ALTIN
DOLAR
EURO
BIST
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Hatay °C

Açık Mektup | Müslüm Kabadayı

21.12.2020
6.774
A+
A-
Açık Mektup | Müslüm Kabadayı

Eğitimci Yazar

Yüreklerinin kulakları sağırlaşmamış, beyinlerinin gözleri alıklaşmamış, bilinçleri doğaya ve topluma kapanmamışlara merhaba. Koronavirüsle savaştan henüz çıkmış, kalıntılarıyla mücadeleye devam eden biri olarak, vicdanları körelmemiş herkese sesleniyorum. İfade edebildiğim kadar kısa yazacağım bu açık mektubumu, umuyor ve diliyorum ki kendiniz gibi hissettiğiniz herkesle paylaşırsınız.

Altmış bir yaşıma yeni girdim. Otuz yıldır şeker hastalığıyla barışık yaşayan eğitim emekçisiyim. Otuz beş yıldır da dergi-gazetelerle elektronik ortamda yayımlanan makale, deneme, eleştiri, araştırma-inceleme-gezi yazılarım ve öykülerimle karınca kararınca insana-topluma katkıda bulunmaya çalışıyorum. Bana emeği geçen herkese, ülkeme ve insanlığa karşı kendimi hep borçlu hissettiğimden, özellikle unutulmuş/unutturulmuş olan güzellikleri, değerleri, insanları, coğrafyayı göz önüne getirmeye, yeni kuşaklarla buluşturmaya özen gösteriyorum. Bunları yaparken hiçbir karşılık beklemediğimi söylememe gerek yok sanıyorum. Dolayısıyla, yaklaşık bir yıldır gezegenimizin gündemini işgal eden koronavirüs sürecine ve özellikle on gün boyunca virüsle mücadelemize dair değerlendirme, eleştiri ve önerilerimi kamuoyuyla paylaşma isteğimi, doğaya ve topluma duyduğum sorumluluğun bir gereği olarak değerlendirin lütfen.

“Korona Günlerinde Doğal ve Dijital Yaşam-1” kitabım yakında yayımlanacağı için burada ayrıntısına girerek zamanınızı almadan, bir yıllık korona günlerinin özetinin özetini şöyle yapabilirim: Homo sapiens sapiens, gezegenimizden evrene doğru açılan öğrenme, değiştirme-dönüştürme yeteneğindeki müthiş sıçrama yanında, bu süreçte yol açtığı büyük sorunların hesabını vermek sorumluluğuyla karşı karşıyadır. Şimdi Ay’da, Mars’ta suyu bulmanın sevincini paylaşanlardan sömürgeci olanlar, aynı zamanda bu gezegenlere koloni kurmaktan söz ediyorlar. Dünya’yı kirlettikleri, ozon tabakasını delerek ve gezegenimizin ısısını yükselterek buzulları erittikleri, virüsleri insanlığın başına bela ettikleri yetmiyormuş gibi, utanmazca uzayı yağmalama peşine düşüyorlar. Bunun altını çizerken, sakın ola bilimsel araştırmalara, uzayın keşfine karşı olduğum sanılmasın. İnsanın merak-öğrenme motivasyonunun hiçbir biçimde engellenmesini istemem. Çünkü bu, gelişimin dinamiklerindendir. Ancak, yapılan her araştırmanın, ortaya konan her buluşun da doğaya ve toplumun yararına olup olmadığına bakmak, bununla ilgili bilim etiğini de başa yazmak zorundayız. Bunu başa yazmayan her girişim, insan türümüzün de içinde bulunduğu doğal yaşamı önemsemiyor, kâr-çıkar için tehlikeye sokuyor demektir. Yani, Albert Einstein ve arkadaşları bundan yetmiş altı yıl önce atom bombasının insanın ve doğanın yararına olmayacağını öngörüp o çalışmadan çekilmiş olsalardı, Hiroşima ve Nagazaki’ye, binlerce ölü adına anıt dikilmeyecekti. Doğa tahrip olup bunca acı yaşanmayacaktı. Bugün dünyanın bütün ülkelerindeki bilim insanları, daha büyük acıları insanlığa yaşatmamak için yüksek ahlaki değerle hareket etmelidir.

Korona günlerinde insan, baş döndürücü hızla gelişen sanayi devrimlerinin yarattığı teknolojiye, özellikle dijital teknolojiye giderek hapsolmanın açmazını sorgulamaya başladı. Virüsten korunmak için evlere hapsolurken, internetten sosyal medya ile kaybettiğimiz değerleri hatırladı, esprilerle bunları paylaşarak rahatlamaya çalıştı. Sevdiklerine, yakınlarına, hayvanlara, bitkilere, kısacası doğaya ne kadar yabancılaştığını gördü. İnsanların çekildiği kentlere inen yabani hayvanların özgürlüğüne gıpta etti. Komik durumlara güldü, eğlendi. Peki, bir yıl sonra bunlardan çıkardığımız ders ne? Ülkeler, toplumlar, insanlar ve insanlık düzeyinde ne gibi değerler, yapılar ve hareketler ortaya koyabildik? Korona günlerinin özü de sözü de bu soruya vereceğimiz yanıtta yatmaktadır.

Bilimsel araştırmalar gösteriyor ki gezegenimiz 2020’de antroposen çağına girdi. Yani, insan türünün ürettiği cansız varlıkların ağırlığı ilk kez doğadaki bütün canlıların ağırlığını geçmeye başladı. Kısacası, her tarafı cama betona boğarak, doğamızı araç-gereçle doldurarak oluşturduğumuz nesnelerin ağırlığı, dünyadaki insan, hayvan ve bitkilerin toplam ağırlığını geçti. Ormanlar yok edilip bitkiler azalırken, ülkemizde Hızır’ın sembolü dendiğinden Munzur’da özgürce yaşayan dağ keçilerini avlamak için bile ihale yapılırken, her gün bir hayvan türü yok edilirken, deniz kıyılarına gökdelenler dikilmeye, Kaz Dağları siyanürle zehirlenmeye devam ediliyor. Burada saymakla bitiremeyeceğim kötülüklerle doğanın dengesini sürekli bozan kâr ve çıkar düşkünü asalaklar sınıfı, ABD’den Çin’e, Afrika’dan İskandinav ülkelerine kadar dünyanın her tarafında virüslerin numaralanarak çoğalması için uygun ortamlar yaratıyor. Dünyadaki tüm güzel değerleri üreten emekçilerin, gerçek bilim ve sanat insanlarının kan emicisi olan sermaye sınıfı, onların yönettiği emperyalist-kapitalist devletler, “COVİD-19” diye kodladıkları virüsle bir yıldır gezegenimizi virüs bataklığına dönüştürdüklerinin farkında olmadığımızı varsayıyorlar. Uzunuyla kısasıyla, sarısıyla bozuyla, moruyla cüppelisiyle bu asalak sınıf adına siyaset yapanlar da korona korkusuyla insanları, dikensiz gül bahçesi gibi yöneteceklerini sanıyorlar. Bu bataklığın baş sorumlusu olan asalak sınıfın temsilcilerinden Bill Gates, eşek derisi yüzünde en ufak bir kızarma olmadan insanlığa virüsle ilgili takvim vermeye çalışıyor. Şimdi ABD’sinden Çin’ine, Almanya’sından Rusya’sına sömürgeci devletler, aşı pazarlama yarışına girmiş durumdalar. İnsanlığa ve doğaya karşı yüksek bir ahlakla kendini sorumlu hissetmesi gereken bilim insanlarının yerine, gözünü para bürümüş sözüm ona akademik unvanlı şarlatanlar, ekranlarda boy göstererek toplumların gözünü boyamaya çalışıyorlar. Bunlar, Einstein’dan zerre kadar ders almamış asalak “bilimcikler”dir. Vicdanları parayla karartılmış zavallılardır aslında. Bunu böyle bildiğimizi ve bildirdiğimizi görsünler. Bu noktada bilimselliği kanıtlanmış aşıların, parasız olarak insanlara verilmesinden yana olduğumun da altını çizmek isterim.

Gelelim koronavirüsle savaşımıza… 5 Aralık’ta eklemlerim, boynum ve başım ağrımaya başladığında, iki gün önce öksürmeye başlayan eşimden grip kaptığımı düşündüm. 6 Aralık’ta göğsüm ağrımaya başlayınca işin rengi değişti. 7 Aralık’ta eşim Sevda Hanım, koku duyusunu yitirince hemen gidip Ankara Dikmen’deki 29 Mayıs Hastanesi’nde test verdik. Benim testimi alan doktor gayet incelikli davranırken, Sevda Hanım’ın testini bir başka doktora neredeyse zorla yaptırmak durumunda kaldık. Sağlık emekçilerinin korona günlerinde canları pahasına hastaları kurtarmak için çalıştıklarını bildiğimizden, bir şikâyette bulunmadık.

8 Aralık sabahı testlerimizin pozitif çıktığı haberini telefonla aldık. Hazırlıklıydık ve kronik hastalıklarımızın olduğunu söyleyip acilen ilaç getirilmesini istedik. Bir saat sonra Favimol 200 mg ilacımız getirildi, bol su içerek bu ilaçları almamızı ve karantinaya alındığımızı söyledi görevliler. Evde, yedi yaşında kızımız Evin’le bu süreci nasıl atlatacağımızı planladık. Yatacağımız yerleri, yeme-içme ihtiyaçlarımızı nasıl karşılayacağımızı, evi ne zamanlar ve nasıl havalandıracağımızı kararlaştırdık.

Beş gün boyunca Favimol’dan söylenen miktarda sabah akşam ilacımızı aldık. Daha önce de düzenli aldığım Aspecton adlı kekikten yapılmış özlü sıvıdan, her sabah üç beş damla aç karnına dilime damlatmaya devam ettim. Aradan yarım saat geçtikten sonra, doğup büyüdüğüm Kışlak köyünün nar ekşisinden her sabah bir tatlı kaşığı içtim. Sonrasında kaliteli bir kahvaltı yaptım. Aynı özeni Sevda Hanım ve kızımız Evin de gösterdiler. Her gün, iki litre içine elma sirkesi kattığım suyla iki litre sade su tükettim. Üçümüz günde bir kilo mandalina, greyfurt yedik. Günde üç tane limon sıkıp içtik. Ayrıca, diyabet (şeker) hastası olduğum için eşimle düzenli olarak günde ikişer adet coraspirin aldık. Çünkü, koronadan ölümlerin bir nedeni de bu virüsün kanı pıhtılaştırmasıydı. Yoğurdumuzu da her zamanki gibi düzenli tükettiğimiz için belki koronayla savaşı, çetin bir mücadeleyle kazandık.

Bu virüsün kişinin genetik yapısına, bağışıklık sistemine ve direncine göre etkisinin farklılığıyla ilgili sayısız öykü dinliyoruz, okuyoruz. Bunda alınan virüsün yoğunluğu, tedaviye başlama süresi ve düzenli-nitelikli yeme-içmenim de büyük rolü var tabi. Biz, evimizi günde beş kez havalandırdık. Benim çalışma odamı daha sıkça yaptım. Evin’imiz hafta içi canlı ders aldığı için onun odasını da sıkça havalandırdık. Uyuyarak ve dinlenerek bitkin düşmemeye çalıştık.

İlacı kullandığımın üçüncü gecesini hiç unutamıyorum. Sanırım ölünceye kadar da aklımdan çıkmayacak. Mıh gibi beynime çakıldı. O gece hiç yatmadım, uyumadım desem yeridir. Oysa ben, yastığa başımı koyar koymaz derin uykuya dalan biriyim. Zaten öyle uyuyup dinlenebildiğim için gündüz ve gece yarılarına kadar rahatlıkla çalışabilmişimdir. Ama üçüncü gece gözüme uyku girmedi. Üşüme ve hafif ateşle yatağa girdim. Cildim sararmıştı. Biraz ısınınca titreme geçti, ateş de kayboldu. Ancak, boğazımda ve genzimde yanma başladı. Ağzım kurudu sürekli. Göğsümün sabaha kadar yumruklandığını, eğe (eyeği) kemiklerimin genişlediğini hissettim. O gece kaç defa lavaboya gidip ağzımı karbonatla çalkadığımı, sirkeli suyla temizlediğimi, ılık su içerek rahatladığımı sayamadım. Gün ışıdığında bitkin düşmüştüm ama yanma ve kuruma da geçmişti. Rahatlamıştım. Sanıyorum korona alçağıyla en şiddetli meydan savaşını o gece yapmıştım. Diğer günleri sırt ağrısı ve hafif terlemeyle geçirdim.

Şimdiye kadar bende koku ve tat duyu kaybı hiç olmadı. (Sevda Hanım’ın bir gün koku duyusu kaybolmuştu.) Bazı sağlıkçılar, “İlaç tedavisinden sonra duyu kaybı olabiliyor,” dediler. Onu da yaşamadım. Bunun nedeniyle yararlı mı zararlı mı olduğu konusunda uzmanların açıklamasına ihtiyacım var doğrusu.

Koronayla savaştığımız günlerde Ankara’da gökyüzü hep kapalıydı, bazen de yağışlı. Nihayet bugün güneşi gördük. Onun Hüseyin Gazi Dağı’ndan başkentin karanlığını aydınlatmasını alkışlayarak karşıladım. Çocukluk ve gençliğimde sırtımızı toprağa verip pırıl pırıl gökyüzünü izlediğimiz günler geldi aklıma. Şimdi, gezegenimizin hiçbir yerinde, derinliklerine çıplak gözle bakabileceğimiz pırıl pırıl bir gökyüzü bulmak mümkün değil herhalde. Her türlü kirlilik birbirini katlayarak ufkumuzu sarıyor. Ozon tabakası incelip buzullar erirken, “virüs insancıklar”ın yarattığı kir tabakası kalınlaşıyor. Bu koşullarda ülkemizde ve her yerde koronavirüs mermileri artık yanımıza, yöremize değil kalbimize düşüyor. Her gün bir yakınımızı, iş veya çocukluk arkadaşımızı, sağlık ve bilim emekçisini kaybetmenin acısıyla yüreğimiz burkuluyor, başımız dönüyor, sinirlerimiz tavan yapıyor. Bu koşullarda bize umut olanlar da az değil. Eşini ve çocuğunu kaybettiği halde hasta başından ayrılmayan doktorlar, bilgi kırıntılarını derleyip öğrencisine öğretmek için hafta sonları dahi canlı ders veren öğretmenler (Karantinam biter bitmez pazar günleri de ders vermeye başladım.), kitap dolu postalarımızı evimize getiren kargo emekçileri umut kaynağımız olmaya devam ediyorlar. Dünyada da umut veren çok güzel örnekler var. Birini örneklemem yeterli olur sanırım. Küba’nın Henry Reeve Tıp Tugayı’na bağlı doktorlar, İtalya’daki korona hastalarının imdatlarına gönüllüce yetiştikleri gibi bugün de eta ve lota kasırgalarından büyük yıkıma uğrayan Honduras halkına yardıma koşuyorlar. İnsanlığı ve güzelim doğamızı “virüs insancıklar”ın yok etme tehlikesinden, böylesine özveriyle, karşılık beklemeden çalışan ve üretenler kurtaracaktır. Geleceğimizi karartanlardan öcümüzü, güzel çocuklar alacaklar. Şimdiden o çocukları, tertemiz yüreklerinden öpüyorum.

Bu duygu ve düşünceyle, yüreği eşit-özgür, sağlıklı ve onurlu bir yaşamdan yana atan tüm insanlara selam ve sevgilerimi gönderiyorum. Korona günlerini de geride bırakıp güzel günlere hep birlikte merhaba demek dileğiyle…

Ankara, 18 Aralık 2020

Müslüm Kabadayı

Eğitimci-Yazar

Müslüm Kabadayı
Müslüm Kabadayı
Ömrün Altmışında | Müslüm Kabadayı 1960 restorasyonunda doğduğumda Hatay Kışlak’ta Köyümüz yurtsever kafalarla koşuyormuş aydınlığa O dönemde bırakmış babam ocak söndüren kumarı Anam derdi, senin gözlerin verdirdi ona bu kararı Elimde kitapla çobanlık yapardım, Keldağlıydı suyum Bir kamyonla ilk kez Amanoslar’ı aştığımda altıydı yaşım Ve Misis tarlalarında çalışırken pamuk çalısı kadardı boyum On birimde Düldül Dağı’ndan sızan kanımdı Sabunçayı Düziçi İlköğretmen Okulu’nda bilgi çiçeklerimi suladı On altımda öğretmenlik hakkım için çıktım boykota MC’nin sürgün okuyla fırlatıldım Çanakkale Boğazı’na Büyük kavga suları dar boğazlardan süzüldüm On sekizimde Ankara’da DTCF’ye yazıldım Yirmi ikimde “Mamak Üniversitesi” zindanına atıldım Kaybettiğimde elli yedisindeydi ayağı kesik babam İğnenin deliğinden Hindistan’ı görürdü, şekere yenildi tamam Elim iş, aklım güç tuttuğundan beri yüklerim hep ağırlaştı 12 Eylül zulmüyle ülkem kararırken, vicdanlar sağırlaştı Gölbaşı’nda başladım teknik işe yirmi beşimde, işim çizim ölçüm Yirmi altımda “Yoğunluk Sanat Kitabı”nda yer aldı ilk öyküm Yirmi yedi yaşımda atandım çok istediğim öğretmenliğe Üç ay sonra gbt’yle atıldım teknik ressamlık mesleğime Acılar ve zordan süzüldü balım, özümü bağladım hilesiz alın terime Ülkemde ilk kez gbt’yi çöpe attırdım, mahkemede bir yaz tatilinde Trabzon’da tiyatroya giderek, şeytanın bacağını kırdık öğrencilerimle O yıl sevdalandım bir Laz kızına, kar teptim saatlerce ona kavuşmak için Meydanlarda keskinleştirdim sınıf bilincimi, karanlıkla savaşmak için Polatlı Tahtaköprü’de, yeni evli küçük kardeşimizi toprakladı elektrik Gök ekinimiz biçildiğinde harlanan acımızla hepimiz şekere kesildik Sürgün yediğimde Maçka deresine, kentli ve dağlı dostlar kazandım Kuzeyhaber, Hamsi ve Kıyı’da kalemi yüreğime batırıp yazandım Hayatın uzun sokaklarında yürüdüm, mücadele estetiğinden aldım haz Otuz ikimde baba oldum, kucağıma verildiğinde çonamız İlkyaz Esmer bakışlı gözünün ışığında, hiç sönmeyecek gibi duruyordu faz Otuz üçümde yerleştik, Asi’nin meltemiyle nefeslenen Antakya’ya Burada savaş açtım, sendika başkanlığımla olağanüstü kuşatmaya Otuz beşimde İnsancıl dergisi temsilciliğiyle şahlandırdık sanatı Eski ve yeni kuşak yoldaşça buluştuk, bozuldu paranın saltanatı Akrepler, ekmek teknemde kuyruk salladılar durmadan Yüreğim daralsa da aştım engelleri, beynimi burmadan Hiç yüksünmedim, eskiyeni yıkıp ileri olanı kurmaktan Otuz sekizimde Subaşılı öğrenci cıvıltısına karıştı sesim Kırkımda eşimden vurdular yüreğime, sandım kesildi nefesim Kırılsam da sardım yaralarımı, kopmadım hiç kızımdan Ne geldiyse başıma, sınıfa sınıf savaşımındaki hızımdan Aynı yıl gördüm emperyalizmin çöplüğünü New York’ta Yedi candık, uygarlıklar beşiği Antakya’yı çoğaltmakta Anamızı verdiğimizde toprağa kırk birimdeydim bahar yeli esiyordu Doğa dışımızda yeşerirken, anasızlık testere olup içimizi kesiyordu Damar damar işleyip toprağımızı, dişe diş dirençle çevirdim çarkımı “Hatay Bibliyografyası”na ekledim “Amik’ten Amanos’a Alkım”ı Kardeşleştik “Karadeniz Karşılaştırmalı Sözlük Denemesi”yle salkımı Amik dergisinde dostlarla harmanladık, yerelle evrenselin biderini Düşünmedik hiçbir zaman, halkamızı çoğaltan emeğin giderini Kırk ikimde komşu halkla sınırları kaldırdım, Şam’a giderek Ortak damarları buldum her adımda, Arvad Adası buna bir örnek Palmira’da onurlandım, Zenobya kafa tutarken Roma’ya Basitburnu’nda selam durdum, kadim dost Cebel-i Akra’ya Kırk bin yıllık aşka kavuştum, Aşkdeniz’den çıktığımda Üçağızlı Mağara’ya Bir kurda zengin Arap dilinin eşiğini adımladım, Besime öğretmenle Beyrut ve Amman ışıklandırdı Adonis’i, yanımdaki çevirmenle Kırk üçümde ikinci kez sevdalandım, Divriğili bir kıza Bir ömür sığdırdık, sönük Ankara’da koşarken bir yaza Kırk altımda “Yoğunluk”ta dirilttim yirmi yıl önceki sanat kitabını Kırk yedimde “Suriye Günlüğü”nde sordum düşmanlıkların hesabını Kırk dokuzumda “Hataylı İki Aşık”ta verdim ozanların imgelerinden Sevdanın harını, ayrılık ve ölümün soğukluğunu dilin belinden Her dönemin devinimi, ivme kattı yürek ve beynime Yıllar sonra onun için döndüm öğrencilik kentime Pişmanlık hiçbir zaman uğramadı gergefli semtime Harlamayı sürdürdüm partide, sendika ve dergilerde üretkenlik ateşimi İlkyaz’ımızla Avrupa’dan döndüğümüzde, burada yitirdim ikinci eşimi En verimli ellili yaşlarımda, sevdalım oldu bir Kürt kızı Çatışmalı ve fışkırmalı diyalektik, oya’ladı bilincimdeki hızı Her taşa vurulduğumda bilendim, hayatı yeniden kurmaya Marifet yüklendik yürekten, başladı Bağlaç dergimiz filize durmaya Hata ve yanlıştan arınmak için başvururum kendimi sorgulamaya Arka arkaya Aşkar abimi, Mustafa canımı, Sabahat ablamı aldı ölüm Elli üçümde “Salkım Saçak Keldağ”la fışkırdı, sularından ilk öyküm Art arda sökün etti kitaplı öykülerim “Közlü Yürekler”, “Dirilten Duyunçlar” “Çölüngelini”nde küllerinden doğdu Zenobya, “Kaplan Ali”yi sevdi dağlılar Elli üçümde Taksim’de Gezi Kitaplığına bağışladım kitaplarımızı Haziran direnişinde embriyolanan Diren’imiz, doldurdu kucaklarımızı Evin’imiz ikiledi kardeşliği, Devrim Stadyumu’nda katıldı İlkyaz’ın mezuniyetine Kuşakların atardamarlarını, ben’lerinde imgeleştirsinler dilerim genişleyen evrene Gezdim, sezdim, eylemledim ve yazdım, mutluyum yaptıklarımdan Altmışımda kronikliğimle koronaya yakalanmadım, umutluyum yarından Sevda’yla yarattık “Avrupa’nın Yüzleri”ni, memnunum can dostlarımdan Ömür bu, çizik-yazık-keşkeyle değil, insanlar yeniden (t)üreterek paylaşsın Bir gün toprağa düştüğümüzde, ışıklı çocuklarımız meşalemizi taşısın…
YAZARA AİT TÜM YAZILAR
BİR YORUM YAZIN
ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.