Ankara’dan Bakınca | İbrahim Uysal
Söze, “eskilerde” diye başlasam, herkese göre bir eski var. Ayrıca, “eski” de, birden fazla anlam taşıyor. Örneğin, aradan zaman geçmiş de eski, yıpranmış, giyilmeyecek, kullanılmayacak olan da eski.
O yüzden söze, “ulu orta” söylenen diye mi başlasam, yoksa “aleni” diye mi başlasam ki.
Denilebilir ki, “ne fark eder”. Evet, öyle denilebilse de, özündeki fark, birinin Türkçe, diğerinin de Arapça olması.
Eskilerde de bazı şeyler gizliden gizliye yapılır, öyle herkesin gözleri önünde ulu orta olmazmış, ya da aleni yapılmazmış.
Şimdi deseler ki “peki, şimdi nasıl yapılıyor?”
Elbette bilenler, bilmesi gerekenler için her şey apaçık, ulu orta, aleni iken, bazıları için gizli, muamma, secret.
İşte, sorunda burada… Olaya nereden ve nasıl baktığınıza; olay ve olanlardan ne anladığınıza bağla.
Eskiden ülkede olan her şey Osmanlı Sarayında pişirilir ve planlanır, taşrada da uygulamaya konulurmuş. O yüzden halk arasında, “Osmanlı’da oyun bitmez” bitmez denilir.
Devlet, şirket gibi kurumsal yapıların olduğu yerlerde, aşiret, beylik, boy gibi kan bağı ile güçlü yapılarda, yapının sürdürülmesi ve korunması için yazılı olan ya da olmayan bir takım kurallar vardır.
Zaman o kadar çok hızlı geçiyor ve devir öyle çabuk değişiyor ki artık ne nerede, kimin eli kimin cebinde belli değil.
Bu tür derin, güçlü ve gerekli yapıların olduğu yerde, bir “meşruiyet”, yasaya, töreye uygunluk ve geçerlilik sorunu vardır.
Bu olmalımıdır, yoksa gereksiz midir? diye de sorulabilir.
Zor ama güçlü ve sürekliliği olacak bir yapı için konuşuluyor ise bu gereklidir. Mantığı kendi içinde olduğundan, bilinen anlayışlar ile mantık aramak anlamsız ve gereksiz.
Konuyu daha iyi anlatabilmek için olayı “entelektüel” bir boyutta değilse, halk ağzı ile tanımlamayı yeğlerim.
O yüzden de olaylara bir Ankara’nın, bir de “taşra”nın bakış açısı ile bakmanın arasındaki farkı açıklamak gerekmektedir.
Örneğin, büyük bir ailenin reisi, büyüğü, bir şirketin patronu, CEO’su, ya da bir kurumun en tepe yöneticisi, yetkilisi ile bunlara bağlı, bunların üyesi olanların aynı olaya bakmaları ve çıkardıkları sonuçlar çok farklıdır.
Yapının tepesinde olanlar, kurumsal bir bakış açısı ile kurum, aile ve sürecin sürekliliğini, yarınlarını planlarlarken; üyeleri ise günü yaşamayı, bu günün deyimi ile “günü kurtarmanın derdindedir”.
Her ne kadar o “eski çamlar bardak olsa da,” yine de bir takım yapılar, ilişkiler varlığını sürdürürler. Bu özünde olumlu ve iyi bir şey iken, soysuzlaşıp, bozulur ise bu kez de kurumların, yapıların lehine olan, olması gereken olay ve süreçler ters işlemeye başlar.
Devletler, bir mücadele, savaş, zorlu bir süreç sonucunda kurulmuşlar ve var olmuşlardır, aynı şekilde de varlıklarını sürmektedirler.
Bu topraklarda “Büyük Selçuklu Devleti” kurulup, yıkılıp yok olurken, Toroslar’ın, Ege’nin ya da Anadolu’nun bir başka köşesi çok etkilenmemiş ise de başkentin olduğu Nişabur, Rey ve İsfahan hep bir çatışma ve koruma kalkanının altında olmuştur.
Devamı olan ve 13 yüzyılda Anadolu’da kurulan ve Başkenti Nikaia/İznik (1077-1086), İkonyum/Konya-(1086-1308), Sebastia/Sivas (1211-1220) olan Anadolu Selçuklularında ise bu kez “Beylikler Dönemi’ne gidecek kargaşaların yaşandığı yer olmuştur, Anadolu. Sonrası ise Osmanlı ve Kurtuluş Savaşı ile başlayan ve Mustafa Kemal Atatürk ve dönemin yurtseverlerinin yazdığı ve bütün dünyaya kabul ettirdiği bilinen öykü, Türkiye Cumhuriyeti.
Bu yüzden Ankara’ya bir başka göz ile bakmak gerekir. “Boşuna denilmemiştir, “Ankara’nın taşına bak/ Gözlerimin yaşına bak” diye.
Ankara, gözyaşı, acı ve hüzünlü öykülerin yaşandığı yer, olduğu gibi her şeyin planlandığı, geleceğin öngörüldüğü bir yerdir de.
Bırakın Devlet gibi devasa yapıları, sıradan bir kişi ya da aile bile artık yaşamında “Planlama” gibi bir süreci, öngörüp, yapmaktadır.
TBMM tarafından 30 Eylül 1960’da kurulan Devlet Planlama Teşkilatı (DPT), üzgünüm ki 8 Haziran 2011’de kapatılmıştır.
Bu kapatma sıradan bir olmanın ötesinde, Kamunun hafızasını da silmiş, yok etmiştir. Öyle olmasa, burada sayılmaya bile gerek olmayan yatırımlar ve borçlanma, olmazdı.
Başbakanlık Müsteşarı olarak katkısı olsa da Turgut Özal, DÇM hesapları ile ilgili olarak sonraki yıllarda Milliyet Gazetesine 17 Eylül 1989’da verdiği mülakatta, “İnşallah gençlerimiz bundan ders alır. Bir daha böyle hesapsız kitapsız hatalar yaparak, gelecek nesilleri zor taşınan yük altına sokmaz. 84-89 arasında bu ödemeleri yapmasaydık aile başına herkese 1 milyon TL para ödeyebilirdik. 9 bin ilave okul, 900 orta boy fabrika, 500 hastane ve 4 bin km otoyol daha yapardık. 100 bin insan iş sahibi olabilirdi. İşte geçmişin hatalarının bir topluma ne kadara mal olduğunun basit bir bilançosu budur. 1970’li yıllarda o zaman kendilerini akıllı, uyanık sananlar böyle bir yol buldular. Tam 221 bankaya borçlandık ve Türkiye bunları ödeyemedi. BÜTÜN YÜKÜ VATANDAŞA YIKTILAR, BU BORCU SİZ ÖDEDİNİZ” diyecektir.
Tamem, tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de bir Coronavirus salgını, dünya ekonomik sisteminin krizi yaşanmaktadır. Birçok ülke, bu sorunlu ve sıkıntılı dönemi bir şekilde aşmaya çalışırken, bizler düştüğümüz “gayya kuyusunda /cehennem çukurunda” debelenmeye devam ediyoruz.
Peki, gelinen süreç bir demokratik süreç midir? Evet.
Halkın seçtiği bir iktidar ve seçenler, masum olanlarda hiçbir katkısı olmayan halkı da bu sıkıntılı sürecin içine sokmuştur.
Sokaklarda seçenler de masum masum olayı ve oyunu izleyenler de olan ve yaşananlardan mutsuzlar.
Peki, iktidarı da muhalefeti de seçenler, seçmenler, halk, acaba olanlardan kendisini de suçluyor mu?
Bir gecede dolar düşüyor, hop birleri alıyor. Bir gecede dolar çıkıyor, hop birleri alıyor. Bankalara paralar gidiyor, hop DÇM garantili hesaplarda paralar korunuyor, kollanıyor.
Millet ekmek kaygısında, ülkede ekonomik sorun sürerse kendisinin fabrikasının batacağı kaygısını taşıyan bir ekonomi kurmayından bu sorunları çözmesini beklemek aklılar reva, ama burası Türkiye.
Hiç kimse bu olanlarda benim bir dahilim, katkım yok, olmadı demesin. Sizler seçtiniz bunları, yâda bunları seçenleri, seçeni.
Eeee ülke yönetimini çocuk oyuncağı sanıp, “adamının adamını, madamının madamını seçtiğiniz” sürece bu işler böyle.
Ne demiş atalar, “el, elin eşeğini Türkü söyleyerek ararmış!..”
Şimdi anladınız mı, seçim zamanı iki tur atıp, havalı resimler verdiğiniz seçtiklerinizin, bir kıymeti her bir şeyinin olmadığını;
Ankara’nın, derdinizi “türkü söyleyerek arayacaklara” bırakılmayacak kadar önemli olduğunu”!..