Ben de Çocuktum Bir Zamanlar | Nuri Can
Yıllardır Hollanda’da yaşıyorum, köyümün dağlarında pınarların çağladığı suları, masmavi gökyüzünü, insanın içini ısıtan, ferahlatan tertemiz pırıl pırıl havasını bırakıp Hollanda’ya geleli uzun yıllar oldu. Yıllardır dağlarda yürümeye, bir pınardan su içmeye, dağlara bakıp türkü söylemeye hasretim desem yadırgarsınız biliyorum…
Ama benim özlemim ayrı bir özlem, rüyalarım Munzur dağına kar yağdırır yazayında… Tandır ekmeği, postpeyniri, hasçökelek, haşıl ayrıdır sofralarda, Avsir ayrıdır. Ocak ayrı tüter köy evinde tandır ayrı tüter, is kokusunu bile özlüyor insan. Sabah yarım tandır ekmeği üzerine sürülmüş tereyağ, tereyağın üzerine serpiştirilmiş toz şekeri yada dürümlenen taze yayla peyniri bütün varlıklara bedel…
Çocukluğumda ay Munzur’un yamaçlarına vurduğunda dağların türküsünü söylerdi ırmaklar. Ninem hep bu sulara bakar, gözleri uzaklara dalar giderdi. O pırıl pırıl yüreği, merhameti; doğaya, hayvanlara ve insana olan hilesiz sevgisiyle içereninde saklı duygularının güzelliğini sulara akıtır, tüm kötülüklerden ve günahlardan arınarak yaşardı. Dağları ve dağlarda Ninemi hala çok özlüyorum. Nine’mi bunca yıldan sonra bu kadar özlemem şaşırtıcı bir şey…
…
paylaşır mı yalnızlığımı bir dağbaşı ıssızlığı
dönersem cevizağacım tanır mı beni
özlem dediğin saçlarımı okşayan ninem mi?
seslensem bu kıyıdan alır mı beni..
…
Kendine sonsuz güveni olan çok farklı ve asil bir kişilik sahibiydi Ninem. Onunla hiç kavga ettiğim, anlaşamadığım bir konu gelmiyor aklıma… Her gün sıradan sayılabilecek şeyler yapardık, hiç ayrılmazdım ondan… Birbirimizi çok sevdiğimizi ikimiz de biliyorduk… Üstelik bunu ona her fırsatta söylerdim. Bana sonsuz güven duyardı, hiç kimseye anlatmadığı sırlarını, dertlerini bana anlatırdı…
Kendimi bildim bileli dağları hep sevdim ben, dağların yamaçlarında türküler söylemeyi, rüzgarla sevişmeyi. Çocukluğumda Munzur’un eteklerinde çeşit çeşit rengarenk çiçekler görürdüm; çok istememe rağmen onları dalından koparmaya elim varmazdı, kıyamazdım. Sarı, mavi, mor, beyaz, kırmızı benekli çiçeklerle, onların üstüne konan kanatları yaşamın renkleriyle dolu kelebekler de apayrı bir güzellik katardı yamaçların, çayırların güzelliğine.
Ben bu gün hala o çiçekleri gül, sümbül, karanfil yada laleler arasında düşünemiyorum.
Onlar bahçelerin, düz ovaların çiçekleri değildi, dağların, yamaçların, bozkırların çiçekleriydi. Düşünsem bu gün bile bir çocuğunun ismini bulup çıkaramam doğrusu.
Derin derin vadilerin içerisinde tanımadığım, adını bilemediğim birçok kuş türü olurdu. Kuş seslerinden gündüz bile vadilerin içerisinde geçerken korkuya kapılırdım. Dağ yollarında keklik, arıkuşu, ibibik, pepuk, gugukkuşu ve daha isimlerini bilmediğim sayısız kuş türleri çıkardı karşımıza. Bunlarda serçe, karga, güvercin, sığırcık, ağaçkakan, kırlangıç gibi kuşların dışında düdükçül, ötleğen, dikkuyruk, boyunçeviren, yağmurcun, baştankara, kızılgerdan, bozsağan, altıngöz, saksağan, sakarga, delice, yeşilbaş, bülbül gibi sayızsız kuş türleriydi…
Hele ilkbahar gelince bütün köy çocukları sürmeli gözlü kuzularını, oynayan, zıplayan keçi yavrularını (gidik) oğlakları önümüze katar dağ bayır demez, çayır çimen götürür yayardık. Her bahar dağların, tepelerin yolunu tutar kenger, gullik, eşkin, çarşıt mantarı, tırşık toplar eve getirirdik. En çok keklik yuvaları bulduğumuzda sevinirdik en az 18-20 yumurtası olurdu, onları özenle dağarcığımıza yerleştirir kırmadan eve getirirdik. ki başardığımızda adeta ödüllendirilirdik evin büyükleri tarafından…
Çocukluğumdan bölük pörçük anılar kalmış belleğimde. Kışın bacalarda çoğunlukla cirit oynar ve aşık atardık, güzün ceviz oynardık, lastik yada çaputtan topla komşu köylerin çocuklarıyla maç yapar kavga ederdik..
Bazen kuzuları yayıp yamaçlara, Komşu köylerin çocuklarıyla yabanda, yazıda oyunlar oynardık. Bazen farkına varmadan kuzularımız diğer köylerin kuzuları ile birbirine karışırdı. Akşama eve geldiğimizde kuzulardan bíri eksik çıkarsa vay halimize babalarımızdan ölesiye dayak yerdik.
Uzun kış gecelerinde sığınacağımız ya bir tandır, ya da bir soba başıydı, masalların, efsanelerin anlatıldığı. Bütün kış böyle geçerdi. Derken nisan gelir canlanırdı doğa… Kardelenler, kar çiçekleri doğadaki değişimin ilk muştucuları olurdu… İlkbahar güneşine dayanamayarak eriyen kar, eridikçe toprağın buğusuyla beraber derelerdeki suları bulandırıp akarak çoğalırdı. Sel olur, dereler coşardı. Toprak, düşen cemrelerle birlikte buharlar gönderirdi gökyüzüne.
Henüz tam yeşermemiş toprak üzerinde canlanan doğanın öncüleri karçiçekleri güneşten daha çok ısıtırdı içimizi… Çocuk adımlarımızla coşku ile akan dere ve çayların üzerinden atlayarak geçmek bize ürküntü ve heyecan verse de yinede ayaklarımızı suya sokmadan geçmek sevindirirdi bizi…
Bahar gelip toprak güneşle buluştuğunda, kırlarda papatyalar, çiğdemler rengârenk çiçekler açar, kuşlar ağaçlarda daha heyecanlı ötüşür. Kış uykusuna yatan hayvanlar yuvalarından çıkmaya, karıncalar yol üzerine bir tren konvoyu gibi dizilmeye başlarlar. Uzun bir kış mahmurluğundan uyanan diğer canlılar gibi köy çocukları da kendisini baharın bu eşsiz güzellikleri içerisine atar.
Eriyen karlarla birlikte başlardı koyun ve keçileri dışarı salıp dere tepe otlatma serüvenimiz. Sabah davarları katıp önümüze akşama doğru hava serinlenmeye başlayınca dönerdik. En çok keçilerle başımız girerdi derde en yüksek kayalara tırmandıklarında inene kadar beklerdik.
Bahar gelince köylüler ekecekleri tarlalarını, bahçelerini hazırlar, mart ayında hayvanlara verilen otların tükenmekte olduğu, insanların daraldığı, çekilmez bu hayat demeye başladığı bir anda can simidi gibi yetişir bahar. Çünkü baharla beraber ümitler de yeşermeye başlar. Bilinir ki baharın gelişiyle yaz mevsimi de yaklaşıyor demektir. Her mevsimin kendine özgü has bir güzelliği vardır. Bu nedenle bahar mevsimi tüm canlıları harekete geçirir ve tüm canlıların uyanışlarına sebep olur, içlerini açar…
Köyümüz Munzur, Mercan dağlarının eteklerinde Erzincan’a 16 kilometre uzaklıkta bir dağ köyü. Evler çoğunlukla yığma taş yâda kerpiçten örülmüş. Bahar aylarında köy içlerinde atlar, öküzler, horozlar, tavuklar, kediler, köpekler, keçi, koyun ve kuzularla her yer kıpır kıpır olurdu.
Araba yolu yoktu, ancak atlarla yada yayan yapıldak gidip gelinirdi şehre. Yoksul olanlar kışlık yakacak (gazyağı) yiyecek gereksinimi sonbaharda ancak sırtında taşıyarak giderirlerdi. Tek tarımsal ürün genellikle buğday ve arpaydı… Diğer hayvansal ürünler bol olurdu (tulum peyniri, tereyağ, çökelek, kavurma, yoğurt, süt) gibi. Hatta Erzincan,ın o meşhur tulum peyniri bizim köyün yaylalarında üretiliyordu…
Sonra kış bastırırdı… Aralıktan nisana kadar kış aylarıdır. Kar yüksekliği bazen boyumuzu aşardı… Çevre köylerde okul olmadığı için çocuklar her sabah karda, tipide yürüyerek düşe kalka okula gelirlerdi.
Kışın kentle ilişkiler hemen hemen hiç olmazdı, doğum yapamayan ya da çok ağır hasta birini boylu boyunca iki direk arasına özenle yerleştirilen bir yatak üzerinde omuzlarda götürülürdü şehre. Bazen tipiye, fırtınaya tutulup yolda hayatını kaybedenlerde olmuyor değildi…
Yıllardır Hollanda’dayım her şeye rağmen bu gün bile geri dönüp orada yaşamak isterdim. Her sabah fecirde uykuya doymadan kaldırırlardı bizi. Danalar, kuzular bir tarafta; keçiler, koyunlar, sığırlar bir tarafta, koş aşağı, koş yukarı yoncaya bilmem kimin malı girmiş, filancanın koyunları arpaya dolmuş… Köylüler genelde çocuklarına karşı acımasız olur, bel ki de bu nedenledir ki babamı çocukluğumda hiç sevmezdim…
Yine de diyorum ki; keşke çocuk olabilseydim. Altımda özel arabayla değil yayan yürüseydim dağ yollarında. Ayağımda pahalı ayakkabılar yerine çarık olsaydı. Cebimde param olmasaydı… Yarı ac, yarı tok bir kuru ekmekle yetinseydim. Yayla yollarına dizilip göçlerin ardında sırtımda bakır bakraç mal peşinde yürüseydim… Kağnı yada at arabalarına binseydim uçak yerine. Topacım, cirit yada aşık oyunum üç beş de bilyem olsaydı. Munzur dağında kar yine yıllansa, yaz aylarında kar tepelerinde oyunlar oynasaydım…
…