AYŞE GELİN | Melek İvrendi

Öykü: Mart- 2005
Güneş doğmadan kalkmış, kahvaltı yapmış ve çoktan yola
çıkmışlardı. İşçiler pikabın kasasına doluşmuş; kimi kapağına oturuyor, kimi
uçsuz bucaksız zeytin bahçelerini seyrediyordu. Biraz sonra yolun sol tarafında
ellerinde azık torbalarıyla bekleyen işçilerin yanında durdular.
Ayşe gelin başında kırmızı yazması, ayağında şalvarı ve
yeşil yemenisi… Ufak tefek biriydi. İri gövdesiyle kaynanası, kayınbabası,
sonra kendisi, en sonunda zayıf orta boylu kocası bindi pikaba. Kocasının saçı
şakalına karışmış esmer yüzü, başına taktığı şapkasıyla iyice kaybolmuştu.
Yolculuk boyunca hiç konuşmadılar! Ayşe gelinse iş sahibinin kızı Aynur’la hal
hatır soruyordu. Gözleriyle de diğer kızları süzüyordu.yeşil gözlerindeki yorgunluk,
yüzündeki ifade ve ellerindeki nasır bu işlerin ustasıyım diyordu sanki.
Zeytin bahçesine geldiklerinde, güneş yeni doğuyordu
uzaklardaki dağlardan. İş sahibi cılız gövdesiyle kasıla kasıla yürüyor, bir
yandan da toplanacak zeytin ağaçlarını gösteriyordu.
Her işte olduğu gibi, bu işte de iş bölümü vardı.erkekler
ağaçların yüksek bölümüne merdiven kuruyor, kızlar ağaçların başına çıkıyor,
yaşlılar da yerden ulaşabildikleri dalları topluyordu.
Ayşe gelin insanlardan uzak ve sessiz durmasına rağmen,
kızlarla çabucak kaynaşmıştı. Aslında o da konuşma ihtiyacı duyuyordu ki:
“kaçtım ya, hiç gelinlik görmedim. Gelin olmadım. Düğünde… deyip bir an durdu
ve kararlı sözlerle: “Ama biraz para kazanalım, hemen düğünümüzü yapacaklar”
dedi.
Bu sözler kızların dikkatini çekmeye yetmiş, artmıştı
bile. İki kız kardeşten büyük olanı: “kaç yaşındasın ki?” dedi şaşkın şaşkın.
Ayşe gelin: “on beş… Kaçalı da üç ay oluyor” dedi. Esmer kız: “yani benden bir
yaş küçüksün” derken, biraz önce “Ayşe abla” dediği için, utanır gibiydi. “ Hiç
on beş yaşında göstermiyorsun” diye de ekledi. “herkes öyle diyor”…
“Biz Osmaniye’den geldik buraya. Irgatlık yapıyoruz. Pamuk
zamanı Amik Ovasında, portakal zamanı Dörtyol’da zeytin zamanı da buralarda
çadır kuruyoruz. Ondan sonra çalış… Ne iş olursa” derken bir kadercilik vardı
halinde. “Ama” diyor,”çadırda yaşamak zor oluyor. En önemlisi su işi. Çadır
kurduğumuz yerde su olmuyor bazen… Çadır da küçük”… Utangaç bir sesle: “araya
çarşaf çekiyoruz; bir tarafta kaynanam kayınbabam, bir tarafta da biz
yatıyoruz” deyip sıkıntılarını anlatıyordu.
Kızlar kendi aralarında konuşurken, iş sahibi de az
ileride cep telefonuyla oynuyordu. Değişik değişik melodiler çalıyor, bir
yandan da işçilere laf yetiştiriyordu. Karısı da o ciyak sesiyle: “orada ne
oturuyorsun. Sabahtan beri bir işe yaramadın. Hiç olmasa toplanan zeytinleri
torbala!” diye bağırıyordu. Ama dinleyen kim? Adam oturmuş sırtını ağaca
yaslamış istifini bile bozmuyordu. Elinde telefon, işçilere başından geçen
trafik kazasını keyifli keyifli anlatıyordu.
Bir iş günü daha bitmişti. İşçiler bir yandan toparlanmaya
başlamıştı. Erkekler zeytin dolu torbaları arabaya taşıdılar. İş sahibi
doldurulan zeytin torbalarının sayısından memnun olmamış, yine yüzünü
buruşturuyordu.
Herkes tastamam geri dönüş başlamıştı. Ayşe gelin pikabın
kasasına yorgun yorgun oturup kalmıştı. Yeşil gözleri, umutla umutsuzluk arası
yere bakıyordu.
Melek İvrendi
_________________
Yazabilecek birini bulup çıkarmak da en az yazmak kadar
önemli — belki daha önemli bir iş.