Babama İthaf | Necmettin Yalçınkaya
İskenderun’dan acemi birliğinden İzmir’e dönmüş, bir günün ardından tekrar yola çıkmıştım. Denizciydim, ama denizi olmayan bir yere gidiyordum. Dokuz saatlik bir yolculuğun ardından Ankara Otobüs Terminali’nde indim. Ayaklarım uyuşmuş, ağzımın tadı kaçmış ve uykusuzluktan sarhoş gibiydim. Elimde teslim olacağım usta birliğimin adresinin yazılı olduğu küçük bir pusula vardı. Terminalde çalışan bir gence sordum. Daha sonra rastladığım bir askere. İkisi de: “Bilmiyorum,” dedi.
Göğü simsiyah bulutlar kaplamış, Ankara is kokuyordu. Ocak ayının ayazı parkamı deliyor, vücudumu ısırıyor ve kemiklerime kadar işliyordu. Her yer beton yığını, otobüsler yolcu yerine kar taşıyordu. Soğuktan üşüyen ellerimi parkamın cebine koymuş, ısıtmaya çalışıyordum. Bir taksi önümde durdu:
“Asker efendi nereye böyle, istersen gideceğin yere götüreyim.” dedi.
“Olur.” dedim.
Elimdeki adrese baktı baktı. “Böyle bir yer bilmiyorum,” deyip usulca gaza basıp ilerledi. Az ilerimde durdu, camını indirip, başını geriye, bana doğru çevirdi:
“Çankaya’da Deniz Kuvvetleri var, gideceğin yeri bilirse orası bilir.”
“Sağ ol,” dedim.
Gördüğüm ilk otobüs durağında beklemeye koyuldum. Gelen otobüsün şoförüne adresi gösterdim. A.Tepe’yi “Anıttepe” olarak okudu. “Çankaya’da,” dedi. “Birazdan seni indireceğim durağın tam karşısına geçip, oradan Çankaya yönüne giden otobüslere bineceksin.” dedi.
Otobüse binip Çankaya’da indim. Ortalık asker kaynıyordu. Bahriyeli birilerini görünce koştum hemen yanlarına. Adresi gösterdim.
“Yanlış yere gelmişsin.” dedi biri. “Nerelisin?” diye ekledi.
“İzmirliyim.”
“İyi iyi, ben de Muğlalıyım.”
“Ankara Kalesi’nin hemen altında Bent Deresi var, orada Azat Tepe’ye giden askeri servis var. Akşam beşte orada ol, kaçırırsan otobüsü bir gün sonraya kalırsın, ona göre!”
Bent Deresi’ne vardığımda, birkaç askerin daha otobüs beklediğini görünce rahatlamıştım. Lacivert renkli bir otobüse ürkekçe bindim. Bir astsubayın yanına oturdum.
“Yeni misin?” diye sordu.
“Evet, komutanım!”
“Komutanım değil, astsubayım diyeceksin.”
“Tamam astsubayım.”
Elimdeki adrese baktı. “Verici İstasyon Komutanlığı… Azattepe Hasanoğlan’da.” dedi. Yüreğim cız etti birden. İbrahim geldi aklıma, Hasanoğlan Öğretmen Okulu’nda okumuştu. “Küçük bir yer, ama rahat edersin. Yüksel Yüzbaşı lokum gibidir. Kimseyi incitmez, izni de boldur. Ama şimdi birliğine değil Ana Karargâha gidiyoruz. Orada birkaç gün misafir edildikten sonra ancak…”
Otobüs Elmadağ yolunda ilerliyordu. Sonra hızını düşürüp sola saptı, üzerimize düşen karanlığı yara yara dağ yolunu tırmanmaya başladı. Hava kararıyor, ortalığı otobüsün farları aydınlatıyordu. Nereye baksam beyaz bir deniz sanki. Kurt ulumaları, çakal pavkırmaları duyuluyordu uzaklardan. Işığı görünce yolun ortasında donakalan tavşanlar. Otobüs durdu birkaç kez. Ana Karargâha vardık sonunda. Astsubay beni bir askere teslim etti. Gelen asker beni kalacağım koğuşa götürdü. “Karnın aç mı?” dedi.
“Evet, açım,”
“Zaten buraya tok biri gelmez,” diyerek gevrek gevrek güldü.
“Nerelisin?”
“İzmirliyim”
Koridora koştu.
“Ali, Ali!” diye bağırdı. “Koş koş bir hemşerin gelmiş!”
Ali koşarak geldi. “Hoş geldin hemşerim.” dedi, elimi sıkarak.
“Hoş bulduk, ha ben seni tanıyorum!” dedim sevinçle.
“Nereden?”
“Ferahlı’dan, kaynanamgilin oradan. Muhallebi ve turşu satıyordunuz ya!”
“Yok, yok ben o değilim.” dedi, “hem insan insana benzemez mi canım?”
“Benzer, benzer.” dedim.
‘Belki de utandı benden, esmer vatandaş ya, Roman olduğunu saklıyordur arkadaşlarından’ diye geçirdim içimden.
Karnımı doyurdu benim. Fazladan bir battaniye getirdi bana. “Geceleri soğuktur.” dedi.
Sabah erkenden yanıma geldi. Kahvaltıda, “Burada meziyetlerinden söz etme, futbol oynadığını, on parmak daktilo bildiğini, koşucu olduğunu… Sakın ha sakın söyleme, yoksa burada kalırsın!” diye uyardı, bir güzel tembihledi beni.
Dışarıya çıktık. Ana Karargâh dağların arasında gizlenmiş, dünyayla bağı olmayan bir yerdi. Az ilerimizde bir kurt sürüsü çöpleri eşeliyor, çöpte buldukları yemeklerle karınlarını doyurmakla meşguldüler. Her tarafımız karla çevrilmişti.
Bir hafta zorlu da olsa geçti. Ben ve birkaç asker Azattepe’ye doğru yola çıkarıldık. Uçurumun kıyısında yavaş yavaş ilerliyordu askeri cemse. İnsan aşağılara bakmaya korkardı. Yeşiltepe denilen yerden kıvrıldı, yukarıya doğru tırmanmaya başladı askeri cemse. Tekerlekleri kayıyor, zorlanan motor homurdanıyordu. Nihayet bir düzlüğe çıktık. Karşıda tel örgüler ve bir kulübe göründü.
“İşte burası Azattepe” dedi aracı kullanan asker.
Nöbetçi kulübesinin önünde durdurdu aracı, içinden inip nöbetçiye bir şeyler söyledi. Nöbetçi elindeki telsizle birilerini aradıktan sonra, dışarı çıkıp tel örgülü kapıyı ardına kadar açtı. Soğuktan titriyordu.
“Geçin, geçin” dedi.
Geçtik, arkamızdan hızla kapıyı kapatıp kendini kulübeye zor attı.
Askerler yemekteydi; hemen bana da masada yer açtılar. Oturdum. Meraklı gözlerin üzerimde yoğunlaştığını hissedebiliyordum.
“Neredensin?” dedi birkaç kişi aynı anda.
“İzmir’den” deyince birkaç kişi etrafımı sardı. ”Neresinden?”
“Şirinyer.
“Gültepe’yi bilir misin?” dedi başıma dikilen. Zayıf, ortadan biraz uzun boylu biri.
“İyi bilirim”
“Yemekten sonra konuşuruz” diyerek masaya oturdu, yemeğini yemeğe devam etti.
Elinde iki çayla yanıma geldi. “İsmim Erol” dedi. Elindeki çayın birini elime tutuşturdu. Birkaç kişiyi sordu. “Tanımıyorum,” dedim. Sonra bir başka birini sordu. “Tanıyorum,” dedim.
Sevindi. “Sence nasıl biri?” dedi.
“Irkçı, faşistin teki o!” dedim.
Yüzü düştü. “O benim akrabam olur. Laf söyletmem!”
“Sordun, ben de yanıtladım. Ama faşisttir!”
“Faşist değil milliyetçidir. Ben de milliyetçiyim!” Sustu, yüzüme baktı. “O zaman bende mi faşistim!” dedi.
“Boş ver,” dedim, “çayını soğutma.”
Bozuldu. Dudakları belli belirsiz oynuyordu. “Erol,” dedim, “devrimciler 6. Filoyu denize dökerlerken milliyetçiler devrimcilere saldırıyordu. Hiç gördün mü kendisine milliyetçi diyen birinin gecekondu direnişlerinde, işçinin yanında yer aldığını.”
Başıyla, ”görmedim” der gibi yaptı.
”Göremezsin, çünkü halkın yanında değil tam karşılarında yer alırlar.”
Durup dururken, “Türkiye’de mi yoksa Moskova’da mı yaşamak istersin?” diye sordu.
Onun niyetini anlamıştım. Faşistler, “Komünistler Moskova’ya!“ diye slogan atıyorlardı ya.
“Türkiye’de yaşamak isterim!”
Şaşkın gözlerle beni bir güzel süzdü. “Gerçekten mi?” dedi.
“Her insan kendi toprağında yaşamak ister.”
Sonraları aramız çok iyi oldu Erol’la. Ortak noktalarımız vardı: Melez Çayı’nda yüzmüş, Salhane’nin o pis kokusunu özlüyorduk. Zaten askerlik yapmak için burada bulunuyorduk. Burası siyaset meydanı değildi üstelik.
İkimizin bir zulası vardı. Ortalık sakinleşince gidip orada uyuyorduk. Saklanma sırası bana gelmişti. Erol’a göz kırptım. Bir iki saat sonra Erol başıma dikilmiş, dürterek kaldırmaya çalışıyordu beni.
“Kalk kalk” dedi heyecanla, “oğlum baban seni ziyarete gelmiş.”
Fırlayıp ayağa kalktım. “Burada mı?” diye sordum.
“Yok yok, Hasanoğlan’daymış.”
Araçla beş dakika, yürüyerek yarım saat sürüyordu.
“Bisikletle git.” dedi Erol.
Giderken yokuş aşağıydı, ama gelirken yokuş ve bayır. Kendimi bayır aşağı vurdum. Birlikten yüz iki yüz metre uzaklaşmıştım ki, Yüksel Yüzbaşı’yla burun buruna geldim. “Nereye böyle?” dedi, eliyle yüzündeki teri silerek.
“Yüzbaşım, babam gelmiş, “
“Tamam, gidebilirsin.”
Dilimde bir türkü tutturarak yürümeye başladım. Yoldaki bir çeşmeden kana kana su içtim. Askeri Lojmanların hemen bitiminde babamı ayakta beni bekler halde buldum.
Cebinden çıkardığı mendili ile terimi sildi.
“Uzaktan yürüyüşünden tanıdım seni” dedi tatlı tatlı gülümsedi. Elini öptüm. Özlemle sarıldık. Isparta’da kısa dönem askerlik yapmakta olan abimin yanına uğramış, oradan Adana’ya geçip amcamı ve halamı ziyaret ettikten sonra beni es geçmek istememiş işte. Hasanoğlan küçük bir kasaba. Bir caddesi var zaten. Baklavası, bazlaması ve gözlemesi meşhur ya, baklavayı atlayıp bir gözlemeciye daldık. Birkaç gözlemeyi köpüklü ayran eşliğinde mideye boca ettikten sonra çıktık. Babam elini dostça omzuma koymuş bir halde yürüyorduk. “İyi gördüm seni, ama abin için kaygılarım var.”
“Kaygılanma baba, dört ay nedir ki? Hemen geçer.”
Güldü. Ela gözleri ışıl ışıl parıldadı.
Yolda gençten birine Ankara’ya giden otobüslerin kalkış saatini sorduk. Saatine baktı. Telaşla:
“Otobüsün kalkmasına on dakika var,” dedi, “son otobüstür ha!” diye de uyarmadan edemedi bizi.
Durak tam karşımızdaydı. Yolun karşısına geçip, boyası dökük, kopuk vidası yüzünden tahtası sallanan banka oturduk. Para vermeye kalktı. “Yeterince param var benim.” deyince üstelemedi. Çok geçmeden otobüs gelip önümüzde durdu. Elini öptüm babamın, o da yanaklarımdan. İçeri geçip cam kenarına oturdu. Ela gözlerini kısıp bana baktı. İçime bir yalnızlık çöktü o an. Eliyle “git” gibilerden bir işaret etti. Gitmedim. Otobüsün hareket etmesini bekledim.
Bu babamı son görüşüm oldu. Birkaç ay sonra bu güzel insan kalbine yenik düştü. Haberini aldığımda yağmur yağıyor, göz gözü görmüyordu. Kendime geldiğimde bir ağacın dibine çökmüştüm, yalnız ve sırılsıklam.
BİR YARIM Ozan Yayıncılık