermeli toprağa, çekip gitmeli ağası, beyi. Atalarımızın terleriyle yoğrulan ve şimdi kuruyan topraklarımıza düşmüş tohumlarımız bitmeli kadınım. Bitmeli gurbetliğimiz, hasretliliğimiz, acımız.
Ali Hollanda’ya geleli tam 7 yıl olmuştu. 5 yıl çalışıp ancak karısının başlık parasını ödeyebilmişti. Kezban da 10 yılı aşıyordu kocasının yanındaydı. Henüz çiçeği burnunda gelin iken iki çocuğunu da yazıda çalışırken doğurmuştu. Çocuklarını anasının yanında bırakıp Kezban’ı da almıştı yanına Ali. Kaç yıldır Ali işsizdi. Zeynep’in fabrikada çalışıp aldığı maaşla ancak geçimini sağlayabiliyorlardı. Gerçi İstanbul’da yıkık bir gecekondu satın alabilmişti ama ne yapabilirdi ki kupkuru evle. İstanbul’da iş lazımdı, aş lazımdı, para lazımdı.
Neye ve kime güvenip dönecekti, neye güvenecekti!
Ali uzandığı yerden doğruldu, yanı-başında duran termostan bir su doldurup kana kana içtikten sonra, karısına uzattı. Karısı yüzünü yıkamakla yetindi, ‘’şu memleketten çekip gidebileydik bir kere’’ dedi, ‘’çekip gidebileydik çoluk çocuğumuzun içine. Allahtan başka bişeycik istemezdim.’’
Alí: Nasıl gideriz Kezban gadınım ne yüzle. Gitgide batağa gömülüyok. Ah bir kaç kuruş para edeydik dururmuyduk buralarda dersin.
Kezban kocasına:
-Sen ne diyon Allahını seversen! Benim yüreğim yanıyo, yüreğim,’’ dedi. çıkışır bir şekilde… Ali oturduğu yerden karısına öyle bir anlamlı ve çaresiz baktı ki. Ali’nin bakışları Kezban’ın yüreğini yakıp geçti.
-Biraz daha bekleyelim be kadınım Allah kerimdir. Ben de biliyom, taş taşımıyom ya kalp taşıyom herhal. Benim de yüreğim yanmıyo mu sanıyon? Ben de bu dinsiz imansız yerde kahrolmuyom mu dersin? Ama başka çare mi var. Elden ne gelir ki!
Kocasının öyle ezik bakışı Kezban’ın yüreğini burktu. İçinde sanki bir ses cız etti. Yüreğinin derinlerinde sanki bir parça koparılıp alınmıştı. Oysa gerçeği kendiside biliyordu. Göz-göze geldiklerinde hafif bir ürperti bütün vücudunu sarstı Kezban’ın, Yüzündeki tebessüm, dudaklarının altındaki ince kıvrım, yüreğinin derinliklerinde ince bir sızı bırakıyordu. Tuh dedi kendi kendine, hayıflandı. Kocasını üzdüğüne pişman olmuştu.
Yanı başlarında hızla geçen bir trenin sesi duyuldu ama sessizliği bozan bu gürültüyü duymuyorlardı bile. Anılarına gömülüp gitmişlerdi yine.
Gözlerini alabildiğine uzanan verimli bahçelere ve düz arazilere dikmişlerdi. Sönmeye yüz tutmuş anılar uyanıyordu belleklerinde. Çok gerilerde kalmış yaz günleri canlanıyordu.
Ali, güneş batmak üzereydi ki, çantasını omzuna asıp, ağacın altında duran termosu da alarak, kendinden önce evin yolunu tutan Kezban’ın peşine takıldı. Her ikisinin de yüreklerinde tarifi imkânsız bir huzursuzluk ve sıkıntı vardı, ama birebirlerine açılmaktan korkuyorlardı. Aralarında geçtikleri bahçelerin her bir meyvesi üzerinde bir dünya kurup, umutlar içinde kurdukları bu dünyaya fasulyelerin kargıya sarıldığı gibi sarılıyorlardı.
Evin kapısını açtıklarında bir kaç resmi zarfın dışında birde telgraf içeri atılmıştı. Kezban’’ın okuma yazması olmadığı için böyle şeyleri pek bilmezdi. Ali, karısının uzattığı telgrafı görünce yüreğinin içinde bir tel koptu sanki. Tedirginliğini karısına yansıtmamak için tüm cersretini toparlamaya çalıştı. 10 yıllık gurbetlik hayatında ilk olarak bir telgraf alıyordu. ‘’Yoksa kötü bir haber mi var. Aman be’’ dedi. Ben de neler düşünüyorum? Allah esirgesin dedí içinden ama bir kez korku düşmüştü Alinin yüreğin. Tedirginliğini Kezban’a belli etmemek için tüm gücünü toplayarak titreyen elleriyle telgrafı açmaya çalıştı. Açar açmaz benzi sapsarı oldu, dizlerinin bağı çözüldü ve düşmemek için olduğu yere çömeldi.
O an içinin yandığını hissetti, utandı kendinden, dirayetli olmadığından, karısını teselli edemediğinden utandı.
Dedesinin sözlerini anımsadı Ali.
‘’Hayat derdi bir garip yeldir, bazen tatlı eser, bazen acı. Acıyı tatmadan tatlıyı, tatlıyı tatmadan acıyı bilemezsin’’Ama her şeye rağmen direnmek vardı.
Telgrafta: Oğlun Ahmet gölde boğuldu. Acele gelin. Yazılıydı
Kocasının durumunda bir şeyler sezinleyen Kezban avazı çıktığı kadar bağırıyordu.
Ali, bu haber karşısında acıdan kaskatı kesilmişti. Ne duyuyor ne konuşabiliyor ne de ağlayabiliyordu. Karısının haykırışı karşısında ne yapacağını bilmeden yığılıp kalmıştı evin orta yerine. Gözleri bir noktaya çakılmış dalgın dalgın duvarlara bakıyordu. Biten umutlarının tüm soğukluğu ile.
Kezban’ın feryatları betonların ürkünç yankıları arasında bir yerlere ulaşmadan kaybolup gidiyordu. Kezbanın gözlerinden süzülen yaşları evin altı bile kabul etmiyor, manalı ağıtlara hiç bir şey cevap vermiyordu.
‘’Vay kara yazgım vay! Ne olacak şimdi benim halım! Yaban ellerde şimdi ben ne yaparım!’’ Diye ağıtlar yakıyordu Kezban.
Kezban’ın feryatlarından tedirgin olan Hollandalı komşuları, polisi arayarak bu acılarını bilmedikleri, ağıtlarını anlamadıkları insanları karakola çektirmek zahmetinde bulunmuşlardı. Taa ki bir tercüman bulunup duruma açıklık getirilinceye kadar.
Kara haber tez duyulur derler, az sonra hemşeri, tanıdık, ahpap ve dostları teselli etmeye çalışacaklardı.
İki sarhoş kahkaha atıyordu biraz ilerde.
08/08/1977. Nijmegen