Dolar 34,2089
Euro 37,5649
Altın 2.879,89
BİST 9.131,49
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Hatay 29 °C
Parçalı Bulutlu

Haftanın Kitabı | 2015’de Çıkan Kitap Listesi

26.01.2016
1.502
A+
A-
Haftanın Kitabı | 2015’de Çıkan Kitap Listesi

2015 de Çıkan ve En Çok Okunan Kitap Seçkileri

 

Mine Kırıkkanat’tan Politik Alegori

Gazeteciliği ve araştırma kitapları kadar edebiyatçı kimliğiyle de tanıdığımız Mine G. Kırıkkanat bütün kitaplarını Kırmızı Kedi Yayınevi çatısı altında toplamaya devam ediyor.

Kırıkkanat’ın Cihangir sokaklarından renkli manzaraları, sıcak insan ilişkilerini, kimi zaman da öfkeleri, meyhane masalarındaki sohbetleri son derece canlı ve doğal bir üslupla dile getirdiği romanı “Sinek Sarayı”nın devamı olan “Bir Gün, Gece” de raflarda yerini aldı.

Sinan ve Daryal/Nejla, “Sinek Sarayı”ndan ayrıldıktan yıllar sonra, AB özel görevlileri olarak büyük bir depremin yerle bir ettiği İstanbul’a geri dönerler. Yanlarında, Paris’te işlenen karanlık bir cinayetten kaçan Feride’yle birlikte.

İstanbul’dan geriye kalan, yıkıntılar arasındaki açıklıklarda kurulmuş çadırlar ve insan yığınlarıdır. Korku, açlık ve kara kış, viran şehirde yaşamaya mahkûm insanlarda kontrol edilemeyen bir öfkeye dönüşür. Yemek kuyruklarında, yetersiz sayıdaki çadırkentlerde patlak veren bu öfke zaman zaman çatışmalara neden olur.

Gündelik yaşamı devam ettirme çabalarıyla geçen gün yerini geceye bıraktığında kentin yeni sahipleri saklandıkları yerden çıkar: Yıkımın sorumlularından hesap sorma peşindeki çeteler, yağmacılar ve hırsızlar…

“Bir Gün, Gece”, sürükleyici bir macera ve politik bir alegori.

“Bir Gün, Gece”, Mine G. Kırıkkanat, 192 s., Kırmızı Kedi Yayınevi, 2015

&&&

Devrik Cümle Hükümsüzdür

Irmak Zileli  (irmakzileli@gmail.com)

Gönül ağrısının fiziksel acıdan daha yoğun olduğu bir ameliyatın ardından üç haftalık zorunlu yatak istirahati sırasında okudum, yıllardır okunmayı bekleyen kitabı. Yanlış zamanda yanlış kitap ve yanlış yazarmış ama bunu fark ettiğimde vazgeçmek için çok geç kalmıştım. Esther’in hikâyesini tamamlamalıydım. Sonunu bilmeme rağmen, o sona onunla birlikte gitmeliydim. Gittim. Ne de olsa “sırça fanus” dediğimiz, hemen hemen her kadının bir dönem ya da sürekli çevresini kuşatan bir hapishane. Yabancı olduğumuz bir şey değil. Ama kolaylıkla ifade edemediğimiz bir şey. Zaten kolay olsaydı, fanus olmazdı. Hele sırça, hiç olmazdı…

İşte bu yazarla böyle tanıştım. Gerçi konumuz “Sırça Fanus” değil ama  ’tan söz ederken yolumuz mecburen düşüyor ona. Çünkü “…nerede olursam olayım -bir gemi güvertesinde Paris’te bir sokak kahvesinde ya da Bangkok’ta- hep aynı sırça fanusun altında kendi ekşimiş havamda bunalıyor olacaktım,” diyen kadını görmek gerek.

Dediğim gibi, konumuz “Sırça Fanus” değil, “Johnny Panik ve Rüyaların Kutsal Kitabı” ya da “Ariel” da değil. Konumuz, “Çizimler”. Kısa süre önce Kırmızı Kedi Yayınevi’nden İlknur Özdemir çevirisiyle çıkan “Çizimler”, Sylvia Plath’ın eşi Ted Hughes’a ve annesine yazdığı birkaç mektubun, yine Plath’ın çizimleriyle harmanlandığı bir kitap.

Kitabın daha en başında, kızı Frieda Hughes’un yazdığı önsözü okur okumaz içim sıkıntıyla doluyor. Sebebi Plath’ın bütün güzelliğine, yeteneğine, duruluğuna karşın okura yansıttığı o keder değil. Tek sebep, “mektup edebiyatı”ndan hoşlanmıyor oluşum. Özdemir Asaf’ın, Ahmed Arif’in, Anton Çehov’un mektuplarını okuduğumda da aynı rahatsızlığı hissetmiştim. Bize ait değil, biz okuyalım diye yazılmış değil, edebi yönü her ne olursa olsun “bizim” değil. Herkesin bilmesini isteselerdi mektup olarak değil, şiir, öykü, anı ya da roman olarak yazarlardı gibi geliyor bana. Dolayısıyla varislerin izniyle yayınlanan her “mektup kitabı” bana biraz ihanet gibi geliyor. Öte yandan da mektuplar bize sevdiğimiz ya da sevmediğimiz edebiyatçılar hakkında çok şey anlatıyor. Kendi adıma, böyle bir ikilem yaşıyorum. “Çizimler” de bu anlamda bir istisna değil.

 Ne zaman yazdığım romanlar üzerine bir söyleşi teklifi gelse aklıma takılan bir soru olur: Ben bu metnin nesiyim? İçinizden “Bu tuhaf soru da nereden aklına geldi, neyi olacaksın, yazarısın tabii” diyor olabilirsiniz. O zaman şunu sormak zorundayım; her zaman mı?

Kuşkusuz kitabın piyasaya çıktığı o kutlu güne dek, yazar romanın tek muhatabı ve yaratıcısıdır. Peki bu ilişki kitap okurla buluştuktan sonra hiçbir değişime uğramaz mı?

Kimi yazarlar romanları yayınlandıktan sonra onu tükettiklerini hissederler; metne yabancılaşırlar. Bir ucubeymiş gibi ondan uzaklaşmak isterler. Bunun nedenleri üzerine pek çok şey söylenebilir ama bu yazı bağlamında benim düşüncem, yazarın belli bir süre sonra o metnin okuruna dönüşebilmesi için bu yabancılaşmaya ihtiyacı olduğudur. Metin-yazar ilişkisi bitirilmelidir ki, kitap piyasaya çıktığında orada yeni bir dinamik oluşsun. Bu dinamikte özne okurdur ve okur ile metin arasında yeni bir yaratım süreci başlar.

Kimsenin burnunu sokamadığı bir ilişki kurulur. Okur romanı isterse tuvalette okur, isterse masa başında; aynı şekilde romanın ne anlattığıyla ilgili istediği yorumu yapar, nasılsa elinde kırmızı kalemiyle fırsat kollayan bir yazar yoktur.

Okurun yaptığı yorumların müdahaleye kapalılığının büyük bir olanak olduğunu düşünürüm, özellikle de yazar için. Bu, metnin sahibi olmadığımı idrak etmem için ihtiyacım olan zamanı kazandırır bana.

Kimi okur, yazarın kendisinden ne beklediğini, metnini hangi saiklerle kurguladığını kavramaya çalışmaz. “Yazar burada ne demek istiyor?” yerine “Ben bu satırları okurken bir yandan da ne yazıyorum” sorusu öne geçer. Ne yalan söyleyeyim bağımsızlığını kazanmış, kendi ayakları üzerinde duran bu okur, pek çoğumuzun rüyalarını süsler.

Aslına bakarsanız metin okurla buluşana kadar eserin varlığından söz edilebilir mi bilmiyorum. Metinle mülkiyet ilişkisine girebileceğimiz yegâne aşamada da bu olanak elimizden alınmış olur böylece. Daha ortada bir eser yoktur ki yazarı olsun. Hemen enseyi karartmayalım, neyse ki eser okura iletildikten sonra kısa da olsa bir süre yazar olduğumuzu duyumsarız. Gel gör ki bu da geçicidir işte. Yazının başında söz ettiğim o yabancılaşma sayesinde hızla kurtuluruz oradan. Ama iyi ki kurtuluruz. Bu sayede “yazarlık” koltuğunu okura bırakmış oluruz.

Metin, yazarın gölgesi olmadan okunduğunda yeni olanakların kapısı açılabilir. Adam Phillips, “Kaçırdıklarımız” isimli kitabında bunu şöyle açıklıyor: “Yazarın okurdan ne istediğini saptayamamak, okurun kavrama imkânlarının tüketilmesi okuru -şayet ilgisi yeterince celp edilmişse- başka bir şey yapmaya iter.” İşte o başka şey; yazmaktır. Okur, metni sadece okumaz, onu yeniden yazar.

Peki bu sırada eserin “orjinal” yazarına ne olur? O da bir okura dönüşür ve metni okumaya başlar. Kitapçının rafında karşılaştığı, üzerinde kendi isminin yazılı olduğu kitap artık başkasınındır. Onu eline alıp cümlelerini okuduğunda bazılarını tanıyamaması bundan olabilir mi? Sık sık başımıza gelmiştir, yazar kendi kendine sorar; “Bunu ben mi yazdım?”

“Ben bu metnin nesiyim?” sorusuna yanıt ararken aklımdan geçenleri aktardım sizlere. “O metnin okuru” olduğumu düşününce soruları özgürce yanıtlayabildim. Mülkiyetin yüklerinden kurtuldum. Verasetten kurtulmuş ilişki sadece metni değil beni de özgürleştirdi.

Öteki okurlarla hiçbir hiyerarşik mesafe kalmamasına çalışarak verdim yanıtları. Romanları yazan kişi olarak kalmanın imkânsızlığı da buna eklenirse, ben artık “Eşik”in ya da “Gözlerini Kaçırma”nın yazarı sayılamam, bir yazar bile değilim aslında.

Yazar kimliğini hükümsüz kılmak bir ütopya olabilir. Ama ütopyalar güzeldir.

&&&

Kış’a Mektup

Ceyhan Usanmaz

(ceyhanusanmaz@gmail.com)

Tuncer Erdem’in karikatürleri, 1981 yılında başlıyor çeşitli mizah dergilerinde yayımlanmaya. Profesyonel olarak ilk çizimleri de o zaman “Ses” dergisinin “Atmaca” mizah ekinde çıkmış. Daha sonra “Çarşaf” ve “Gırgır” dergilerinde çalışıyor. 1985’te “Gırgır”dan ayrılıp “Limon” dergisini çıkaran ekip arasında yer almış. Çalışmaları günümüzdeki çeşitli dergilere dek uzanıyor… Büyük bir ihtimalle o efsanevi “Gırgır”-“Limon” döneminden aşinayım çizgilerine (gerçi o zamanlar çizenlerden çok çizimlerdi dikkatimi çeken, söz konusu dergilerde kimler varmış hep sonradan öğrendim). Tuncer Erdem ismiyle “adamakıllı” tanışmam ise, 2007 yılında çıkan “Denizlerimizde Rüzgâr” isimli öykü kitabıyla olmuştu. “Denizlerimizde Rüzgâr” ilk kitabı değil Tuncer Erdem’in ama benim kendisini takip etmeye başladığım ilk kitabı.

Kıyıda köşede kalmış, kalabalıklar arasında ancak ayrıntılara dikkat eden gözlerin görebileceği kahramanların, hayalperest ve “dalgacı” karakterlerin yer aldığı, kokuların etkin olduğu, bir geri dönüşümlü poşetin anlatıldığı veya cıvık diziler ile eğlence programlarının, donuk akşam haberlerinin değil de hava durumunun önemsendiği hikâyeler hemen yakalayıveriyordu okuyanı. Ama “önemli” bir eksiği de vardı; kapak resmi hariç, Tuncer Erdem’in asıl olarak çizer kimliğinden somut bir iz taşımıyordu bu öykü kitabı. “Denizlerimizde Rüzgâr”dan bir yıl sonra yayımlanan “Bozkır Kitabı”, bu eksikliğin de giderildiği bir Tuncer Erdem kitabı olarak çıktı karşımıza. Metinlere eşlik eden çizimler, kimi zaman metinlerden daha ayrıntılı hikâye anlatıyordu.

“Denizlerimizde Rüzgâr”la karşılaştırıldığında nüfuz etmenin daha güç olduğu bir kitap olarak nitelendirilebilecek “Bozkır Kitabı”, aslında aynı zamanda Tuncer Erdem üslubunun da en yoğun hissedildiği kitaplarından biri. Tuncer Erdem’in sonraki hemen her kitabında rastlayacağımız temaların çizimlerle, desenlerle, şiirlerle, kısa metinlerle bir arada bulunduğu bir anlatı kitabı. Bozkırlar, soyutlanma, ancak uzun yürüyüşlerle yapılabilecek gözlemler, karanlık dar sokaklar, ıssızlık, insan içine çıkmamayı tercih edenler, deniz kıyıları, tepeler, hep bir köşede beliriveren köpekler, kol altına sıkıştırılan şemsiyeler…

“Bozkır Kitabı”nın ardından da bir şiir-desen kitabı (“İstanbul: Zamanın Suya İzi”) ve bir albüm (“Kar, Kömür, Keder”) yayımladı Tuncer Erdem. “İstanbul” kitabında, desenlerin eşlik ettiği şiirleriyle, şehrin sokaklarına çıkmaya davet ediyordu okuru: “Şehrin sokaklarına çık ey okur, ama bir yerlere yetişme telaşı olmadan. Yaşadığın şehri dinle, seyret, ona temas et, onu tanımaya çalış. (…) Yolunu biraz uzatsa da, eski güzel merdivenlerden inerek git gideceğin yere. Yürüdüğün yolda taşların altındaki uygarlık katmanlarını bindiğin metronun yeraltında hangi eski halkların kalıntılarıyla aynı seviyede hareket ettiğini düşün. (…) Şehrin makyajlanmış tarihine değil onlara, zamanın sahici izlerine, çok geç olmadan uzun uzun bak, fotoğrafını çek ya da resmini çiz. Çünkü tarihi paraya çevirme hırsına kapılmış olanlar onları da yakında keşfedecektir.”

Sonra yeniden öykü kitapları… 2013’te çıkan “Güzel Eşya, Alelade Dünya” ile 2014’te yayımlanan “bak, gene o şey” isimli bu iki öykü kitabının Tuncer Erdem külliyatında farklı bir noktada durduklarını düşünüyorum. Yazma sürecini özellikle ön plana çıkaran, gizli anlatıcı kimliğinin ifşa edildiği ve doğrudan okura hitap eden bir üslupla kaleme alınmış bu iki kitap, “Denizlerimizde Rüzgâr” ve “Bozkır Kitabı”nın büyüsünden biraz uzak kalmışlardı. Bu nedenle, Tuncer Erdem’in, yakın bir zaman önce yayımlanan yeni romanı “Uzak Kış, Kayıp Güz”ü tedirginlikle elime aldım.

Tuncer Erdem’in önceki kitaplarında olduğu gibi yine parçalı bir yapısı var “Uzak Kış, Kayıp Güz”ün ama arka planında şu hikâye yer alıyor: Kitabın ismine atıfla söylersek, yıllar önce izini kaybettiği Güz’ü bulmak üzere yola çıkan anlatıcımızın uzaktaki Kış’a yazdığı mektupları okuyoruz. “Her şeyi bir yana bırakıp sana sadece yazlık evlerin verandalarında unutulan sandalyeleri mi yazsam diyorum. Dünyanın yol işaretlerinin, büyüleyici köşelerinin, keder dolu sığınaklarının ve kaprisli şehir rüzgârlarının etkisiyle oradan oraya savruluyorum. Sana ulaşabilecek miyim, Güz’e kavuşabilecek miyim, bilmiyorum.”

Hemen her “yol roma­nı”nda olduğu gibi, bir süre sonra yola çıkış amacı silikleşiyor ve aşılan yollar amacın kendisine dönüşüyor “Uzak Kış, Kayıp Güz”de de; tabii ki Tuncer Erdem’in olmazsa olmalarıyla. Varış yeri bilinmeyen bir yolculuk… Issız bozkırlarda, tenha yollarda, sahil kasabalarında, yeryüzünün kederli, puslu köşelerinde, “buruk çayların, kuru tostların, lüzumsuz hediyeliklerin, kötü şekerlemelerin satıldığı dinlenme tesislerinde”; doğanın görünmez güçleriyle, kedilerle, ama daha çok köpeklerle ve baykuşlarla birlikte yapılan bir yolculuk… Yine kitaptaki ifadelerle bir araya getirerek söylersek, “dünyayı uzun uzun gözlemleyen birinin elinden çıkmış” bir metin bu; “yeryüzünü keşfe çıkanların, uzun yollar kat edenlerin, keşfedilmemiş koyaklarda konaklayanların, yosun döşeklerine, midye yataklarına baş koyanların izlenimleri”…

“Güzel Eşya, Alelade Dünya” ile “bak, gene o şey” kitaplarındaki üslup farklılığının yarattığı o ilk baştaki tedirginliğin de âfâki olduğunu anlıyorum kitabı bitirdiğimde. Yine karşısındakine hitap eden bir üslupla kaleme almış Tuncer Erdem “Uzak Kış, Kayıp Güz”ü ama bunu, Kış’a yazılmış mektuplar şekline sokmuş olması, anlatının büyüsünü bozmamış.

Tuncer Erdem’in, çizgisiz bir defter kullandığını tahmin ediyorum; kimi zaman yazıyor, kimi zaman çiziyor ya da ikisini bir arada yapıyor. Şimdiye kadar çizgi-şiir, anlatı, öykü, şiir-desen, albüm kitapları yayımlamıştı; bu sefer o çizgisiz defterden çizgili bir roman çıkmış anlaşılan. Kitabın arka kapağında “Tuncer Erdem’in dünyasının derinliklerini gösteren bir ustalık belgesi” deniyor; gerçekten de öyle…

“Uzak Kış, Kayıp Güz”, Tuncer Erdem, 189 s., YKY, 2015 

&&&

Ah Mine’l Arzu!

Melisa Ceren Hasmaden  (melisahasmaden@gmail.com)

Psikanalist ve yazar Adam Phillips’in “Kaçırdıklarımız–Yaşanmamış Hayata Övgü” adlı kitabı, “kaçan balık büyük olur” temalı kapak tasarımıyla raflarda yerini aldı ve ben bu yazının başına oturduğumda ikinci baskısını yapmıştı bile. Phillips, psikanaliz merceğinden, edebiyat ve tiyatrodan seçtiği örneklerle altı kavramı analiz ediyor: “Hüsran”, “Kavrayamamak”, “Yanına Kâr Kalmak”, “Çıkıp Gitmek”, “Tatmin”, “Deli Rolü”.

Her bir kavramın önce tarihsel olarak kullanım biçimlerini ve anlamlarının değişimini ele alıyor. Böylece anlamların kendi kültürleri içindeki değişimini izleme ve tarihsel perspektife oturtma olanağı sunuyor.

Hayatımız boyunca arzularımız arasında savrulur dururuz. Pek çok seçim yaparız. Aramızda “ya her şey başka türlü olsaydı” sorusunun pençesine düşmeyenimiz var mıdır? “A bölümünde değil B bölümünde okusaydım, X şirketinin yerine Y şirketinde işe başlasaydım, E ile değil İ ile evlenseydim ya da evlenmemeyi seçseydim.” Sonsuz olasılıklar evreninde, her bir seçimimizle bu sonsuzluğu adım adım daralan bir çembere çevirdiğimizi hissederiz.

Peki, bu arzular bizi nereye götürür, nerelere savurabilir? Ele geçirilmediğinde bizi “hüsran”a sürükleyen arzu nesnesi, aynı zamanda bu hüsran yoluyla bize “tatmin”in kapısını da açıyor olabilir mi? Phillips’in tezi bu; “hem en iyi hem de en kötü hallerimizde, bizi yaratıcı ve becerikli kılan şey hüsrandır”.

Ancak tatmininin peşine düşüp kör olmuş ihtirasa düştüğümüzde bizi bekleyen tek şey hüsran değildir, trajedi tam da burada başlar: “Yaşam, insanlar öyle her istediklerini elde edemediler diye değil, arzuları kendilerine hasar vermeye başladığında, istedikleri şey katlanılmaz kayıplara yol açtığında trajedi halini alır.”

Trajedinin karanlığına sürüklenmeden bir tatmin arayışı mümkün mü? Ya da bizi bu kör arzudan kurtaracak, “özgürleştirici bir bilgi”ye sahip olabilir miyiz?

“Kaçırdıklarımız”ın en rahat okunan ancak aktarılması da bir o kadar zor olan bölümü “Kavrayamamak Üzerine” başlıklı bölüm. Yazar bu bölümde arzu nesnesiyle çetrefilli ilişkimize değiniyor. Arzumuza ulaşmak, tatmin olmak için umutsuzca onu, arzu nesnesini kavramak isteriz. Peki kavrayamamak, çocukluğumuzda dil becerimizin gelişmesinden öncesine ait belli belirsiz sezinlediğimiz bir deneyim olarak bize neler vaat etmektedir? Karşımızdakini kavrama arzumuzu bir an için kenara bırakabilirsek, “bilmenin karşılıklı deneyimleyebileceklerimizi nasıl engellediğini ve imkânsızlaştırdığını tasavvur edebiliriz” belki.

Phillips’e göre deneyimlemediklerimiz hakkında deneyimlediklerimizden daha fazla şey bildiğimizi düşünürüz. Seçimlerimiz sırasında vazgeçtiklerimiz, arzulayıp da erişemediklerimiz, mahrum kaldıklarımız yaşamımızın deneyimlenmeyenler hanesine yazılırlar. Tüm bu hanede toplanan “kaçırdıklarımız” ya da bazı deneyimleri yaşamama tecrübesine taktığımız ad “hüsran”dır. Kavrayamama durumundaki kişi de yaşanan durumu, bir espriyi, bir metnin bildirisini anlamayan, kaçıran ya da deneyimleyemeyen durumundadır. Bu hal kavrayamayan kişiyi diğerlerinden ayırır. Oysa insanın arzusu bilmek, kavramak, diğerlerine katılmaktan yanadır. Öyleyse “kavrayamamak” da bizi bir “hüsran”a sürükleyecektir ve bu durumda “kavrayamamak” bize başka türlü bir tatmin olanağı sunmaktadır.

Kuralları ve yasaları dilediğince çiğneme ve hiçbir bedel ödemeden işin içinden sıyrılma meselesinin ele alındığı bölüm “Yanına Kâr Kalmak” başlığını taşıyor. Philips, 19. yüzyıl sonlarında ortaya çıkan ve kapitalizmin taşıyıcı ayaklarından biri olan “kâr”a yaslanan bu kavram üzerinden 20. yüzyıl ahlakını sorguluyor. Öte yandan yanına kâr kalmak durumundan, kuralları hiç bir bedel ödemeksizin ihlal edebilmekten bireyin nasıl ve neden haz duyduğunu açıklıyor.

Son bölüm olan “Deli Rolü Üzerine” de ise birbirinden bağımsız ele alınmış gibi görünen ancak örümcek ağı gibi dolambaçlı ve incecik bağlarla birbirine bağlanan tüm bu kavramları bir araya topluyor yazar. “Delilik ve deliymiş gibi davranmak bariz biçimde hüsranla, kavrayamamakla, yanına kâr kalmakla ve tatminle ilintilidir” diyor, “Yaşamış olabileceğimiz hayatları düşününce, kaçırdığımıza şükrettiğimiz pek çok hayatın yanı sıra, bundan o kadar da emin olmadığımız bir dolu hayat, kendimizin bir dolu versiyonu vardır. ‘Deli Rolü’ başka şeylerin yanı sıra, her zaman yapmayı başardığımız bu ayrım hakkındadır.”

“Kaçırdıklarımız” okurunu da hüsranın, kavrayamamanın ve tatminin sınırlarında dolaştırıyor. Bölümler arası bağlar açıktan dile dökülmektense okurun sezgisine bırakılıyor. Metin, bütünlüklü bir yapı, tüm cevapların açıkça göründüğü bir anlatım arayan okura, bilgiye sahip olamama hüsranını incelikle yaşatırken, kavrayamamanın hazzını da tattırıyor.

Uzmanlığı psikanalizin yanı sıra edebiyatla da yakından ilgili olan Phillips, “Kaçırdıklarımız”da temel insani duygu ve deneyimlerden bazılarını psikanaliz merceğinin altına alırken, örneklerini edebiyat ve tiyatrodan seçerek psikanalitik bir edebiyat incelemesi lezzeti de sunuyor. Kral Lear, Otello, Macbeth gibi Shakespeare’in en gözde eserlerinin karakterlerinin, kitabın ele aldığı temel kavramları bağlamında analiz ediyor.

Psikanalizi insanların kendilerini daha iyi hissetmelerini sağlayan bir hikâye ya da bir hikâye anlatma tarzı olarak gören Phillips’in çalışmalarının genel özelliği okurlarına hikâyelerini anlatmak ya da etrafına örmek için farklı bakış açıları sunması. Bunu yaparken de küçük gibi görünen, ama her biri kendi başına son derece önemli, bir araya geldiğindeyse gerçek bir hikâye oluşturan kavramlar dizgesine odaklanması. Eğer yaşamımızın her gün yeniden kurguladığımız bir hikâye olduğuna inanlardansınız, Phillips’in çalışmaları size bu yolda iyi bir rehber olacaktır.

“Kaçırdıklarımız”, Adam Phillips, Çev.: Selin Siral, 168 s., Metis Kitap, 2015

&&&

 

  • “İnsanı İnsan Yapan, Olumsuz Duygulardır”
    Acar Baltaş’la Söyleşi: Şakir Altıntaş, Fotoğraf: Sevgi Can
    &&&
  • Dünyanın En Yalnız Çaydanlığı
    Ayşe Başcı (aysebasci@hotmail.com)

    Gönül ağrısının fiziksel acıdan daha yoğun olduğu bir ameliyatın ardından üç haftalık zorunlu yatak istirahati sırasında okudum, yıllardır okunmayı bekleyen kitabı. Yanlış zamanda yanlış kitap ve yanlış yazarmış ama bunu fark ettiğimde vazgeçmek için çok geç kalmıştım. Esther’in hikâyesini tamamlamalıydım. Sonunu bilmeme rağmen, o sona onunla birlikte gitmeliydim. Gittim. Ne de olsa “sırça fanus” dediğimiz, hemen hemen her kadının bir dönem ya da sürekli çevresini kuşatan bir hapishane. Yabancı olduğumuz bir şey değil. Ama kolaylıkla ifade edemediğimiz bir şey. Zaten kolay olsaydı, fanus olmazdı. Hele sırça, hiç olmazdı…

    İşte bu yazarla böyle tanıştım. Gerçi konumuz “Sırça Fanus” değil ama  ’tan söz ederken yolumuz mecburen düşüyor ona. Çünkü “…nerede olursam olayım -bir gemi güvertesinde Paris’te bir sokak kahvesinde ya da Bangkok’ta- hep aynı sırça fanusun altında kendi ekşimiş havamda bunalıyor olacaktım,” diyen kadını görmek gerek.

    Dediğim gibi, konumuz “Sırça Fanus” değil, “Johnny Panik ve Rüyaların Kutsal Kitabı” ya da “Ariel” da değil. Konumuz, “Çizimler”. Kısa süre önce Kırmızı Kedi Yayınevi’nden İlknur Özdemir çevirisiyle çıkan “Çizimler”, Sylvia Plath’ın eşi Ted Hughes’a ve annesine yazdığı birkaç mektubun, yine Plath’ın çizimleriyle harmanlandığı bir kitap.

    Kitabın daha en başında, kızı Frieda Hughes’un yazdığı önsözü okur okumaz içim sıkıntıyla doluyor. Sebebi Plath’ın bütün güzelliğine, yeteneğine, duruluğuna karşın okura yansıttığı o keder değil. Tek sebep, “mektup edebiyatı”ndan hoşlanmıyor oluşum. Özdemir Asaf’ın, Ahmed Arif’in, Anton Çehov’un mektuplarını okuduğumda da aynı rahatsızlığı hissetmiştim. Bize ait değil, biz okuyalım diye yazılmış değil, edebi yönü her ne olursa olsun “bizim” değil. Herkesin bilmesini isteselerdi mektup olarak değil, şiir, öykü, anı ya da roman olarak yazarlardı gibi geliyor bana. Dolayısıyla varislerin izniyle yayınlanan her “mektup kitabı” bana biraz ihanet gibi geliyor. Öte yandan da mektuplar bize sevdiğimiz ya da sevmediğimiz edebiyatçılar hakkında çok şey anlatıyor. Kendi adıma, böyle bir ikilem yaşıyorum. “Çizimler” de bu anlamda bir istisna değil.

    Ama “Çizimler”i farklı kılan, Sylvia Plath’ın pek bilinmeyen bir yönünü, resim tutkusunu göstermesi. Hatta buna bir “çizim kitabı” demek yanlış olmaz. Frieda Hughes’un önsözde belirttiğine göre, Plath resim çizerken kendini mutlu hissediyor, yazmak için de resimlerden ilham alıyormuş.

    İngiltere’de Aşk, İlham, Yalnızlık

    Üç bölümde hazırlanan kitap, Sylvia Plath’ın İngiltere’de yaşadığı döneme ait çizimlerle başlıyor. Bölümün başında, Plath’ın büyük aşkı (kimilerine göre ise “felaketi”) Ted Hughes’a yazdığı mektup yer alıyor. Tarih 7 Ekim 1956. Plath ve Hughes gizlice evlenmişler, Plath’ın bursunu kaybetmesinden korktukları için durumu açıklayamıyorlar ve İngiltere’nin iki ayrı noktasında bulunuyorlar. Plath bu mektubu yazarken 25. yaşını kutlamak üzere gün sayıyor. Okulundaki kızları “genç” olarak nitelendiriyor. Onlar kiliseye giderken o “ateist kahvesini” içip “varoluşçu yumurtasını” yiyor. Ve ardından, dünyada geçirdiği çeyrek yüzyılın “çöp” olduğunu, Ted’in “varlığıyla kutsanmış üç çeyrek yüzyıl daha” istediğini yazıyor. Daha sonra da çizim maceralarını anlatıyor. İnekler, şemsiyeler, şarap şişeleri, ot sapları…

    Mektubun hemen arkasında da bahsettiği çizimler yer alıyor. Bir şey var bu çizimlerde. Ne olduğunu tam olarak anlatmak zor belki de. Bir atkestanesi var örneğin. İnce ince işlenmiş. Kabuğu kırık. Sadece içindeki kestane değil, kabuğun içi de görünüyor. Resme bakınca insan bu atkestanesini parçalanmadan önceki haliyle de görebiliyor âdeta. Hem bütün, hem parça parça; hem güçlü, hem savunmasız… Plath, tam da mektubunda yazdığı gibi, “…bir kum tanesinde Sonsuzluğu görmeye devam” ediyor.

    Ve bir çaydanlık. Ne bir ocağın üstünde ne de sobanın. Öylece, havada asılı duran bir çaydanlık. Dumanı tütmüyor. Sapı yukarıda. Sanki birinin alıp doldurmasını bekler gibi. Hazır gibi. Fazlasıyla yalnız bir çaydanlık. Sapının iç tarafında SP yazıyor.

    Kestane, çaydanlık, şemsiye, soba, çiçek… Bu imgeler aslında Plath’ın şiirinde de görülüyor. Yusuf Eradam, yaklaşık üç yıl süren bir çabayla hazırladığı “Sylvia: Ben’den Önce Tufan” kitabında (Kırmızı Kedi Yayınevi, 2014) şunları söylüyor: “Şiirleri tek tek ele alındığında bir ayna, bir çiçek, bir at, bir sevgili, çocukları, babası hakkında gibi görünür. Oysa bir bütünlüğe sahip tek bir şiir gibi yorumlandığında hemen hemen bütün sanatçılarda gördüğümüzden daha farklı bir resim değildir. Plath’ın şiirinin resmi: Sanatçının evrendeki konumunu, yerini, anlamını, işlev ve amacını belirleyip, saptama gereğinden kaynaklanan bir iç sorgulama, acımasız bir engizisyon, gerçek Sylvia Plath’ın arayışıdır. İnsanın kendini tanımlayıp, olumlamasıdır.” (s. 57)

    Bu yüzden midir atkestanesinin içindeki damarların görünmesi? Bu arayışın bir sonucu mudur yapayalnız çaydanlık? Ya da kapalı duran şemsiye?

     

    Sağlıksız Bir Hayranlık

    “Çizimler”in ikinci bölümü Paris’e ayrılmış. Ted Hughes ile çıktığı balayından bu kez annesine mektup yazmış Sylvia. “Sivvy” imzalı kısa bir mektup. Sağlıksız bir aşkın elinden çıktığı belli. Kısacık yazının beş yerinde “Ted” ismi geçiyor. İnsanı biraz ürkütüyor. Annesi de ürkmüş müdür okuyunca? Belki de ben oyunun finalini bildiğim için kuruntu yapıyorumdur. Belki de annesi çok memnundur kızının bu kadar delice âşık olmasından, kendi varlığını Ted’e bağlamasından…

    Burada uzunca bir parantez açalım. Çünkü Yusuf Eradam, Slyvia’nın sadece Ted Hughes’a değil, erkeklere bakışını da yansıtan bir bilgi veriyor: Ted Hughes’un “The Hawk in the Rain” adlı şiir kitabının yayımlanması üzerine annesine şöyle yazmış Sivvy: “Yayımlanan kendi kitabım olsa daha mutlu olmazdım. … Önce onun kitabı yayımlandığı için öyle mutluyum ki. Benim kitabım da yayına kabul edildiği zaman her şey daha kolay olacak. Yale dizisinden olmazsa, başka bir yer olabilir. O zaman, Ted’in benden önde olduğunu bildiğimden, daha çok sevinirim.”

    Dahası, anne Aurelia Schober bu mektuba bir dipnot ekleyerek Sylvia’nın kocasının “üstünlüğüne” olan sarsılmaz inancından söz etmiş. Bir de anekdot var Sylvia’nın günlüğünde. Ortaokulda sözcükleri harflere ayırma yarışmasında bir erkek öğrencinin ardından ikinci olan Sivvy, “Don’un kazandığına çok memnun oldum. Bir oğlanın birinci olması her zaman daha iyidir,” diye yazmış. Eradam’ın yorumuyla, “Görüldüğü gibi Sylvia, erkeklerin başarıda onu sallamalarını rasyonalize etmeyi çok küçük yaşta öğrenmiş.”

    Ama sonraki yıllarda bu bakış açısı değişecek, yaşanan hayal kırıklıklarının ardından Plath adeta kadın haklarını savunan bir peygamber olarak yorumlanacaktır. Oysa Eradam’ın dediği gibi, “Plath politik amaçlarla yazmamıştır. Onun çığlığı tüm kadınlar adına atılmış bir çığlık değil, kendi kimliğini haykırma gereğinden kaynaklanan bir çığlıktır. Bu nedenle son şiirlerinde görsel öğelerden çok sessel/duyusal öğeler ağırlık kazanır.” (s. 101)

    Çocukluktan gelen bu kadın-erkek yaklaşımına yeterince öfkelenip üzüldük mü? O halde parantezi kapatalım ve “Çizimler”e dönelim.

    Plath’ın Paris’teki çizim macerası ağırlıklı olarak sokak resimlerinden oluşuyor. Binalar, insanlar, damlar, kediler… Zarifçe işlenmiş, mutluluğu çağrıştıran çizimler…

    Ve ardından İspanya günleri geliyor. Balayı devam ediyor. Sylvia mutlu (olabildiğince belki de). Annesine yine çizimlerinden söz ediyor, “Ted’in beni ne kadar yaratıcı yaptığını göster ona!” diyor. Ve ekliyor: “Onunla birlikteyken mükemmel yazıyorum, düşünüyorum ve çalışıyorum; ondan uzaktayken ikiye bölünüyorum, sadece acılara katlanarak, kısa sürelerle yazabiliyorum.”

    Ve sandallar, meyveler, evler, sokaklar, sarmaşıkların dolanmaya çalıştığı çatlak duvarlar…

     

    “Ben”ler Çatışınca

    Son olarak da Sylvia Plath’ın günlüğünden bir sayfa. 21 Ağustos 1957, Çarşamba. Basık bir günde yazılmış, karanlık bir yazı. Kısa kısa notlar. Yengeçlerin hareketlerini anlatan uzunca bir paragraf. Bir hikâye taslağı. Yine çizimler. Ve son.

    Plath’ın ABD’deki günlerini yansıtan bu bölüm, yine doğrudan Yusuf Eradam’a başvurmamızı gerektiriyor belki de. Çünkü keder ve yalnızlık ile yaşam coşkusunu bir arada barındırmaya çalışan bir ruhun içinde sıkışıp kaldığı mengeneyi, intihara meyl etmiş bir genç kadının “dışarısı” ile “içerisi” arasındaki ikilemlerini görmek, Sylvia’nın yalnızlığını anlamak açısından önemli. “Bir yanı kalmak isterken öteki yanının sürekli aşkın olanı, tanrısallığı ya da kusursuzluğu ve yeniden doğuşu istemesinden doğan savaşımda yenik düştü. Beden, içinde barındırdıklarını dışarı atmak zorundaydı. Bunu da kendini ortadan kaldırmak yoluyla becerebilirdi. Çünkü içinde barındırmaya, bir araya getirmeye çalıştığı tüm ben (I) bir türlü bütünselliğini gerçekleştiremiyordu.” (s. 29)

    Belki de Plath’ın “Channel Crossing” şiiri bu bütünleşme/bütünleştirme çabasının ilk adımlarının bir ürünüydü:

    Ve başka insanların kentlerine, sokaklarına evlerine/Doğru yelken açarız, heykeller selamlar/Barışta, savaşta oynanan yürekli oyunları; tehlikeler/Son bulur: yeşil sahiller belirir; sonra yeni isimlerimizi,/Bavullarımızı beğeniriz, rıhtımlar dur der güdük destanlarımıza/Borcumuz biter varışlarda; güvertede yürürüz yabancılar yanımızda.

    Gidecek Yer Kalmayınca

    Sylvia Plath’ın geride iki küçük çocuk, yığın yığın hayal kırıklığı, uzun süreli ve zorlu bir savaşım bırakarak intihar etmesi, hem “lanetli tanrıça” olarak anılmasına hem de yüzeysel bir bakışla “göklere çıkarılmasına” neden oldu. Oysa Eradam’a göre, “Kendisini ve dış dünyayı, onu sürekli olarak daha karanlık kutulara hapsettiğine inanmasına yol açan bir sorgulama sonucunda terk etmek ‘istemesi’ aslında başka çıkar yol kalmadığındandır, yalnızlıktandır, tanımı yapılmayan bir ‘gerçek sevgi’ arayışının düş kırıklığıyla sonuçlanmasıdır.” (s. 27)

     

    Bu satırları okuduktan sonra çizimlere dönüp tekrar bakıyorum. Sokaklar dışında, hiçbir objede coşku göremiyorum. Zaten Plath’ın kendisi de söylemiyor mu bunu: “Şu var, yalnız olmayı kesinlikle yeğliyorum; zehirden kaçar gibi kaçıyorum insanlardan; istemiyorum onları; masadaki yeni kızların bitmek bilmeyen sorularını dinliyor ve yanıtlıyorum; insanları ve olayları anlatarak onları eğlendirdiğimi, güldürdüğümü görüyorum ve kendimi ele vermeden, bir makine gibi, neredeyse hiçbir şey hissetmeden, yine de akıl sağlığı yerinde biri gibi davranarak hareket edebilmem şaşırtıyor beni.”

    Bu cümleyi tekrar tekrar okurken, hem bütün hem de parça parça olan atkestanesini ve dünyanın en yalnız çaydanlığını düşünmeden edemiyorum… Düşündükçe de Eradam’a hak veriyorum: “Kara gölgenden sıkıldım. Seninle olmak sürekli ölüm. Bu yüzden seni terk ediyorum Sivvy, yapacak işlerim var.”

    Plath’ın üzerindeki etiketler

    Nasıl ki Türk edebiyatında Nilgün Marmara ya da Tezer Özlü için “hüzünlü prenses, mutsuzluğun şairi, keder kraliçesi” ve benzeri pek çok etiket üretildiyse, Slyvia Plath da gerek yaşamı ve ölümünden gerekse şiirlerinden yola çıkan, yaftalamacı, kategorileştirici, hatta ilahlaştırıcı çeşitli tanımlarla anıldı bugüne dek. Herhangi bir edebi türe ayrıştırılmak gibi bir isteği olmayan şair, “gizdökümcü” kategorisine sokuldu ve bu şekilde benimsendi. Fakat Yusuf Eradam, bu yaklaşıma itiraz ediyor.

    “…bu basmakalıp sözler daha çok mektuplarına, günlüklerine ve biyografisine dayanmaktadır, şiirlerine değil. Oysa Plath’ı anlamak için sözcüklerinin, yarattıklarının anlamı, dilin somut sessel ve imgesel düzeni içinde yarattığı yan anlamları, duygu ve düşünceleri ve bunların sunulduğu kalıp ve biçimleri iyi kavramak gerekmektedir. Nasıl bir şiirin müziği, tartımı sözcüklerin sesleri ile anlamları arasındaki uyumdan, ilişkiden ortaya çıkarsa, Plath’ın yapıtları bir bütün olarak, tek bir şiir gibi anlamları ile okuyucuda bıraktıkları ses arasında bir yerde güzel, güzel olduğu kadar da rahatsız edici, ama defalarca okuma gereksinimi uyandıran bir tını bırakır. Ölümüne dek bu müziği kendi de duymuş şair için şiir yazma bir direniş mekanizmasıydı, en güçlü silahıydı.”

  • “Bu Romanda Kendimi Özgür Bıraktım” Aslı E. Perker’le Söyleşi: Selnur Aysever

    Aslı E. Perker’in yeni romanı “Bana Yardım Et”, Everest Yayınları’ndan çıktı. Bembeyaz bir kapak, üzerinde simsiyah yazılmış roman adı. Ying Yang’ı anımsadım. Bana hangi karşıtlıkları anlatacaktı Aslı E. Perker? Kitabın ismiyle ya da kapak tasarımıyla okuru kendine çekmek gibi çok özel bir çabaya girmediğini düşündüm. Belli ki, kurgusuyla etkilemek istiyordu okuru. Yanılmadım. Beklenmedik son ama beklendik bir sorgulamaya maruz kalmıştım. Aile ilişkilerinden toplumsal kurallara, yazarlık ritüellerinden az gelişmişliğe uzanan bir yolculuğa çıktım.

    Selnur Aysever: İlk sorumu yazar ve roman ilişkisi üzerine sormak isterim. Bir romanda yazar ne kadar vardır?

    Aslı E. Perker: Zannederim romanına göre değişir. Yazarın o romanı yazarkenki ruh haline göre de. Ben, “Bana Yardım Et”te her zamankinden daha çok buldum kendimi romanın içinde. Baş kahraman Aslı ile bir yazar olarak bağ kurmam kaçınılmaz oldu. En başından işini başka seçmeliydim belki, o zaman aramıza bir mesafe koyabilirdim, ama işte bazen yazarken kontrolü kaybedebiliyorum. Karakterler eserin içinde at koşturabiliyorlar. Tabii bunun yanında eklemem lazım, kurgudaki hiçbir olayı başıma geldiği için yazmadım.

    Selnur Aysever: Yakın çevrenize roman sonrası hepsinin bir kurgu olduğunu anımsatmak zorunda kalıyor musunuz? Yazar üzerinde bir “mahalle baskısı” var mıdır sizce?

    Aslı E. Perker: Olmaz mı! En başta annem sürekli her yazdığımın benimle alakalı olduğunu düşünüp sorguluyor. Ben ne yaşamışım, nerede acı çekmişim? Bir türlü anlatamıyorum, bu karakterler ben değilim, merak etme, benim dünyam aydınlık, güneşli. Bu yüzden misal, çok istememe rağmen bir türlü anne-kız eksenli bir roman yazamıyorum. Bizim ilişkimizi sorguladığımı zannedecek, gönül koyacak. Sadece o değil, etraftakiler de öyle zannedecek, bu sefer bize değişik gözlerle bakmaya başlayacak. Bu yüzden yaşlılık yıllarıma sakladığım konular var.

    Selnur Aysever: “Bana Yardım Et” isimli romanınızda anlatıcıyı bir tanrı yazar olarak gördüm. Bu yöntemi seçme nedeniniz nedir?

    Aslı E. Perker: Ben ilk üç romanımda kendi dilimi, tarzımı hep geride tuttum. Kurguya ağırlık verdim, “genç” bir yazar olarak usturuplu davranmaya çok özen gösterdim. Kontrolü elden bırakmadım. Öyle ki bazen yazdığım bir söz hiç bana ait olmamasına rağmen, edebi olarak oraya yakıştığı için söyledim. “Bana Yardım Et”te ise kendimi özgür bıraktım. Sözlerin benden taşmasına karşı koymadım, bu sefer ben tarzı değil, tarz beni esir aldı. Dolayısıyla şahsen bir yöntem seçtiğimi söyleyemeyeceğim. Yöntem ki o her ne ise, beni seçti.

    Selnur Aysever: Genç yazar tanımını açabilir misiniz?

    Aslı E. Perker: Genç yazar benim değil, benimle ilgili bugüne kadar makale yazanların seçtiği bir terim. Neye göre bilmiyorum ama birileri genç yazar olarak tanımlanıyor ve öyle kalıyor. Evet doğru, ilk romanım çıktığında 30 yaşındaydım, gençtim. İşin doğrusu üçüncü romanım itibariyle genç tanımından sıkılmıştım. Benim genç kelimesini tırnak içinde kullanmama gelince, oradaki genç kelimesini “taze” ile değiştirmeyi yeğlerim. İlk üç romanımda halen kendimi yeni başlamış ve iddialı olamayacak biri gibi hissediyordum. Hâlâ iddialı olduğumu söyleyemeyeceğim, fakat en azından artık kendi üslubumu kullanabilecek özgüvene sahibim. Bendeki his hep şuydu, sanki ben roman yazıyorum ve birileri bana iyilik olsun diye bunları basıyor. Oysa bunun böyle olmadığını, 14 yaşında verdiğim yazar olma kararına ulaşmak için yıllardır adım adım yürüdüğümü biliyorum. Kimseden özel bir yardım almadığımı da. Neyse ki bu histen kurtulmayı başardım sonunda. Ama kendimi hâlâ yetersiz hissettiğim anlar var. Belki de her yazarın hissi budur da söylemiyordur. Bazen gece uyumadan önce kendi kendime düşünüyorum, yok olmayacak bu iş, boşver, bırak artık. Sonra her seferinde mucizevi bir şekilde aynı şey oluyor. Ertesi gün bir okurdan bir e-mail geliyor, iyi şeyler söylüyor. Ve diyorum ki yola devam Aslı. Kendinle didiş ama devrilme.

    Selnur Aysever: Kimi yazarlar, kitapları basıldıktan sonra, bir yabancılaşma hissettiklerini söyler. Siz ne hissediyorsunuz?

    Aslı E. Perker: Ben kitabı bitirdiğim anda yabancılaşıyorum. Basılana kadar araya zaman giriyor zaten, iyice kopuyorum. Çoğunlukla da bir yenisi üzerine çalışmaya başlamış oluyorum. Dolayısıyla kitap çıktığında ne yazmıştım ben diye durup düşünmek zorunda kalıyorum. Unuttuğum oluyor. Röportajlarda zorlandığım oluyor. Şu karakter şunu demiş diyorlar, öyle mi diyorum, ben hatırlamıyorum.

    Selnur Aysever: “Her şey yazar olmaktan daha iyi geliyor ona. Bu yaratıcılık denen şey ne menen bir şey bilmiyor. Yaratıcı mı değil mi bilmiyor. Eleştirilmekten ölesiye korkuyor. Bir kitap yazdıktan, hele ki basıldıktan sonra sırra kadem basmak istiyor,” demişsiniz 13. sayfada. Siz de bir yazar olarak böyle mi hissediyorsunuz ya da romandaki Aslı neden böyle hissediyor?

    Aslı E. Perker: Romandaki Aslı ile aynı hisleri paylaşıyoruz. Bana birileri gelip de ben hayatta böyle roman yazamam, böyle bir dünya kuramam dediğinde gerçekten anlamayarak, söylenenleri soyut bir kavram olarak dinliyorum.

    Ne demek yapamam, ne demek kuramam? Bana herkes yazabilir gibi geliyor. Yaratıcılık nedir, kim ne kadar yaratıcıdır edebiyatta bence çok net cevapları olan sorular değil.

    Selnur Aysever: Kararı okura bırakmayı tercih ettiğinizi düşündüm, sizi dinlerken…

    Aslı E. Perker: Birinin çok yaratıcı bulduğunu bir diğeri bulmayabilir. Bir örnek vereyim. En son Elena Ferrante’nin “My Brilliant Friend”ini okudum. Almadan önce çok satmasını önemsemedim, hakkında yayımlanmış eleştirileri okudum. The New Yorker –ki eleştirmenleri çok zor beğenir– eseri yere göğe koyamıyordu. Evet ben de çok beğendim, çok akıcı yazılmış, çok güzel karakterler oluşturulmuş. Fakat dahiyane bir fikir mi? Bana göre değil. Peki bunu olumlu ya da olumsuz temel alabilir miyiz kitapla ilgili? Asla. Ne ben ne de bir başkası otorite sayılabilir. Ama kitabı okurken çok keyif aldım, devamı olan romanı da hemen aldım, okumaya başladım bile.

    Selnur Aysever: Kitapların satışı için pazarlama araçlarının kullanılması kaçınılmaz. Siz yazmak ve satmak arasındaki ilişkiye nasıl bakıyorsunuz?

    Aslı E. Perker: Sadece yazmak istiyorum, satmakla uğraşmak istemiyorum. Amacım bir şeyi satmak olsaydı bakkal olurdum. Ama yayınevinin kullandığı yöntemlere de karşı çıkacak değilim. Elbette eser okura mümkün olduğunca çok ulaşsın istiyorum. Hayatı akışına bıraktım, artık kaderimde ne varsa. Bugün bir arkadaşım söyledi, çok beğendim: Önce niyet, sonra çaba, sonrası ilahi dokunuş. Beylik bir laf gibi ama en azından benim durumumda çok doğru.

    Selnur Aysever: “Aslı tanıdığı kedi sevmeyen belki tek yazar. Bunu da söylemeye hep utanıyor. Yazar kedi sevecek gibi bir kural var neredeyse. Entelektüel misin, kedi seveceksin,” diye bir cümle var romanınızda. Kediyi bir sembol olarak alsam, sizin romanınız açısından kedi neyi simgeliyor?

    Aslı E. Perker: Değişimi.

    Selnur Aysever: Kimi okurlar için yazarla tanışmak düş kırıklığı olabiliyor. Okur gözünden, yazara atfedilen bir kusursuzluk söz konusu olabilir mi? Yazar ve okur ilişkisine dair de görüşlerinizi alabilir miyim?

    Aslı E. Perker: Kendi okurumla yakın bir ilişkim olduğunu söyleyebilirim. Yıllardır e-mailleştiğim, mesajlaştığım okurlarım var. Bugüne kadar tanıştığım kimseyi hayal kırıklığına uğrattığımı sanmıyorum. Bunun sebebi de hayatımda inandığım en önemli değerlerin samimiyet ve şeffaflık olması. Ne düşünüyorsam onu söylüyorum, nasıl hissediyorsam öyle davranıyorum.

    Selnur Aysever: “Bana Yardım Et” fantastik roman tadında. Baştan itibaren böyle mi kurguladınız yoksa yazdıkça mı gelişti?

    Aslı E. Perker: “Bana Yardım Et”i kurgulamaya başladıktan bir ay sonra hamile olduğumu öğrendim. Benim için çok zor bir dokuz ay oldu. Dörtte üçünü evde, oturarak ve hatta yatarak geçirdim. O süreçte bütün detaylarına, diyaloglara kadar notlar aldım. Eski usul, çizgili bir deftere. Kızımı doğurduktan sonra da yazdım. Bütün kurgunun hazır olması iyi oldu, çünkü lohusalık döneminde ruhsal olarak asla bu konuyu yazabilecek durumda değildim.

    Selnur Aysever: İnce bir işçilik var öyleyse… Hiç şaşırtıcı bir gelişme olmadı mı?

    Aslı E. Perker: İşin şaşırtıcı kısmı sonradan oldu. Yazdıklarımın bazıları, bazı cümleler sonradan kendi hayatımda kullanabileceğim hale geldi. Detay veremeyeceğim, özel hayata girer. Ama meğer yazarken bazı şeyler başıma geliyormuş da ben farkında değilmişim.

    Selnur Aysever: Ursula bir diğer roman kahramanı. Aslı’yı “gerçekliğini kaybetmekle” suçluyor. Bu sorgulamayla, okurun da bir sorgulama içine girmesini mi istediniz?

    Aslı E. Perker: Kesinlikle. Ben yazarken şüpheye düştüm, umuyorum okur da düşmüştür.

    Selnur Aysever: Çocukluğunuzdan itibaren farklı şehirlerde hatta ülkelerde yaşamış olmanız yazarlığınızı nasıl etkiledi?

    Aslı E. Perker: Yazarlığımı nasıl etkiledi emin değilim ama okurluğumu ve hayattaki duruşumu çok iyi yönde etkiledi. O kadar çok yanlız başıma zaman geçirmek zorunda kaldım ki, okumanın zevkine vardım. Ve o kadar çok kültürden insan tanıdım ki önyargıdan sıyrıldım. Umuyorum bu kazandığım iki değere ömür boyu sahip çıkabilirim.

    Selnur Aysever: Okurun önyargılarını fark etmesi için bir yol açıyorsunuz romanınızda. Söz ettiğim, engelli bir diğer roman kahramanının, Aslı ile tutkulu aşkı. “Hiç böyle düşünmemiştim” duygusunu mu yaratmak istediniz?

    Aslı E. Perker: Kendim de hiç böyle düşünmemiştim! Engelli biri ile sevgili olmanın nasıl bir şey olacağını yazdıkça düşündüm, düşündükçe anladım.

    Selnur Aysever: Romanınızda “Yazar takımı ne zaman bu kadar steril oldu” diye bir cümle geçiyor. Yazarların toplumsal konularda nasıl konumlanmaları gerektiğini düşünüyorsunuz?

    Aslı E. Perker: Gereklilik kelimesini kullanmayı tercih etmem. Kim nasıl isterse öyle yapar. Edebiyatçının zorunlu bir rolü olduğunu düşünmüyorum. Ben yazmayı okumanın bir uzantısı olarak görüyorum. Ama bir yandan da toplumsal olaylara duyarlı olmamak nasıl bir insana özgüdür? Kimdir o insan? Namık Kemal 1872 yılında İbret Dergisi’nde yazdığı bir yazısında demiş ki: “Cemiyet içindeki her ev bir evin içindeki odalar gibidir. İnsan hiç nefret ve kavga olan evde huzur bulabilir mi? Mutluluk mümkün olabilir mi?”

    Selnur Aysever: Yine romanınızdan bir alıntı yapacağım: “Kimin ne kadar iyi yazar olduğunu tarih yargılayacak, biz değil” diyor Aslı. Bir yazarın iyi olmasının ölçütü nedir sizce? Siz Aslı E. Perker olarak kendinize hangi durumda “iyi yazar” denmesini tercih edersiniz?

    Aslı E. Perker: Ben bugün iyi yazar denmesini tercih ederim. Bundan yüz yıl sonrasının insanını eğitmek yahut ona bir fikir bırakmak gibi bir misyonum yok. Ben okur olarak bazen bütün bir kitaptan sadece bir cümle çıkartır, onu bir yere not ederim. Bir yazar olarak bana da aynısının yapılması bana yeter.

    Selnur Aysever: Roman kahramanı Aslı, Orhan Pamuk üzerine değerlendirme yapıyor. Ona göre sonradan değerini fark ediyor. Buradan Orhan Pamuk’a selam gönderdiğinizi düşünüyorum. Başka hangi yazarlardan etkilendiğinizi sormak isterim.

    Aslı E. Perker: Etkilendiğim bütün yazarları yazmaya tabii ki imkân yok. Türk yazarlardan bahsedecek olursak başta Vedat Türkali, Erol Toy, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Ahmet Hamdi Tanpınar’ı sayabiliriz. Ama geçenlerde düşündüm de Duygu Asena’nın “Kadının Adı Yok”u zihnime kazınmış, kadınlık yolunda çok önemli bir yol gösteren olmuş. Halide Edip’i de çok seviyorum. Fakat yazımından çok cesaretini önemsiyorum.

    Selnur Aysever: Duygu Asena ve Halide Edip örneklerinden hareketle, toplumsal değişim ve dönüşüm için, edebiyatın bir araç olarak kullanıldığını söyleyebilir miyiz?

    Aslı E. Perker: Bilinçli olarak kullanılabileceği gibi bilinçsiz olarak da kullanılabilir. Yazar o amacı gütmüyor olabilir, fakat yazdığı belki yıllar sonra okura yeni bir yol açabilir. Toplum bir anda değişmez. Tıpkı bilimsel araştırmaların birbirinin üzerine yeni veriler koyup sonunda tarihi değiştirecek bir bulguya sebebiyet vermesi gibi, en azından biraz özenle yazılmış edebiyat eserleri de muhakkak toplumsal değişimde rol oynayacaktır.

    Selnur Aysever: Aslı, Haneke filmlerini örnek vererek “bir roman da havada kalsa olmaz mı?” sorgusunu yapıyor. Romanın sonunu açık bırakmak yazar için nasıl bir risk taşır? Yazarlar sizce neden bu riski alamazlar?

    Aslı E. Perker: Okur tatmin olmuyor, kendimden biliyorum. Ama sonrasında ne oldu diye soruyor. Başka yazarlar neden alamıyorlar? Bilmem. Ben risk alıyorum.

    Selnur Aysever: Romanınızda, toplumsal kabullerden, önyargılara kadar birçok noktada okurun farkındalığı artıyor. “Bana Yardım Et” bittiğinde en çok hangi duyguyu okurun anımsamasını istediniz? Ve neden?

    Aslı E. Perker: “Şeytan’ın ne dediğini hiç işitmedik. Bütün kitabı Allah yazdı,” demiş Anatole France. Ben de her hikâyenin en az iki anlatıcısı olduğunu düşünüyorum. Genel olarak her romanımda bu konuyu işliyorum. Önyargının, karşı tarafın hikâyesinin asla merak edilmemesinden kaynaklandığını düşünüyorum. Zannederim, bunun üzerinde beş dakika olsun düşünmelerini isterim.

    &&&

Öner Ciravoğlu  (onercirav@gmail.com)

Bu satırları Çetin Altan’ın sonsuzluğa uğurlandığı gün yazıyorum.

İlk gençlik çağımın simge adı olan Çetin Altan, sert polemikleriyle ve yurt gerçeklerinin üstüne keskin eleştirileriyle bizi büyülüyordu. Ardından edebiyat yapıtlarıyla da eski tabirle ‘temayüz’ etti. İstanbul izlenimleri ve portre yazıları benim için asla unutulmayacak değerdedir. Bir de Nâzım’dan şiir okuduğu plak belleğimde yer etmiştir. Özellikle Yapıcılar Türkü Söylüyor şiiri…

Sanırım aynı duyguları, yaşasaydı Sennur Sezer de paylaşırdı. Daha dün onun televizyon programına çağrılıydım. Ne de çok konuştuk. Konuşkan biri olmadığım halde o gün dilim çözülmüştü. YAZKO’dan filan söz ettik. Stüdyonun kıyısından ise sevgili Adnan Ağabey (Özyalçıner) bizi izliyordu.

“Perşembe Mektuplar”ını tanıtmıştım burada. Zaman ne çabuk ilerliyor. YAZKO’nun kuruluş günlerinde bize destek olanların başında geliyordu Sennur Sezer. Haftada dört kitap çıkarırken tüm provaları gece gündüz okuyup baskıya yetiştiren oydu.

İlk kitabı “Gecekondu”yu lise çağlarımda Trabzon’da okumuştum. Kadın şairlerin azlığı üstüne düşünüp durduğumu; arkadaşlarla tartıştığımı anımsıyorum. Sennur Sezer yavaş yavaş şiir serüvenini izletti bize… Kitap tanıtımları gibi meşakkatli bir işi de kotarıyordu bir yandan. Çocuk edebiyatı alanında da ısmarlama olmayan yapıtlara imza attı. Biliyorum çoğu yazar sipariş üstüne çocuk öyküleri, romanları yazıyor. O bunun dışında kaldı. Tıpkı Adnan Özyalçıner gibi.

Sennur Sezer’in şairliğinin yanı sıra gerçek bir bilgelikle toplumsal sorumluluk da alacağını tahmin etmek zor değildi. 12 Eylül’ün karanlık günlerinde Ataol Behramoğlu’nun yeni kitabı çıkmıştı. Oysa Behramoğlu ortalarda yoktu, belli ki yurt dışındaydı. Ama Sennur Abla sanki yüz yüze bir söyleşi yapmış gibi onun eski söyleşilerinden sorulu cevaplı bir metin hazırladı. YAZKO Edebiyat’ta yayınlandı.

İşte bu örnek bile edebiyatın sonsuz olanaklarını bize çarpıcı bir biçimde anlatmıyor mu? Yazarın iletisi tıpkı bir kardelen gibi hiç ummadığınız bir zamanda ortaya çıkar ve okura ulaşır.

Bunun geçmişte sayısız örnekleri var. Ali Sirmen’in tutukluyken Samim Lütfü imzalı yazıları ve kitabı… Nâzım Hikmet’in takma adla hapishaneden yaptığı çeviriler. Daha bir yığın örnek verilebilir. Tutukevlerinden söz açılınca bir başka dosttan da söz etmeliyim.

Çevirmen Rasih Güran’ın yeğeni olan grafik sanatçısı Ferit Erkman’dan. Rasih Güran talihsiz bir biçimde ölmeseydi, ne çok çeviriye imza atacaktı. Ama Steinbeck çevirileriyle çok sayıda okura ulaştı biliyorsunuz.

Ferit Erkman’ı bana dost Çağatay Anadol tanıştırmıştı. Çağatay Anadol REYO Matbaasında onunla ortaktı. Diğer ortak da mimar Selçuk Batur… Prof. Afife Batur’un eşi… Aynı zamanda ağabeyim Özer Ciravoğlu’nun hocası…

REYO matbaası bir dönem için Cağaloğlu’nun en seçkin işletmesiydi. Kapak baskılarını özenle yapardı. Yönetim odası aydınların uğrak yeriydi. Murat Belge, Atilla Tokatlı ve Bülent Erkmen başta olmak üzere… Ferit Ağabey ile Selçuk Batur haftanın bir günü öğle yemeğinde arkadaşlarıyla buluşurdu. Kimler mi? Hepsi de rahmetli olan Fethi Naci, Melih Cevdet Anday, Aydın Emeç… Belki de arada sırada da Bodrum resimleriyle ünlü Mehmet Sönmez ile Süreyya Berfe…

Ferit Erkman benim ilk deneme kitabımın (“Sevgi Yazıları”) kapağını yapmıştır. Çok beğenilmişti o kapak. Onu da son yolculuğuna uğurladık. Mekânı cennet olsun!

Öneri:

“Casus”, Ekrem Güvendiren, roman, 124 s., Delisarmaşık, 2015
“Öyküden Çıktım Yola”, Haz. Mehmet Karabulut, 416 s., Aylak Adam yay.

 

Emre Kongar

Cumhuriyet döneminin en önemli edebi ve siyasi kişilerinden biridir Yakup Kadri.

Yeni kuşaklar bu ilginç yazarın son derece heyecan verici yaşamını yeterince bilmez…

Örneğin, bir yandan Kadro Dergisi içinde yer aldığı için solculukla, komünistlikle suçlandığını, öte yandan Nâzım Hikmet’le müthiş sert polemiklere girdiği için kapitalist uşaklığıyla damgalandığını belirtmeliyim.

27 Mart 1889’da, babasının kapılandığı Kavalalı konağında, Mısır’da Kahire’de doğuyor.

Dolu dolu bir yaşamdan sonra, 13 Aralık 1974’te, Ankara’da hayata gözlerini yumuyor.

Daha doğumunda bile tartışmalı bir yaşamın başlangıç izlerini görüyoruz:

Baba, Manisa eşrafından Karaosmanoğlu ailesinden Abdülkadir Bey’dir…

Abdülkadir Bey, Osmanlı’yı dize getirmek için ordusunu 1833 yılında Manisa’ya kadar yollayan Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın, bu orduya komuta eden oğlu İbrahim Paşa’yla yakınlaşır, onun hizmetine girer ve Kahire’ye giderek konağına yerleşir.

Yakup Kadri, Abdülkadir Bey’in İbrahim Paşa konağı halkından İkbal Hanımla evlenmesinden doğan ikinci çocuğudur!

Aile 1895’te Manisa’ya döner ve küçük Yakup Kadri ilköğrenimini Manisa’da tamamlar.

1903’te girdiği İzmir İdadisi’nde Ömer Seyfettin, Şahabettin Süleyman ve Baha Tevfik gibi kişilerle tanışır.

Babasının ölümünden sonra 1905 yılında tekrar annesiyle birlikte Mısır’a döner ve eğitimini İskenderiye’deki bir Fransız okulunda tamamlar.

Bu arada Mısır’daki Jön Türklerle tanışır.

1908’de İkinci Meşrutiyet’in ilanından kısa bir süre önce İstanbul’a gelir ve Hukuk Mektebi’ne girer; ama bu mektebi bitiremez!

Bu arada artık edebi yaşamı başlamıştır:

Şahabettin Süleyman aracılığıyla Fecr-i Âti topluluğuna katılır:

Muhit, Şiir ve Tefekkür, Servet-i Fünun, Rübab, Türk Yurdu, Peyam-ı Edebi, Yeni Mecmua, İkdam gibi gazete ve dergilerde yazıları yayınlanmaya başlamıştır.

İbsen’den esinlendiği Nirvana adlı bir de oyunu yayınlanır.

Daha yirmili yaşlarındayken, dönemin “ince hastalığı” vereme yakalanır. 1916 yılında İsviçre’ye gider ve üç yıl burada tedavi görür.

Birinci Dünya Savaşı yenilgisinden sonra, yazılarıyla Kurtuluş Savaşı’nı destekler.

1920 yılında Ankara’ya çağrılır; Yunanlıların yaptıkları zulmü incelemek üzere kurulan “Tetkik-i Mezalim” komisyonu üyesi olarak (Halide Edip de aynı komisyonun üyesidir) Kütahya, Simav, Gediz, Sakarya yörelerini dolaşır ve buralarda Anadolu halkıyla yakınlaşır.

Cumhuriyet’in ilanından sonra 1923’te Mardin, 1931’de Manisa milletvekili olur.

1932’de Şevket Süreyya Aydemir, Vedat Nedim Tör, İsmail Hüsrev Tökin ve Burhan Asaf Belge ile Kadro dergisinin kurucuları arasında yer alır.

1934’te Arnavutluk’a, Tiran Büyükelçiliğine atanır ve Kadro dergisi de 1935 yılı Ocak ayında kapanır.

27 Mayıs 1960’tan sonra, yeni anayasayı hazırlamakla görevli olan Kurucu Meclis üyeliğine seçilir.

1961-1965 arasında yine Manisa milletvekili olur.

Bu fırtınalı yaşamı sırasında, Ulus gazetesi başyazarlığı ve Anadolu Ajansı Yönetim Kurulu Başkanlığı yaptığını da kaydetmeliyiz.

yazı atolyesi- fikir hırsızlığı- (1)

  • Elif Şahin, TUDEM Edebiyat Ödülleri Açıklandı Çocuk ve gençlik edebiyatımıza çağdaş ve özgün eserler kazandırmak amacıyla 2003 yılından beri gerçekleştirilen TUDEM Edebiyat Ödülleri’nin bu yılki sahipleri belli oldu. (elif.sahin@gmail.com)
    Zeynep Şehiraltı

    “Ejderha Dövmeli Kız”ın Yeni Macerası Yolda

    Ejderha dövmeli hacker Lisbeth Salander ile gazeteci Mikael Blomkvist’in maceraları bitmedi. Dünya çapında milyonlarca satan macera, yazarı Stieg Larsson’ın ölümünden sonra gazeteci David Lagercrantz tarafından devam ettirildi. “The Girl in the Spider’s Web” (Örümcek Ağındaki Kız) da okuyucudan tam aldı ve bunun üzerine Lagercrantz’la çalışmaya devam etmeye karar veren yayınevi, biri 2017’de, ikincisi 2019 yılında yazılacak olan iki roman daha yayınlamaya karar verdi.

    Kaynak: Alison Flood, The Guardian, 15 Ekim 2015

     

    Assange ile Asteriks Buluşuyor

    Çocukluğumuzun kahramanları Asteriks ve Oburiks, WikiLeaks’in kurucusu Julian Assange’la aynı kitapta buluşuyor. Fransa’da kasım ayında çıkacak yeni Asteriks çizgi romanında, Asteriks Romalı düşmanlarıyla savaşırken Assange’ın da desteğinden yararlanacak. Serinin otuz altıncı kitabı olacak “Le Papyrus de César” (Sezar’ın Papirüsü), serinin yeni yazarı Jean-Yves Ferri ve çizeri Dider Conrad’ın yayınlayacakları ikinci Asteriks öyküsü.

    Ferri ve Conrad’ın belirttiklerine göre kitabın içinde bize oldukça tanıdık gelecek karakterlerden biri de eski Fransa Başkanı François Mitterand’ın halka ilişkiler danışmanı Jacques Seguela olacak. Sezar’ın Papirüs’ünün yaratıcıları bu isimlerin birer karikatür şeklinde ele alınmadığını, daha ziyade kişilik özelliklerinin belli karakterlere verildiğini söylediler.

    Kaynak: Reuters, The Guardian, 14 Ekim 2015

    &&&

    Frankfurt’tan Mültecilere Destek

    Uluslararası Frankfurt Kitap Fuarı, Bücher Sagen Wilkommen (Kitaplar Hoş Geldiniz Diyor) adlı bir girişimle Almanya’daki mülteciler yararına bir bağış kampanyası başlattı. Bu girişim sayesinde Almanya’nın her yerinden 6 binden fazla kitapçı, Suriyeli mültecilere ders ve dil kitapları alınması için bağış topladı. Bu bağışlar mültecilerin yoğun yaşadığı bölgelerdeki öğrenme merkezlerinde kullanılacak.

    Kitap fuarı ayrıca bu yıl mültecilere fuarı ücretsiz gezme imkânı sunuyor. Tüm dünyadan kitapseverlerin ilgisini çeken fuar, sekiz bin sergisiyle her yıl üç yüz bin kişi tarafından ziyaret ediliyor. Bücher Sagen Wilkommen girişiminin fuarda mültecilere aynı zamanda roman ve sözlük dağıtacağını da söyleyen fuar yetkilisi Jürgen Boos, “Okuyabilme yeteneğinin bir topluma katılmak ve demokrasi içinde yaşamanın temel şartlarından biri” olduğunu da sözlerine ekledi.

    Kaynak: Martin Chilton, The Telegraph,  16 Kasım 2015

     

    Hükümet ile Yazarlar Arasında Gerginlik

    Kırk bir Hint yazar Hindistan Başbakanı Narenda Modi iş başına geçtiğinden beri ülkede artan tahammülsüzlük ve şiddet ortamını protesto etmek için, ülkenin en prestijli edebiyat birliğinin verdiği ödülleri geri çevirdi ve artık ülkenin her yerinde aydınlara karşı gerçekleştirilen saldırılara kayıtsız kalamayacaklarını bildirdi.

    Yazarlar, Hindistan Ulusal Edebiyat Akademi­si’nin, geçtiğimiz Ağustos ayında tanınmış düşünür Malleshappa Kalburgi’nin öldürülmesi hakkında gereken tepkiyi vermediğini iddia ediyor. Dünya çapında tanınan Hint yazar Salman Rushdie de Hint yazarlara destek veriyor ve hükümetin bu saldırılar konusundaki suskunluğunun ülkede daha güçlü bir şiddeti doğurduğuna dikkat çekiyor. Hükümet ise yazarların tepkilerini “politik” olmakla suçladı.

    Kaynak: The Independent, 14 Kasım 2015

     

    Nobel Ödülü Belarus’un

    Dünyanın en prestijli edebiyat ödülü olan Nobel Edebiyat Ödülleri bu yıl, gazeteci kimliğiyle olduğu kadar ülkesinin yaşadığı travmatik olaylara getirdiği yeni bakış açısıyla tanınan Svetlana Alexievich’e gitti. Alexievich İkinci Dünya Savaşı’nda savaşmış Rus kadın askerlerin hikâyeleri ve Çernobil patlamasının sonrasında bölgede yaşanan dram gibi konularda yaptığı çalışmalarla tanınıyor.

    Altmış yedi yaşındaki yazar, Nobel Edebiyat Ödülü’nü almaya hak kazanan on dördüncü kadın yazar oldu. Her ne kadar ödül komitesi zaman zaman felsefe ya da tarih yazarlarına ödül verse de Alexievich, on beş yıldır kurgu dışı alanda çalışıp ödüle layık görünen ilk kişi. Edebiyat çevrelerinde Svetlana Alxievich’e verilen ödül, gazeteciliğin de bir sanat alanı olarak kabulünü simgeliyor ve çok gecikmiş bir gelişme olarak görünüyor.

    Kaynak: Alexandra Alter, The New York Times, 8 Ekim 2015

  • Ayşe Kulin Hayali Bir Gelecekte…

    Çok satan kitap listelerinin olmazsa olmaz isimlerinden Ayşe Kulin, bu kez okurlarını şaşırtacak distopik bir roman yazdı.

    Yakın bir gelecekte, Ramanis Cumhuriyeti’nde hüküm süren tiran ölür ve yerini oğlu alır. Ramanis halkı bir diktatörün baskı rejimi ve din ulemalarının dudaklarından dökülen kurallara göre yaşamaya zorlanmaktadır. Düşünmek, konuşmak ve hatta hatırlamak bile bedeli ağır birer suça dönüşmüştür. Bu demir yumruk yönetimi altında, yoğun bir denetim ve gözetim eşliğinde yaşayan halk güneş ışığından da mahrumdur.

    Kimse Güneş’in yüzünü en son ne zaman gösterdiğini hatırlamaz. Unutulmuş bir zamanda, bilinmeyen bir nedenle Güneş ile Dünya arasına “Gökcisim” denilen dev bir kütle girmiştir. Halk bitmeyen bir kışı yaşamaktadır.

    Gelgelelim yıpratıcı uykusuzluğuna çare arayan bilim kadını Yuna, geçmişine, kaderine ve en önemlisi de, bir kadın olarak tutkularına sahip çıkarak, beklenmedik bir şekilde gerçekleri sorgulamaya başlar. Topluma dayatılan kuralların, değişmez varsayılan yasaların, sonu gelmez sansürün mutlak olmadığını fark eden Yuna, sorumluluğunu üstlenip, deyim yerindeyse, güneşe açılan kapıyı aralamayı göze alacaktır.

    Hayali –ancak gerçek olma ihtimalini göz ardı edemeyeceğimiz– bir gelecekte, baskıya başkaldıran kadınları anlatan Ayşe Kulin günümüz Türkiyesine de göndermeler de bulunuyor.

    “Tutsak Güneş”, Ayşe Kulin, 440 s., Everest Yayınları, 2015

Leylâ Erbil’den Kalanlara Feminist Bir Bakış

Sarphan Uzunoğlu (sarphan.uzunoglu@khas.edu.tr)

Kaybettiğimiz entelektüellerin anıları ve eserleri son yıllarda adeta bir sömürü konusu oldu. Bağlamından kopuk görsellerle, o yazar ya da şaire ait olmayan pasajlarla, kimi zaman popüler bir dergide kimi zaman da yeni medya ortamında karşılaşıyoruz. Böyle dönemlerde bir yazarın, bir yönetmenin ya da bir şairin ürettiklerine dair sistemli, akademik bir çalışmanın önemi daha da ortaya çıkıyor.

Elmas Şahin’in Yitik Ülke Yayınları’ndan çıkan “Leylâ Erbil Kitabı” işte tam da bu yukarıdaki sebeplerle Türkiye’de edebiyat incelemeleri ve araştırmaları bakımından özel bir konuma sahip. Doktora tezinden üretilmiş olan kitabın temel amacı yazarı tarafından özetle şöyle tanımlanmış: “Dünden bugüne feminizm ve feminist kavramlarının Batı’da ve bizde geçirdikleri evrelerin ve geldikleri noktaların izini sürerek Leylâ Erbil’in eserlerine feminist bir yaklaşımla yolculuk yapmak.”

Leylâ Erbil Nobel Edebiyat Ödülü’ne aday gösterilen Türkiyeli ilk kadın yazar. Feminist bir yaklaşımla ona ve eserlerine yönelen bu kitabı özel yapan şey de onun sahip olduğu bu önemli unvanın, eserlerinin içeriği ve kapsamıyla örtüşen bir çalışmayla tamamlanmış olması.

Leylâ Erbil’le ilgili olarak üretilmiş olan materyallere, yapılan araştırmalara çoğunlukla konu olmuş olan cinsellik ve cinsiyet temaları, kitapta feminist bir yaklaşımla ele alınıyor. Cinselliğin tabu olmaktan çıkışı, bir kadının cinselliği yazabilmesi gibi ciddi adımların atılmasında Leylâ Erbil’in rolü büyük. Elmas Şahin’in deyişiyle “uyaran” bir kalem olarak Leylâ Erbil, açık ve tereddütsüz meydan okuyan yazar. Bu bağlamda da yazdıkları derinlikli bir araştırmayı hak ediyor. Ama kitabın temel iddiası belirttiğimiz üzere cinsiyet, cinsellik, başkaldırı gibi temalardan ziyade feminist bir okuma yapmak. İlk bölüm Leylâ Erbil’in kimliğine,  ikinci bölüm ise kitabın benimsediği yöntemlere ayrılmış. Feminist teori ve metin okuma yöntemleri konusunda ikincil kaynak arayanlar için bu bölüm ciddi bir imkân sunuyor.

“Annelerin girilmeyen yatak odalarına giren” (s.25) bir edebiyatı ortaya çıkaran Leylâ Erbil’in yaşam yolculuğu aktif bir politik içerik taşıyor. Türkiye Yazarlar Sendikası başta olmak üzere birçok noktada inisiyatif alan, önde durmaktan kaçınmayan, buna bağlı olarak da günümüz piyasasındaki “eşik tutan” yazar profiline benzemeyen, üstelik edebiyatını da tehlikeli sularda gezdirmekte sakınca görmeyen bir kalemle karşı karşıya olduğumuzu defalarca hatırlatıyor bize.  Kitap özellikle yeni kuşak için ilginç bilgiler de içeriyor.

Kadınların 70’lerden bugünlere sol/sosyalist ve entelektüel çevrelerdeki mücadelesiyle ilgili hem kronolojik hem de niteliksel bilgi sahibi oluyoruz. Erbil’in ÖDP’den vekil adaylığı da bir yandan tarihin sayfalarında bir iz, bir yandan da günümüz edebiyatçıları bakımından tartışmaya değer bir durum olarak karşımıza çıkıyor. Özellikle de 2009 yılında kurucusu olduğu, başkanlığını yürüttüğü dernek ve örgütlere “inatla” 1 Mayıs’lara katılması, bugün örgütsel fetişizm ve cemaat içi kabullenilme histerisi içerisinde unuttuğumuz bir şeyi, kül yutmaz bir politik duruşu hepimize anımsatıyor.

Kitabın ikinci bölümü, her akademik çalışma gibi “altbaşlık” kavramının hakkını veriyor ve bizi kuram içerisinde bir yolculuğa çıkarıyor. Hem erkek yazarların hem kadın yazarların metinlerine bakmakta kullanılan feminist teori anlatılırken, 1970’ler sonrasında  Türkiye edebiyatında yükselen ve Adalet Ağaoğlu, Ayla Kutlu, Tomris Uyar, Pınar Kür ve Buket Uzuner gibi taşıyıcıları olan “kadın dili” de irdeleniyor.  Bu edebi gelişmeler elbette feminist kuramın tarihiyle birlikte ele alınıyor. Zira o kadın dilinin ele alınışı, kurgulanışı, hem siyasal yaşantıya hem de feminist kuramın o dönemin kadın entelektüelleri arasındaki tartışılma ve algılanma biçimine yansıyor. Elmas Şahin, feminist kuramın kadın yazarlar için bir tür “akıl danışmanı” olduğunu söylüyor. Bu, sıradan bir okur için çok şey ifade etmeyebilir; ama kitabın omurgasında kurama atfedilen rolün de gösterdiği gibi, Erbil’in metinlerini anlamak için önemli bir dayanak sunuyor.

Kitabın üçüncü bölümü, kitabın omurgasını oluşturuyor ve şu altbaşlıklardan oluşuyor: Cinsiyet ve Cinsellik, Aldatma, Anne-Kız Çatışması, Bekâret, Ataerkillik, Ensest, İğdiş Etme, Özel ve Kamusal Alan, Özgürlük ve Eşitlik, Sosyalizm/Marksizm, Varoluş, Kavram Olarak Kadın ve Erkek. Bugün lisans ve üstü bir seviyede verilebilecek herhangi bir toplumsal cinsiyet dersi içerisinde bu kavramları teker teker ele almadan ilerlemek neredeyse imkânsızdır. Bedeni bu denli merkeze alan Erbil’in  metinleri bu alanlarda önemli bir materyal sunuyor. Ama “bedenini istediği gibi kullanma hakkına sahip bir birey olarak kadın”, erkekler tarafından dizayn edilen ve her gün yeni yönetişim stratejileriyle kadına/kadınlığa karşı bir baskı unsuru olarak kendini yenileyen sistem karşısında Erbil’in radikal çıkışı olarak rahatlıkla tanımlanabilir.

Neticede bu yazı elbette kocaman bir doktora tezini gözden geçirme işlevi bakımından yetersiz; ancak arka kapakta da kullanılan Erbil tarafından kaleme alınmış mesajdaki bir cümleyle bitirmekte fayda var: “Bu çalışma aynı zamanda bu toplumda benim gibi düşünenlerin itilip kakılmalarına, karalanma çabalarına da bir yanıt olmuş: ne mutlu bana ki gözüm arkada kalmayacak.”

Ve ne mutlu bize ki, bu kadar değerli bir entelektüeli böyle güzel bir çalışma üstünden ele alma şansımız oluyor.

“Leylâ Erbil Kitabı”, Elmas Şahin, 496 s., Yitik Ülke Yayınları, 2015

  • Özgürlüğün Müphemliği

Yaşayan en önemli sosyolog ve düşünürlerden olan Zygmunt Bauman bugüne kadar sayısız esere imza attı. Türkiye’deki akademik ve hatta politik çevrelerin de gözünün üzerinde olduğu Bauman’ın eserlerinin birbiri ardına Türkçeye çevrilmesi yazarın hitap ettiği kitlenin oldukça geniş olduğunu kanıtlıyor. Sürekli yeni eserlerin yayımlanması ve bunların ilginç bir şekilde farklı yayınevlerinden çıkması, sadece okurların değil yayıncıların da Bauman’ın hızına yetişemediğini gösteriyor. Görünen o ki Bauman’ı okuyor, önemsiyor ve seviyoruz ama maalesef geriden takip ediyoruz.

Bauman, aslında uzun süre önce yazdığı fakat Türkçede yeni yayımlanan “Özgürlük” başlıklı küçük ama derin kitabında, yerli yersiz kullandığımız için içi boşaltılan bir kavrama dönüşen özgürlüğü, kapitalist dünyada değişen toplumsal ilişkiler bağlamında tartışarak yeniden tanımlamaya çalışıyor. Aslında Bauman, kesin bir tanımlama önermekten ziyade özgürlükten ne anladığımızı, bu kavrama birbirinden farklı açılardan yönelerek gösteriyor. Başka bir deyişle, bu kitap özgürlük için bir reçete değil, teşhis sunuyor.

Bauman kitap boyunca, hep kolaya kaçarak açıkladığımız, hatta açıklamaya gerek bile duymadığımız özgürlüğün müphemliğini vurguluyor. Müphemlik kavramı, Bauman’ın düşüncesindeki temel taşlardan biridir. Modernlikten, postmodernlikten ne anladığımızı tartışırken, “öteki” dediğimiz kümeyi tanımlarken kullanmadan edemeyeceğimiz müphemlik, yazarın özellikle “Modernlik ve Müphemlik”, “Postmodernlik ve Hoşnutsuzlukları” ve “Ölümlülük, Ölümsüzlük ve Diğer Hayat Stratejileri” gibi kitaplarında belirleyici bir rol oynar. Bauman’a göre dil, bir şeyleri adlandırmaya, sınıflandırmaya çalıştığında, ister istemez dışladığı anlamları da kapsar. Ötekileştirdiği dünyayı kendi içinde taşır. Bauman, Batı uygarlığını, modern kültürü bu müphemlik çerçevesinde değerlendirir.

Bauman’ın müphem sıfatıyla nitelediği, iki karşıt kategoriye aynı anda sokabildiğimiz kavramlardır. Bu kavramlar, “ya o/ya da bu” şeklinde değil, “hem o hem de bu”, hatta “ne o/ne de bu” olarak tanımlanabilirler ve böylece üçüncü bir türü müjdelerler. Siyah ya da beyaz değil, gri anlamları vardır müphem sözcüklerin. Modern düşüncenin kesin çizgilerle ayrılmış anlamları, tanımlamaları, aslında müphemdir; ikircikli ve belirsizdir. Böylece, bir kavrama daha önce hiç bakmadığımız ya da bize gösterilmeyen bir açıdan bakmamıza, o kavrama yadırgayarak, yani bir bakıma mesafe koyarak yaklaşmamıza vesile olur Bauman’ın çerçevesi.

Bauman, bu kitabın yazılma amacının “bir bakıma ‘tanıdık’ olanı tuhaf hale getirmek; bireyin müdahale edilip engellenebilse de normalde ‘daima sabit’ bir nitelik olarak sorgulamadan kabul ettiğimiz özgürlüğünü bir bilmece gibi, anlaşılmak için açıklanması gereken bir olgu gibi görmek” olduğunu söylüyor. “Kitabın mesajı,” diye ekliyor “belirli bir tür toplumla birlikte ortaya çıktığından (ve belki kaybolduğundan) dolayı bireysel özgürlüğe asla kesin gözüyle bakılamayacağı ve bakılmaması gerektiğidir.”

İlk bölümde Jeremy Bentham’ın 18. yüzyılda tasarladığı ve felsefe okurlarının aşina olduğu bir kavram olan “Panoptikon” aracılığıyla özgürlüğün toplumsal bir ilişki olarak nasıl inşa edildiği gösteriliyor. “Birinin özgür olabilmesi için en az iki kişi gerekir,” düşüncesinden hareketle, özgürlüğün çekirdeğindeki toplumsal asimetri tartışılıyor ve özgürlük kavramının sözlükteki karşılıkları irdeleniyor. Bu karşılıkların özgürlüğün toplumsal olarak bir bölünme, ayrım, muafiyet, kurtuluş gerektirdiğine işaret etmesinin altı çiziliyor ve özgürlük ile tutsaklık arasındaki ilişkinin toplum için genel bir model olarak kullanılabileceği iddia ediliyor. Bauman böylece özgürlüğün anlam kümesi içinde özgür olmama durumunun da var olduğunu göstererek bu kavramın müphem yapısını vurgulamış oluyor.

İkinci bölümde ise özgürlüğün tarih içinde, antik ve ortaçağ kullanımlarından sonra modern anlamıyla ne ifade etmeye başladığı tartışılıyor ve yavaş yavaş kitabın geri kalanına hâkim olacak özgürlük ve kapitalizm ilişkisinin temelleri kuruluyor. Bu bölüm, özellikle kapitalizm olmadan özgürlüğün ya da özgürlük olmadan kapitalizmin olup olmayacağını tartışıyor. Diğer bölümlerde karşılaştığımız bireysel özgürlük, tüketici özgürlüğü, ekonomik özgürlük gibi kavramların yolunu açtığı için kitabın belirleyici bölümlerinden biri olarak öne çıkıyor.

Üçüncü ve dördüncü bölümlerde özgürlük ve kapitalizm ilişkisinin geldiği son noktanın çözümlemesi yapılıyor. Teoriden ziyade pratikte nasıl bir dünyada yaşamaya başladığımızı, gündelik hayatta birer tüketici olan, ekonomik özgürlüğünü kazanma peşindeki bireylerin aslında nelere tutsak olduğunu anlatılıyor. Yer yer Freud’un “haz ve gerçeklik” ilkesine de vurgu yapılarak özgürlüğün ve baskının, ekonomik bağımsızlığın ve bağımlılığın bir arada oluşunun nelere tekabül ettiği tartışılıyor. Medya ile kitle kültürü arasındaki ilişkiyle birlikte politik iktidar ile seçmenler arasındaki ilişkinin de değerlendirildiği dördüncü bölüm, tüketici özgürlüğü ile bireysel özgürlüğün paralelliğini gözler önüne seriyor.

Son bölüm ise tüm bu tartışmalara karşı sosyolojinin nasıl bir konumda durduğunu tartışmaya ayrılmış. Sosyolojinin geleceğe değil, geçmişe yönelik yüzünün altının çizildiği bu bölüm, aynı zamanda kitapta edebiyata da gönderme yapılan tek bölüm. Bauman burada Aldous Huxley ve George Orwell’ın eserlerinden hareketle birbirinden farklı görünen ama bazı noktalarda kesişen toplum yapılarını teşhis ediyor.

Bauman, tüketim kültürünü eleğinden geçiriyor bu kitabında, ama 90 yaşındaki bu sosyoloji dâhisinin o kadar çok kitabı var ki, biz de onun okurları olarak sanki birer tüketiciye dönüşüyoruz. Bauman’ı tüketmemek ve “Özgürlük” gibi önemli bir başlığın hakkını vermek için, bu ince kitabın sindirilerek okunmasında ve yazarın tüketime ilişkin yadırgatıcı tespitlerinin altının çizilmesinde büyük fayda var.

“Özgürlük”, Zygmunt Bauman, Çev: Kübra Eren, 141 s., Ayrıntı Yayınları, 2015

 

  • “Bu Kriz, O Kriz mi?”

    2008 yılında önce ABD’de patlak veren ve hızla tüm dünyaya yayılan küresel ekonomik krizle birlikte “Bu kriz, o kriz mi?” tartışmaları başgösterdi. Bu tartışma sırasında yapılan tüm atıflar 1929 krizine yönelikti. “İçinden geçilen kriz hangi bakımlardan 1929 krizine benziyor, hangi yönleriyle ayrışıyor?” diye soruyordu uzmanlar. 1929 krizinin ardında ABD’de iktidara gelen Roosevelt, Yeni Anlaşma (New Deal) adıyla anılan kapsamlı bir ekonomik reform programını yürürlüğe koymuştu. Amerikan ekonomisi tarihinde ilk kez devlet müdahalesine maruz kalıyordu.

    “Yeni Anlaşma Mümkün mü?” adlı kitap, 1929 büyük buhranı ile 2008 büyük durgunluğunun koşullarına bakıyor ve bunların ardından uygulanan egemen siyaseti karşılaştırmalı olarak inceliyor. Hem 1929 sonrasındaki Yeni Anlaşma (New Deal) programının uygulanış koşullarını tanıtma amacını güdüyor hem de bugün yaşanan kriz ve sonrasındaki durgunluğun sınıf dengelerini nasıl etkilediğini ele alıyor. Yazar, uzun incelemeler sonucu ortaya çıkan verilerin ışığında bir Yeni Anlaşma’nın söz konusu olamayacağı iddiasında bulunuyor.

    “Yeni Anlaşma Mümkün mü?” yaşanan ekonomik krizlerden çıkışın artık sistem içinde mümkün olamayacağının, bu nedenle de nihai bir anlaşmanın başka bir değer sistemine yaslanan yeni bir düzenle mümkün olabileceğinin altını çiziyor.

    “Yeni Anlaşma Mümkün Mü?”, M. Kemal Doğru, 160 s., Nota Bene Yayınları, 2015

     

  • Her Şey Mutluluk Uğruna

    Size arzularınızı ve hayallerinizi nasıl gerçekleştireceğinizi söyleyen, “evrene doğru mesajlar” gönderirseniz tüm olanaklarını ayaklarınızın altına serileceğini vaat eden kitaplar uzun bir dönem hayli popüler oldu. Kişisel gelişim ile spiritüalizm arasında bir yere konumlandırabileceğimiz bu kitaplar tüm başarıların ve mutluluğun sizin elinizde olduğunu, dolayısıyla bunun gerçekleşmesi imkânsız bir hayal olmadığını yana yakıla anlattı. Bir müddet farklı metodlarla da olsa evrenden istedik durduk. Peki, evren bize ne dedi? Tüm o dileklere, beklentilere, dualara, isteklere karşılık; evren işleri yoluna koyacak, yol gösterecek, çözüm getirecek cevabı verdi mi?

    “Evren’den Mesajınız Var!” size arzularınızın tatminine giden yol için hazır bir formül sunmuyor. Onun yerine en temel olan mutluluk arayışınızda, kendinizi keşfetmeye davet ediyor sizi. Neden bizi mutlu eden şeylere yönelmek yerine, bilmediğimiz mutlulukların peşine düştüğümüzü sorguluyor. Kalıcı bir mutluluğu var etmektense, bize sunulan geçici mutlulukları cazip bulmamızın altında yatan nedenleri anlamamıza yardımcı oluyor.

    Anlayacağınız, mutlu olmak için yaptığımız pek çok şeyin aslında bizi mutsuz ettiğini fark etmemiz için elinden geleni yapıyor! Bizi nelerin mutsuz ettiğini bulduktan sonra mutluluğun da peşi sıra geleceğini iddia eden “Evren’den Mesajınız Var!” herkesi kendi yolculuğunun başkahramanı olmaya çağırıyor.

    “Evren’den Mesajınız Var!”, Evren Çolak, 224 s., İnkılap Kitabevi, 2015

&&&

TUDEM Edebiyat Ödülleri Açıklandı

Çocuk ve gençlik edebiyatımıza çağdaş ve özgün eserler kazandırmak amacıyla 2003 yılından beri gerçekleştirilen TUDEM Edebiyat Ödülleri’nin bu yılki sahipleri belli oldu. 2015 yılında roman türü üzerine düzenlenen yarışma için belirlenen seçici kurulda Sennur Sezer, Habib Bektaş, Şeref Bilsel, Betül Avunç ve Zarife Biliz yer aldı. Birincilik ödülüne “Beşir” romanıyla Güzin Öztürk; ikincilik ödülüne “Kayra: 5000 Yıl Öncesinde Düşen Yıldız” romanıyla Bengi Bağdat Kurt, Yıldız Kurt, Billur İpek Kurt; üçüncülük ödülüne ise “Taş Devri Çocukları” romanıyla Zehra Tapunç hak kazandı. 2015 TUDEM Edebiyat Ödülleri “Roman Yarışması”nın, İzmirli heykeltıraş Ozan Ünal tarafından tasarlanan ödül heykelcikleri, 7 Kasım’da 34. İstanbul TÜYAP Kitap Fuarı’nda sahipleriyle buluşacak.

Hakan Bıçakcı ile Edebiyat Atölyesi

Akademi Jurnal’de 5 Kasım’da başlayacak olan “Hakan Bıçakcı ile Edebiyat Atölyesi” için kayıtlar başladı. Edebiyatseverlere ve roman yazmak isteyenlere katkı sağlamayı amaçlayan bu atölyede katılımcılar, öykü ve roman yazarı Hakan Bıçakcı’yla sekiz hafta sürecek keyifli bir edebiyat yolculuğuna çıkacak; roman yazmaya dair temel bilgileri öğrenirken, edebiyat üzerine konuşacak, düşünecek; bir ön çalışmayla birlikte yaratma cesareti kazanacaklar. Bıçakcı, atölyede fantastik/gotik/yeraltı edebiyatı, distopya edebiyatı, kurgu teknikleri, bellek-hafıza-geçmiş, sinemada edebiyat uyarlamaları gibi konular ve türler üzerinde durulacağını söylüyor. Atölye kontenjanı ise on kişiyle sınırlı.

İletişim ve başvuru için: www.akademijurnal.com
Tel: 0535 617 50 71

Boğaziçi Üniversitesi’nde Yaratıcı Yazarlık Kursu

Boğaziçi Üniversitesi’nde, Murat Gülsoy tarafından verilen yaratıcı yazarlık kursu, 21 Kasım’da başlıyor. Uygulamalı bir seminer dizisi olarak tasarlanmış olan kursta, kurmaca edebiyat yapıtlarının nasıl üretildiği konusunda bilgiler aktarılacak; hikâyenin unsurları, kurmaca metinde zamanın kullanımı, mekânın işlevi, karakterlerin yaratılması, olay örgüsünün yapılandırılması, klasik ve modernist anlatım biçimleri, edebi türler, dramatik gerilimin oluşturulması gibi yazma tekniğine ilişkin konular yetkin örnekler üzerinden tartışılacak. Tüm bu yöntemlerin yanı sıra, edebiyatın insan yaratıcılığıyla ilişkisi irdelenecek, ilhamın kaynakları araştırılacak. Kursun amacı ise katılımcıların kendi kurmaca metinlerini yazarken yaratıcılıklarını daha iyi ortaya koyabilmeleri için yol göstermek ve içgörü kazanmalarına yardımcı olmak. 10 haftalık atölye süresince katılımcılar, yazdıkları öyküleri tartışma; yazma tekniğini etkileşimli bir eleştiri ortamında geliştirme olanağı bulacak.

Bilgi ve kayıt için:
Tel: 0212 359 58 13
E-posta: kurs@bumed.org.tr

Karahindiba Dergisi Yayında

“Üflesen dağılacak bir ülkede var oluş savaşıdır Karahindiba. Edebiyat muhaliftir!” sloganıyla yola çıkan Karahindiba dergisi, Ekim-Kasım 2015 sayısıyla okura merhaba dedi. Ece Temelkuran ve Ahmet Büke röportajlarının yer aldığı ilk sayıda birçok genç yazar ilk defa yayımlanan öyküleriyle dikkat çekiyor. Cemal Süreya Şiir Ödülü’nü alan şair Barış Erdoğan, Türkçe şiirleriyle edebiyatımıza damga vurmuş Alman şair Achim Wagner, “Pas” kitabıyla dikkat çeken Ömer Erdem ve birçok değerli şair, şiirleriyle dergide yer alıyor. Gürcü yazar Mariam Gaprindashvili’nin “Guram Rçeulişvili’den Genç Kız Halleri” isimli öyküsü ile Tunç Toker’in “Ermeni Dediğin İnsan Değil mi Be Amirim” isimli öyküsü de dikkate değer metinlerden.

Sinema, Psikanalist Karşısında

Kültigin Kağan Akbulut

(kultigin.akbulut@gmail.com)

Sigmund Freud’un, Breur’le birlikte yeni bir disiplin olarak psikanalizin doğuşuna yol açan “Histeri Üzerine Çalışmalar”ı yayınladığı yıl olan 1895’te Lumiere Kardeşler de Paris’te bir filmin gösterimini ilk kez toplu alanda yaparak sinemanın doğuşunu gerçekleştirirler. Belki hoş bir rastlantı, belki de tarihin bir cilvesi. Ancak modernizmin en çok tartışılan disiplinlerinden psikanaliz ve sinemanın birlikteliği sadece doğum yıllarıyla sınırlı değil.

İstanbul Psikanaliz Eğitim, Araştırma ve Geliştirme Derneği (Psike İstanbul) tarafından İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları ile işbirliği halinde gerçekleştirilen “Sinema ve Psikanaliz” kitap serisinin ikincisi raflarda yerini aldı. Psikanalist Özden Terbaş tarafından “Filmler ve Bilinçdışı” ve “Kayıp ve Zaman” altbaşlıklarıyla derlenen iki kitap Psike İstanbul üyesi psikanalistlerin haftalık toplantılarda tartıştıkları filmlere dair analizlerinden oluşuyor.

Özden Terbaş ilk kitabın önsözünde psikanaliz ile sinema arasındaki ilişkiye dair temel soruları ortaya koyarak kitapların temel çerçevesini çiziyor. Mesela Freud’un bilinçdışı yorumları ile “bilinçdışının dilini konuşan” sinema arasında nasıl ortaklıklar kurabiliriz? Ya da “Ruhsal aygıta benzer şekilde bir ‘film aygıtı’ndan söz edebilir miyiz?” Ya da Hitchcock’un filmlerini Freud’un tekinsiz kavramı olmadan okumak mümkün mü?

Psikanalitik eleştiri uzun zamandır Marksist, feminist, göstergebilimsel eleştiri gibi film eleştirisinin ayaklarından biri haline gelmiş olsa da sinema filmlerine psikanalitik bakış atmak için İkinci Dünya Savaşı sonrasında gelişen yeni entelektüelleri beklemek gerekmiştir. “Bir filmi psikanalitik olarak yorumlayan ilk kişi Otto Rank olmuştur. Rank bir eserinde, Stella Rye’ın yönettiği Prag’ın Öğrencisi adlı filme dair incelemesine yer verir.” 1950’li yıllar ise iki disiplin daha sıkı fıkı ilişkiler içine girer. “1950’lerden itibaren filmlerin psikanalitik olarak incelenmesinde bir ivmenin başladığı dikkat çeker. Freud’un Shakespeare, Ibsen ve Sophocles’in eserlerini psikanalitik düşünce temelinde yorumlamasına benzer şekilde psikanalitik film eleştirisi gelişmeye başlar ve bir Fransız dergisi olan Cahiers du Cinema yayımlanır. Onu bir İngiliz dergisi Screen ve Amerikan dergileri Camre Obscura ve Discourse izler.”

Sinema ve Psikanaliz serisinin ilk kitabı “Filmler ve Bilinçdışı” altbaşlığını taşıyor. Kitapta sinema filmlerinin analizi psikanalizin temel kavramları olan rüya, bilinçdışı üzerinden yapılıyor. Freud’a göre kültür tarafından kabul edilmeyen düşüncelerin, arzuların, travmaların deposu olan bilinçdışı sinemada kendini ortaya koyabilecek bir alan bulmuştu. Bu nedenle kitap serisinin psikanalizin temel kavramlarından bilinçdışıyla başlaması manidar. İlk kitap temelde bir filmin oluşum süreci ile bilinçdışının ürünü olarak rüyanın oluşum süreci arasında paralellikler kuruyor. Piyano Öğretmeni (Haneke) ile başlayan kitap, şiddet ve cinselliğin psikoz üzerinden incelendiği Deccal (Trier) ve bir büyüme hikâyesi olarak Gökteki Kale (Miyazaki) ile devam ediyor.

İkinci kitap ise “Kayıp ve Zaman” altbaşlığında kayıp, yas, zaman ve yaşam deneyimleri üzerinden filmleri inceliyor. “Zamanın duyumsanmasını sağlayan, zamanın algılanmasına ilişkin derinlik yaratan bir deneyim” olarak psikanaliz ile izleyicinin zaman algısıyla oynayan sinema filmi arasında ne gibi paralellikler vardır? Kayıp bölümüyle başlayan kitapta babalık işlevinin kaybı üzerinden incelenen Peter Sellers’ın Ölümü (Stephen Hopkins), geç erişkinlik üzerinden incelenen Yaban Çilekleri (Bergman), sürekli yas durumu üzerinden incelenen 1984 (Michael Radford) filmi yer alıyor. Psikanalist, yazar ve çevirmen Nilüfer Erdem de Sonbahar (Özcan Alper) filmine ilişkin Türkiye toplumunun 80 sonrası yaşadığı kayıpları üzerinden ayrıntılı bir analiz yapıyor.

Zaman bölümü ise bellek, zaman ve yas sürecini en güçlü şekilde irdeleyen filmlerden Hiroşima Sevgilim (Resnais) ile açılıyor. “Geçmiş ve bugün, kamusal ve mahrem, tarih ve bellek, ruhsal hakikat ve nesnel hakikat, doğrusal zaman ve döngüsel zamanın” kaynaştığı film anlattıklarının yanında Yeni Dalgacı stiliyle de sinemadaki alışılagelmiş zaman olgusunu kırar. Bölümün devamında Ömrümüzden Bir Sene (Mike Leigh) filmi döngüsel zaman ile karakterin içsel zamanı arasındaki paralellikler üzerinden, Sonsuzluk ve Bir Gün (Angelopoulos) filmi de yönetmenin sinematografisinde zaman algısının biçimlenişi üzerinden inceleniyor. Bu kitabın sürprizi ise Britanya Psikanaliz Cemiyeti üyesi ve sinema ve psikanaliz alanında birçok kitaba imza atan Andrea Sabbadini’nin iki makalesine yer vermesi.

Peki, psikanalistler bir filme neden ilgi duyar? Her film psikanalitik eleştiriye tabi tutulabilir mi? Psikanalist ve yazar Andrea Sabbadini bu soruya, “‘Psikanalitik bir film türü’ var olmazken, belirli filmler psikanalitik okuma için diğerlerinden daha uygundur ve karşılığında analiste klinik çalışmalarında kullanmak üzere potansiyel olarak daha faydalı gözlem ve içgörü sağlarlar,” diye cevap veriyor. Sabbadini psikanalitik olarak incelenmeye açık karakterlerin olduğu filmlerin ya da psikanalizin de ele aldığı varoluşsal ikilemler, çatışmalar, zihinsel patolojiler gibi temaların hâkim olduğu filmlerin psikanalistlerin ilgisini çektiğini belirtiyor. Bu iki kitaba katkı sunan psikanalistler de çok farklı itkilerle film seçimlerini gerçekleştirmiş. Kimi makaleler standart bir akademik formattayken, kimi makaleler daha serbest biçimde hazırlanmış. Mesela Paris-Texas filmi analizinde psikanalist Gülgün Alptekin filmi izleme sürecini, hastasının aynı filmi izleme süreciyle birlikte anlatarak farklı bir okuma sunmuş. Türkiye’den psikanalistlerin bir araya gelmesiyle oluşturulmuş bu iki kitap umarım yeni birlikteliklere de alan açar.

“Sinema ve Psikanaliz 2- Kayıp ve Zaman”, Der: Özden Terbaş, 145 s., İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınevi, 2015

&&&
&&&
  • AVM Yerine Kütüphane Açsak…
  • Elif Şahin Hamidi (elif.sahin@gmail.com)

“Okumadan geçen bir gün, yitirilmiş bir gündür” diyor Jean Paul Sartre. Beri yandan okuma oranlarıyla ilgili rakamlar adeta bütün bir ömrümüzü yitirdiğimizi, boşa geçirdiğimizi gözümüze sokuyor. Okuma alışkanlığımızın artabileceğine dair insanı umutlandıran gelişmeler de oluyor kuşkusuz. Çünkü Türkiye’nin dört bir yanında insanlar ve çeşitli kurumlar kütüphane açmak ya da okullara kitap toplamak için didinip duruyor. Hiç şüphe yok ki bu konuda en büyük sorumluluk da devlete düşüyor. Bu sorumlukların neler olduğunu Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Alman Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanı Prof. Dr. Onur Bilge Kula ve Okul Kütüphanecileri Derneği Başkanı Aydın İleri’den dinledik. Ayrıca sivil toplum ayağında neler olduğuna bakmak adına çocukların eğitim hakkına sahip çıkan, kitaba erişimlerine önayak olan Aysın-Rafet Ataç Vakfı ve Aysın-Rafet Ataç Halk ve Hukuk Kütüphanesi Müdürü Hatice Sezer ve Geleceğin Çocukları Vakfı Danışma Kurulu Üyesi Hülya Akgün ile konuştuk… Bu konşmalardan geriye bir soru kaldı bize, her mahallede pıtrak gibi çoğalan şu alışveriş merkezlerinin hepsinin değil, hiç olmazsa bir kısmının yerine kütüphane açılsa, neler değişirdi ülkede?

Amerikalı yazar ve editör John Kendrick Bangs, “İnsan ne kadar çok kitap okursa o kadar çok büyüyeceğini bilmelidir” diyor. Ama istatistikler gösteriyor ki kitap okuma alışkanlığı Türkiye’de bir hayli düşük. Hal böyle olunca da hem bireyler hem de toplum olarak bir türlü büyüyemiyor, gelişemiyoruz. Hep güdük kalıyoruz. Demokrat Eğitimciler Sendikası Araştırma Merkezi (DESAM) raporuna göre; AB ülkelerinde yüzde 21 olan kitap okuma oranı, Türkiye’de sadece ve sadece yüzde 0,01. Günde altı saatimizi televizyon karşısında, üç saatimizi internette harcarken ne yazık ki kitap okumaya yılda yalnızca altı saatimizi ayırıyoruz. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) rakamlarına baktığımızda ise 2014 yılında kişi başına 7,3 kitap düştüğünü görüyoruz. Kitaba ücretsiz erişimin en önemli ayağı olan kütüphaneler, daha küçük yaşta çocuklara okuma sevgisini aşılayabilecek en eşsiz mekânlardandır. Henüz ilkokul sıralarındayken kitapların o büyülü dünyasının kapılarını bana aralayan sınıf kütüphanesini hiç unutmam örneğin. O küçücük kütüphanede tanışmıştım ilk kez Jules Verne ve Mark Twain ile… “Kaptan Grant’ın Çocukları” ve “Tom Sawyer” ile birlikte nice maceraya yelken açmıştım… Hiç şüphesiz çocukların kitapla buluşup tanışmasını, ısınıp kaynaşmasını ve dahası sıkı bir dost olmasını sağlamak noktasında kütüphaneler önemli bir role sahip. Peki kütüphanelerin çoğalması, bilginin halka ulaştırılması konusunda devletin yükümlülükleri nelerdir acaba? Bu soruya cevap bulmak adına Prof. Dr. Onur Bilge Kula ve Aydın İleri’ye kulak verelim…

“İktidarlar Kütüphaneleri Görmezlikten Geliyor”

Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Alman Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanı Prof. Dr. Onur Bilge Kula, siyasal iktidarların hemen tümünün, bilgi ve estetik birikimini halkla buluşturmanın aracı olan kütüphaneleri görmezden geldiğinin altını çiziyor:

“Kitap, hem her türlü bilgi, bilim ve sanatın dolayımıdır; hem de aktarım aracıdır. Bu nedenle, kitapların yurdu olan, daha doğrusu olması gereken kütüphaneler, hem kitapların veya onların içerdiği bilgi ve estetik birikiminin saklandığı, gelecek kuşaklara aktarıldığı, hem de kitapla okuyucunun buluştuğu yerler olmalıdır. Peki, Türkiye’de en yaygın kütüphane tipini oluşturan Halk Kütüphaneleri bu işlevi yerine getirebilecek durumda mıdır? Üç yıl süren (Mart 2010-Mart 2013) Kütüphaneler ve Yayınlar Genel Müdürlüğü görevim sırasında edindiğim deneyimler ve izlenimler kapsamında şu belirlemeyi yapabilirim: Türkiye’deki Halk Kütüphaneleri’nin ezici çoğunluğu, bu işlevi karşılayacak niteliklerden yoksundur. Bunun başlıca nedenleri arasında çok uzun yıllardan beri süregelen ve hemen her türlü siyasi partinin iktidar döneminde sergilenen ilgisizlik ve önemsememe tavrı ve yetersiz uzman kütüphaneci çalıştırılması sayılabilir. Nedenleri çoğaltmak olanaklıdır; ancak ben kütüphaneleri çekicileştirmek için yapılması gerekenleri dile getirmeyi daha yararlı görmekteyim. Her şeyden önce kütüphaneler, çekici mekânlar olarak düzenlenmelidir. Dolayısıyla uygun mekân ve mekân estetiği önemsenmelidir. Ben, bu konuyu önemsediğim için, çalışmaları başlatırken, kütüphanecileri yetiştiren Bilgi ve Belge Yönetimi bölümlerinin eğitim-öğretim izlenceleri içerisinde mekân estetiği dersinin yer almadığını şaşkınlıkla öğrendim. Öte yandan siyasal iktidarların hemen tümü, bilgi ve estetik birikimini halkla buluşturmanın aracı olan kütüphaneleri görmezlikten gelmiştir ve gelmektedir. Bu görmezden gelme, yok sayma tavrı sürdüğü sürece, Halk Kütüphaneleri’nde önemli bir atılım olacağını sanmıyorum. Bu bağlamda kamuoyu baskısı oluşturulması büyük önem taşımaktadır. Geriye büyük ölçüde sivil toplumun kütüphane duyarlılığı kalmaktadır. Bu nedenle, sivil toplumun ve tekil bireylerin kütüphane oluşturma ve geliştirme girişimlerinin yaygınlaşmasını herkesin desteklemesi ve özendirmesi gerekir. Bu girişimler, Türkiye’nin bilgi toplumu durumuna gelmesi, uygar dünyayla her bakımdan buluşması açısından çok önemlidir.”

“Okul Kütüphaneleri Eğitimin Bir Parçası”

Okul Kütüphanecileri Derneği Başkanı Aydın İleri ise okul kütüphanelerinin yaygınlaştırılması gerektiğine ve okul kütüphanelerinde “Okul Kütüphanecileri”nin olmazsa olmazlığına vurgu yapıyor:

“Okul kütüphaneleri için kitap toplama ve kitap bağışı kampanyaları iyi niyetli ve pozitif girişimler. Ama bu çalışmalar gerçek bir okul kütüphanesi hedefine bizi ulaştırmaz. Okul kütüphanelerinin koleksiyonu eğitime, okuldaki öğrencilerin yaş gruplarına ve öğretmenlerin ihtiyacına göre oluşturulmalıdır. Sivil toplumun, hayırseverlerin azimli çalışmalarını takdirle karşılıyorum. Okul kütüphaneleri eğitimin bir parçası ve vazgeçilmezi olmalıdır. İşlevi ve özü itibarıyla ilgili bakanlığın hizmetidir.

Kütüphaneler sadece kitaplardan oluşmaz. Kitapları sınıflayacak, hizmete sunacak; etkinlikler, atölyeler yapacak; okuma kültürünü öğrencilerde pekiştirecek olan “Okul Kütüphanecileri”nin görev alması şarttır. Yeni kitapları, dergileri ilgili öğretmenlerle seçecek olan kişi kütüphanecidir. Kütüphanelerin yaşayan mekânlar olması, sürdürülebilir olması kütüphanecinin varlığıyla mümkündür. Bir odada tek başına duran kitap yığınları, dizili raflar kütüphane değildir. Yapılan her kütüphane girişimi değerli ve önemlidir. Emek veren, yürek koyan herkese teşekkür ediyoruz. Okuma kültürü ve nitelikli eğitim için atılan her adım takdire değer. İlgili bakanlıkların sorumluluğu olan ve eğitimin en önemli parçası olan okul kütüphaneleri, işlevli olarak kurulmalı; kütüphanecilik eğitimi alan “Bilgi ve Belge Yönetimi” bölümlerinden mezun bilgi profesyonellerince işletilmelidir.

Milli Eğitim Bakanlığı’nda son zamanlarda olumlu gelişmeler yaşanıyor. Örnek projeler yapılıyor. Ama bunlar 56 binden fazla okulu olan bir bakanlıkta, binde bir oranında değil. Milli Eğitim Bakanlığı’nda kütüphaneci personel sayısı sıfır. 2023 vizyonuna uygun bir kütüphane politikası izlenmeli ve ülkemizde kamunun hizmeti olan okul kütüphaneleri yaygınlaştırılmalıdır. Kaliteli bir eğitim ve okuyan bir nesil için kaybedecek zamanımız yok”.

 

Geleceğin Çocukları Vakfı “Kitap Okuma Kulübü” kuruyor

Sivil toplumun ve elbette tek tek bireylerin kütüphane oluşturma, okullara kitap sağlama konusundaki girişimleri de bir hayli önem taşıyor ve desteklenmesi gerekiyor. Geleceğin Çocukları Vakfı ve Aysın-Rafet Ataç Halk ve Hukuk Kütüphanesi de çocukların eğitimine, kitaba ve kütüphaneye değer veren iki örnek kurum olarak karşımıza çıkıyor…

1997 yılında kurulan “Geleceğimizin Çocukları Vakfı”, çocuklara eğitimlerini sürdürebilecekleri yaşam alanları sağlamak, fiziksel ve ruhsal açıdan sağlıklı bireyler yetiştirerek onları topluma kazandırmak için çaba sarfeden bir vakıf. Vakfın danışma kurulu üyesi Hülya Akgün, çocukları kitapla, edebiyatla buluşturmak üzere gerçekleştirecekleri projeleri anlattı:

“Kitap için ayrılan bütçenin dünya ortalaması 1,3 dolar iken, Türkiye’de bir kişi kitaba yılda ancak 0,45 dolar harcıyor. Dünyada çocuklara özel günlerde kitap hediye edilmesi sıralamasında Türkiye 180 ülke içerisinde 140’ıncı sırada yer alıyor. Oysaki çocuklara kitap hediye edildiği zaman çocukların okuma becerisi gelişir, okumak alışkanlığa dönüşür ve beraberinde alışkanlık sorumluluğu geliştirir, bilinç büyümesi başlar. Kapasite gelişimi fiziksel gelişim gibidir. Kapasite, farkındalığı yaratır, sonra düşünce üretimi başlar. Üretilen her yararlı düşünce topluma doktor, öğretmen, bilim insanı vs. olarak geri döner.

İşte bu bildiğimiz ama bir türlü yeterli vakit ayıramadığımız önemli konuda Geleceğimizin Çocukları Vakfı olarak böyle bir projede bizimle yer almaya istekli yayınevleriyle beraber bir girişime adım attık. Vakıf gönüllülerimizin düzenli aralıklarla çocuklarla buluşup, kitap okuyacakları, okudukları kitaplar hakkında düşüncelerini paylaşacakları, kitabın sevdikleri ve sevmedikleri bölümlerini, karakterlerini tartışacakları ‘Çocuk Okuma Kulübü’nü kuruyoruz. Farklı yaşlardan onlarca çocuk, mevcut olan ya da tohumlarını ekeceğimiz edebiyat tutkusunu paylaşmak için kitap okuma kulüplerimizde bir araya gelecek. Aylık toplantılarımıza mümkün oldukça değerli yazarlarımızın da katılmalarını planlıyoruz.

Geleceğimiz olan çocukların kendilerini geliştirmelerinin ve edebiyattan aldıkları zevki paylaşarak artırmanın peşindeyiz. 2015 yılı sonunda kurulan bu işbirliğinin ilk adımı için vakfımızın daha önceden de çalışmalar yaptığı Zeytinburnu Çocuk Yuvası’nda olacağız. Her biri ortalama 20 kişiden oluşan ortaokul ve lise öğrencilerinin her ay iki akşam bir araya geleceği yuvamızın değerli eğitimcilerinin de bize katılacağı bu okuma etkinliklerinde, işbirliği yaptığımız yayınevlerinin liderliğinde belirlenen kitap listesi üzerinden gidilerek her ay bir kitabı iki saat boyunca konuşacağız, tartışacağız.”

Program hakkında bilgi almak ve vakıf gönüllüsü olmak için: gcvakfi@gmail.com

İstanbul’un Göbeğinde Bir Hazine

Belki çoğunluğun haberi yok ama İstanbul’un orta yerinde, Şişli-Bomonti’de 55 bin civarında yayınla hizmet veren bir kütüphane var: Aysın-Rafet Ataç Halk ve Hukuk Kütüphanesi. Kültür ve eğitime destek vermek amacını güden Aysın-Rafet Ataç Vakfı’nın kurduğu kütüphane, öğrencilerin başarılarına katkıda bulunmak ve teşvik etmek amacıyla başarılı öğrencilere maddi yardım yapıyor, Doğu ve Güneydoğu’daki köy okullarına kitap bağışında bulunuyor, çeşitli kampanyalara kitap yardımıyla destek vererek kütüphane kurulmasına yardımcı oluyor. Vakıf ve Kütüphane Müdürü Hatice Sezer’den bir hazine değerindeki bu vakıf ve kütüphanenin hikâyesini dinledik. Sezer, vakfın kurucusu Rafet Ataç’ın fikirlerini de bizimle paylaştı:

“2001 yılında Aysın-Rafet Ataç Kültür ve Eğitim Vakfı çatısı altında kurulan Aysın-Rafet Ataç Halk ve Hukuk Kütüphanesi, barındırdığı 55 bin civarında yayınla bilgi hizmeti vermenin yanı sıra bir döneme tanıklık etmiş geniş bir dergi arşivi ve hukuk kitaplığıyla tam teşekküllü bir kütüphanedir. Kütüphane oldukça geniş kaynakçaya sahip ve çoğu seçilmiş eserlerdir. Tarih, coğrafya, arkeoloji, sanat ve genel kültür gibi kitapların yanı sıra çok eski tarihli ciltlenmiş mecmualar bulunmaktadır. Aysın-Rafet Ataç Halk ve Hukuk Kütüphanesi kaynak açısından İstanbul il sınırları içinde ikinci büyük vakıf kütüphanesidir. Eski-yeni pek çok eseri barındıran kütüphane için vakfın kurucusu Rafet Ataç fikirlerini şöyle dile getirmektedir: ‘Bilginin paylaşılarak çoğaldığı günümüzde Türkiye’de pek çok özel girişimin imkânlarıyla özel kütüphaneler kurulmaya başlanmıştır. Bilginin internete teslim olduğu bir dönemde yaşıyor olsak da internet sandığımız kadar tek tıkla bilgiye ulaşma konusunda mucizeler yaratamıyor. Örneğin, 1930’larda toplumun nelerle meşgul olduğunu, nelere ilgi gösterdiğini, birebir şahit olmuş bir dergiden öğrenmek o bilgilerin kaynağının doğruluğunu gösterir. Kültürü korumak için çok iyi donanım ve teçhizat gerekmektedir. Devlet bu anlamda yeterli desteği vermiyor. Çok külfetli olan ‘bilgiyi saklama ve koruma’ işlemleri çok uzun zaman diliminde gerçekleşen faaliyetlerdir. Bu da Batı ile aramızdaki farkı ortaya çıkaran faktörlerdendir’”.

“Eğitim, Kütüphane Sistemiyle Korunur”

Hatice Sezer, Rafet Ataç’ın kütüphaneciliğin okul yaptırmaktan daha önemli olduğuna işaret ettiğini belirtiyor ve Ataç’ın bu konudaki fikirlerini de aktarıyor: “Türkiye’de kütüphane sistemi yetersiz düzeydedir. Kütüphanecilikte en önemli davranış, mevcudu yenileri ile takviyedir. Bilgi yenileme ve birikiminde kütüphanelerin devamlı yeni kitapların alımına gitmesi esastır. Eğitim, kütüphane sistemi ile korunur. Kütüphanecilik okul yaptırmaktan daha önemlidir. Belli gelir düzeyinde olan insanlarımızın bu konuya önem verip çalışmalarını daha hızlı ve geniş alandan desteklemesi, çoğaltılması gerekmektedir.”

&&&
  • “Önce Kul Kültürü Kırılmalı”
 Ahmet Ümit’le Söyleşi: Neşe Pelin Kaya, Fotoğraf: Reyyan Kızılkaya

Ahmet Ümit’le son romanı “Elveda Güzel Vatanım” hakkında konuştuk. 1906-1926 yılları, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin bütün kademelerinde dolaşan Şehsuvar Sami’nin gözünden, gençlik aşkı Ester’e yazdığı mektuplar aracılığıyla anlatılıyor. Bir dava adamının gözünden “birey olmak” meselesine bakarken aslında biraz da günümüze ışık tutuyor Ahmet Ümit.

“Kitap ‘10 Ekim 2015 Cumartesi günü Ankara’da katledilen barış savunucularının aziz hatırasına…’ ithafıyla başlıyor”

“Böyle bir kitabın bu insanlara adanması gerektiğini düşündüm. Çünkü bu ülkede insanların öldürülmesi; karanlık güçler eliyle öldürülmesi, devlet eliyle öldürülmesi ne yazık ki bir gelenek. İttihat ve Terakki dönemi de aslında bu geleneğin çok yoğun olarak yaşandığı bir süreç. Ama daha öncesinde de son derece yaygın. Devlet kendi şehzadelerini öldürür, kardeşlerini öldürür kendi padişahını öldürür; padişah kendi oğlunu öldürür padişah kendi halkını öldürür. Roma döneminde de böyledir. Roma İmparatoru kendi halkını öldürür, kardeşini öldürür. Hitit döneminde de prensleri öldürürler. Devlet öldürmekten çekinmez. Eli kanlı bir yapıdır her zaman. Devletin bir vicdanı da yoktur zaten. Sadece ayakta kalmak için her şeyi yapar. Ne yazık ki günümüzde de bu gelenek sürüyor. Ve bu geleneğin en kanlı halkalarından bir tanesi Ankara’da bomba patlamasıyla yüzden fazla insanın öldürülmesi olmuştur. Bu insanlar isimlere ve sayılara dönüşüyorlar. Bunlar kaybolmasın diye ben bu romanımı onlara adamak gereği duydum. Bunu vicdani bir sorumluluk olarak gördüm. Bu kadar kanlı bir olaya bir yazar, bir insan olarak sessiz kalmam mümkün değildi. Hiç değilse o ölen insanlar için küçük de olsa bir şey yapmış oldum.”

“Tümüyle geçmişte geçen ilk romanınız. Kitabın dili eski bir dil değil ama kimi eski kelimelerin yerinde kullanımı okuru o dönemin atmosferine çekiyor. Bunda günlük hayatın küçük ayrıntıları, bir yemek adı, bir eşya da etkili oluyor. Ve sizin çok geniş bir okur kitleniz var. Dili kullanırken nelere dikkat ediyorsunuz?”

“Ben aslında daha önceki eserlerimde de bunu kullandım. Mesela ‘Patasana’da bir günümüzde geçen bölümler vardır bir de Hitit döneminde geçen bölümler. Dolayısıyla o dönem Hitit metinlerini okudum ve arkaik, şiire yakın bir dil oluşturdum. Bu romanda da tümüyle Osmanlıca bir dille yazsaydım okur metinden kopar, bir yabancılaşma olurdu. Ama metnin anlaşılmasını engellemeden o dönemin ruhuna gidecek, dönemi hissedebileceğimiz bazı sözcükleri bulalım dedim. Bu nedenle bu romanda bazı eski Osmanlıca kelimeleri seçtim. Tabii yeni kuşağın bu sözcüklerden hiç haberi yok. Sonuçta gençlerden bir eleştiri gelmedi; romanı okuyor ve anlıyorlar.”

“Bu kitapta yazmak da önemli bir mesele. Yazmak yaşamak ikileminde kalmış bir karakter çünkü Şehsuvar Sami. Siz kendinizi bu ikilemin neresinde görüyorsunuz?”

“İkisi artık birbirinden çok ayrılmıyor. Ben 1982 yılında yazmaya başladım. Demek ki 22 yaşından beri yani 33 yıldır yazıyorum. O günden bu yana yazmak başka yaşamak başka bir şey gibi bir durum ortaya çıkmadı. Bir tercih durumu da ortaya çıkmadı, umarım çıkmaz. Çünkü yazmayı çok seviyorum ve hayatın bir parçası olarak görüyorum. Şehsuvar Sami için bu biraz farklıydı; o bir tercih yapmak zorundaydı. Ya yazmayı ve aşkı seçecekti yahut da örgütü ve ihtilali seçecekti. O örgütü ve ihtilali seçti. Ben böyle bir seçim yapmak zorunda kalmadım.”

“Siz Şehsuvar Sami’nin yerinde olsaydınız nasıl davranırdınız?”

“Emin değilim ama ben de onun gibi davranırdım. Öncelikle ülkemde bu kadar sorun varken sevgilimle Paris’e gideyim şahane bir hayat yaşayayım demem zor olurdu. Hele gençken daha zor bu işler. Çünkü gençken insan daha farklı düşünüyor; yaşlandıkça daha farklı düşünüyor. Sanırım onun gibi davranır sonunda onun gibi de mutsuz olurdum. Çünkü Şehsuvar Sami herhalde benden başka biri değil.”

“Romanın ana örgüsü tarihi gerçekler üzerinden ilerliyor. Enver Paşa, Talât Paşa, Hüseyin Cahit, Sultan Abdülhamit hatta Agatha Christie’ye bile rastlıyoruz karakterler arasında. Bu tarihi kişilikleri yazarken zorlandınız mı?”

“Hayır çok zorlanmadım. Çünkü onlar hakkında çok metin var. Daha önemlisi onların kendi notları, günlükleri, mektupları var. Dolayısıyla bir portre çıkıyor. Sorun şu; bu karakterlere bakarken ideolojik kalıplardan, politik önyargılardan kurtulmak lazım. Çünkü benim de bir politik görüşüm var ve o politik perspektiften bakıyorum. O politik perspektiften baktığım zaman onları olduklarından daha olumlu ya da daha olumsuz görebilirim. Bu nedenle bu romanın da kahramanı olan tarihin gerçek aktörleri üzerine çok farklı kaynakları okudum. Ve farklı kaynaklardan her biri için kafamda bir profil çıkarmaya çalıştım. Benim için bu süreç zor olmadı hatta bayağı eğlenceli oldu.”

“Sansürün, gazeteci cinayetlerinin yaşandığı, iktidar baskısının olduğu bir dönemde mazlumken zalim olan bir örgütü, İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni anlatıyorsunuz romanda. Bu cemiyeti içerinden bir adamı baş karakter yaparak anlatmayı seçmişsiniz. Ters bir bakışla içeriden bir adamı kuryelik, fedailik, hafiyelik yapan Şehsuvar Sami’yi anlatıyorsunuz.”

“Aksi takdirde okur o örgütün içine giremezdi. Dışarıdan bakan romanlarda biz romanı okuruz, enteresandır, ama romanın içine giremeyiz. Bu teknikte okur doğrudan hikâyenin içerisine giriyor ve kendini Şehsuvar Sami’yle özdeşleştirmeye başlıyor. Bir de başka türlü anlatmak çok zor olurdu. Çünkü Şehsuvar Sami’yi İttihat ve Terakki’nin bütün önemli olaylarının içine soktum. Şemsi Paşa’nın öldürülmesi, Babıâli baskını, 31 Mart ayaklanması, 1. Dünya Savaşı, Enver-Talât çatışması bunların hepsine onun gözüyle, onun yaşadıklarıyla şahit olduk. Hem deneyimlerini hem de hesaplaşmasını gördük. Hem de onun bu buhranı içerisinde kendisine sorduğu sorularla birlikte bir insanın 20 yıllık savruluşunu işledim. Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü, 1. Dünya Savaşı’nın patlaması, Cumhuriyet’in kurulması ve daha sonrasında yaşanan büyük olayların bir insanın kaderini nasıl etkilediğini görüyoruz. Şehsuvar Sami de bu açıdan elverişli bir seçimdi.”

“Zaman diliminin seçimi de çok önemli; belki tarihimizin en hareketli 20 yılını, 1906-1926 arasını, birçok tarihi olayı belli bir elemeden geçirerek anlatıyorsunuz.”

“Burası kırılma noktası. Bu toprakların belli kırılma noktaları var. Osmanlı’nın dağıldığı dönem de onlardan bir tanesi. İpuçları 1906’da başlıyor 1908 Meşrutiyet’in ilanı, 1914’te savaşa girmemiz, 1918’de yenildiğimizin kesinleşmesi sonra Cumhuriyet’in kurulması. Bunlar ülkenin kaderinde çok önemli şeyler ve tüm bunları birlikte ele almak istedim. Çünkü bugün yaşadığımız sıkıntı ve sorunları çözemedik. Yani bugün demorasimiz yok, hâlâ ülke kalkınamamış, hâlâ iç barışı sağlayamıyoruz, hâlâ laiklik-dinci-Kürt-Türk-alevi-sünni ayrımları var. Dolayısıyla bunların tarihte bir yerlerde izleri olması gerekiyordu. Bu nedenle geçmişe gittim; doğru gitmişim. Çok verimli bir dönemmiş; yazmak için çok iyi malzemeler sundu bana.”

“Romanın hazırlık evresinde neler yaptınız?”

“‘Elveda Güzel Vatanım’ beni yoran kitaplarımdan biri oldu. Belki de en çok yoran kitabım. Çünkü İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin pek çok yönü var. Mesela Fatih Sultan Mehmet’i daha kolay yazdım. Daha görkemli bir dönem olmasına rağmen daha kolay yazılıyor. Mevlana ile Şems’i de daha kolay yazdım. Ama bu dönemde o kadar çok bilgi var ki iş zorlaşıyor. İki türlü araştırma yaptım. İlk olarak İttihat ve Terakki’nin bulunduğu bütün coğrafyayı gezdim. Jön Türklerin ilk dergileri Meşveret’i çıkardığı Bonaparte sokağı 25 numaraya, Paris’e gittim. Sonra Selanik’e gittim. Manastır, Ohrid, Resne, Üsküp; bunlar hep İttihat ve Terakki’nin önemli yerleri. Buraları dolaştım, İttihat ve Terakki’nin izlerini aradım adeta. Bu araştırmanın çok faydası oldu. Onların gittikleri yerleri dolaşmak, çıktıkları dağları görmek eseri besledi. İkincisi de çok okuyarak oldu. Çok fazla malzeme vardı dönemle ilgili. Hatta masamdaki kitaplar da o çalışmadan kalma. Yüzlerce kitap karıştırdım. Benim için de faydalı oldu çünkü ben de bilmiyordum İttihat ve Terakki’yi; yazarken öğrendim. Çok yoğun bir emek çok yoğun bir çalışma olduğunu söyleyebilirim gerçekten. Sonuç iyi oldu hem iyi bir roman ortaya çıktı hem de aslında ders kitabı olarak okutulacak denli derli toplu bir İttihat ve Terakki anlatısı oluştu.”

“Kültürel mirasın korunmasına pek de önem veren bir ülke değiliz. ‘Elveda Güzel Vatanım’ı yazarken yoğun bir araştırma yaptığınızı söylüyorsunuz. Bu araştırma sırasında ne gibi zorluklarla karşılaştınız? Ne yapılsa daha iyi olurdu?”

“Öncelikle ülkemizde çok yalan var. En büyük yalanlardan biri de şu: Şanlı tarihimizle, şanlı ceddimiz, şanlı atamızla çok övünürüz. Oysa tarihi olan hiçbir kurumumuz korunmuyor. O dönem kullanılmış binaların hepsini yıkmışız. Roma döneminden, Hitit döneminden, Helenistik dönemden bahsetmiyoruz sonuçta, Osmanlı döneminden bahsediyoruz. İstanbul’da bir sürü çeşme şu anda çöplük olarak kullanılıyor. Yani Osmanlı’dan, atamızdan, ceddimizden kalan yerler. Birincisi bu, İttihat ve Terakki için önemli olan mekânların yıkılmış olması. Birçok şey kaybolup gitmiş. Diğer zorluk ise şuydu: İttihat ve Terakki’ye üç farklı bakış açısı var. Bunlardan ilki kendi bakış açıları, yani daha çok ulusalcı diyebileceğimiz akımlar, kendilerini kusursuz olarak görüyor. İkinci olarak da Osmanlıcı bakış açısı var. Bu bakış açısı ise İttihat ve Terakki’yi tümüyle olumsuz görüyor. Yani Abdülhamit çok iyiydi ama İttihat ve Terakki korkunç, masonik bir örgüttü, Yahudilerle işbirliği içerisindeydi ve ülkeyi yıkmaya çalışıyorlardı diye düşünüyorlar. Üçüncü görüş ise Kemalist bakış açısı. Bu bakış açısı İttihat ve Terakki kökenli olmasına rağmen bu örgütü onlar da unutturmaya çalışıyorlar. Bu üç bakış açısının da birleştiği noktaları almak gerekiyor anlatıda. Yani o zaman hakikate yakın bir şeye ulaşmak mümkün oluyor. Çünkü herkes kendi açısından anlatıyor. Eğer İttihatçıların gözünden Abdülhamit’i yazsaydım kötü bir adam portresi çizecektim. Yahut Kemalistlerin gözüyle yazsaydım yine kötü biri çıkacaktı ortaya. Beni ilgilendiren o insanların politik görüşlerinden çok insan olarak vasıflarıydı. Mustafa Kemal’i de Talât Paşa’yı da Enver Paşa’yı da öyle anlattım. Ortaya çıkan sonuçlara baktığımız zaman bu insanların tarihteki rolleriyle de yansıtıldığını görüyoruz. Yani İttihat ve Terakki diye bir örgüt ortaya çıktıysa demek ki Abdülhamit dönemi baskıcı bir dönemdi. Sonra İttihatçılar da despotik bir yapıya dönüştü. Dolayısıyla üç bakış açısının da doğru ve yanlışlarını değerlendirerek ortak noktayı bulmaya çalıştım. Bu da beni epey zorladı açıkçası.”

“‘İktidarı değiştirmek zordur ama daha zoru kültürü değiştirmektir’ diyor Ester romanda. Yazarken bu kültür değişimine hizmet ettiğinizi düşünüyor musunuz?”

“Bütün amacım bu kültür değişimine katkıda bulunmak. Bizim ülkemizdeki bence en önemli mesele değiştiremediğimiz kültür: Kul kültürü. 3 bin beş yüz yıllık çok güçlü bir tarih var bu topraklarda. Hititler, Mısır, Roma ve Osmanlı; bunlar çok güçlü süper-devletler ve kul kültürü var topraklarında. Yani insanları birey değil. Hitit Kralı diyor ki ben yetkiyi Tanrı’dan alıyorum yani sen kulsun. Dolayısıyla benim iktidarım kutsaldır ve benim ağzımdan çıkan laf senin kaderini belirler. Roma İmparatoru da aynı şeyi söylüyor. Osmanlı İmparatorluğu da diyor ki ben Allah’ın yeryüzündeki gölgesiyim. Dolayısıyla sen kulsun. Aslında İttihat ve Terakki ile Mustafa Kemal’in yapmaya çalıştığı şey şu idi: Kul kültürünü kırmak ve vatandaş, yurttaş yaratmak. Çünkü yurttaş burjuva demokratik devriminin söylemidir. Artık bireyler vardır, yurttaşlar seçimde oylarını kullanır. İktidarı değiştirirler, hayatın her aşamasına katılırlar ve politika sadece bir kişinin ağzında değildir. İttihatçılar da Mustafa Kemal de bunu söylüyor ama başa geldiklerinde onlar da padişah olarak algılanıyor. Yani kul kültürü kırılmıyor. İnsanlar, vatandaşlar, bireyler çıkıp, arkadaş bu yanlıştır bunu yapma demiyor. Bu maalesef Cumhuriyet döneminde de devam ediyor. Çok partili seçim yapılıyor. Bu seçimlerde Adnan Menderes kazanıyor ama o da kul kültürünü kırmıyor. Demirel kırmıyor, Turgut Özal kırmıyor; arada darbeler var zaten bu kul kültürünü pekiştiriyor. Ve sonra Tayyip Erdoğan geliyor bu kültür yine kırılmıyor. Bugün asıl sorun kul kültürünün kırılmasıdır. Önce bu kırılmalı. Bu kitap biraz da bunu kırmaya yöneliktir. En sonunda Şehsuvar Sami’nin seçimi de odur zaten: Artık ben sizinle beraber yürümem.”

“Romanın en önemli meselesi bence ‘birey olmak’ ve bunu bir dava adamı olan, kendisini davasına adamayı tercih eden Şehsuvar Sami üzerinden işliyorsunuz. Onu eleştiren kişi de Ester. Ester’le çok güçlü bir kadın portresi çiziyorsunuz. Bana biraz Ester sizin sesinizmiş gibi geldi.”

“Doğru, biraz da öyle. Çünkü Ester o dönem için çok değerli. O dönem böyle kadınlar da var. Feminizm çıkmamış ama devrimci hayata farklı açılardan bakan, cesur kadınlar var. Bu romandaki en pozitif karakterlerden biri Ester. Bir anlamda benim sesim.”

“Tarihi romanlarda genelde çizilen cefakâr kadın profilinden çok farklı bir karakter.”

“Çünkü güçlü kadınlar çizmek lazım. Kadınları hep ikinci sınıf çiziyorlar; hayatta öyle değil aslında. Kadınlar gerçek hayatta çok güçlüler. Bugün kadın cinayetlerinin artmasının nedeni de kadınların güçlü olmasıdır. Kadınlar artık çalışıyorlar, ekmek parası kazanıyorlar; hıyarın biri gelmiş kadına baskı uyguluyor. Kadın niye çeksin onu? Boşanıyor. Boşandığı için de bu hıyar canavarlaşıyor öldürüyor onu. Kadınlar uyanıyor; öyle çizmek lazım, ötekisi gerçek değil.”

“Sizce toplumun bireyleşme sürecinde kadınlar daha mı erken uyandı? Daha mı erken farkına vardı bu durumun?”

“Şu anda o kadar ilkel bir baskı var ki kadınlar üzerinde. Kadınlar buna tahammül edemiyorlar. Dayanamadıkları için de kadınların isyanı, bu geri kalmış toplumda göze batıyor. Toplum bu isyanı bastırmaya çalışıyor. Öldürüyorlar, yasaklar koymaya çalışıyorlar; çünkü korkuyor toplum. Bunun bir uyanış olduğu kesin. Dünyada da bir uyanma var. Ülkede birtakım kurallar koyarak, baskılarla bu uyanışı durduramazsın. Artık internet diye bir şey var, sosyal medya diye bir şey var. Bugün Çin’de, New York’ta, Arjantin’de, Küba’da, nerede olursa olsun yaşanan her şeyi biliyoruz. Ben bir gazeteciyim artık siz de bir gazetecisiniz. Elinizde telefon varsa herkes artık gazeteci, bunu engellemek mümkün değil. Dolayısıyla dünyanın her yerindeki gelişmeler, medeniyetin aldığı durum, özgürlükler artık biliniyor. Kadınlar da biliyor. Kadınları engellemek mümkün değil; bu dönüşüm olacak.”

“Pera Palas da romanda çok önemli bir yer tutuyor. Neredeyse karakterlerden biri gibi”

“Evet burası tarihi bir bölge; Beyoğlu’ndayız şu an, burası eski ismiyle Pera. Cadde-i Kebir yani büyük cadde. Baktığımız zaman anıt binaların çoğu yıkılmış. Afrika Han, Rumeli Han, Hüseyinağa Camii, Galatasaray Lisesi, Mısır Han Apartımanı; bunlar anıt binalar. Pera Palas da onlardan bir tanesi. Sadece bir otel değil aynı zamanda bir dönemin başlangıcı Pera Palas. Batılılar Sirkeci’de trenden iniyorlar ve Pera Palas’a geliyorlar. Aslında Doğu’dan Batı’ya giriyorlar. O kapıdan girerseniz görürsünüz zaten arabesk tarzda yapılmıştır. Alexander Valery’dir oranın mimarı. Ve tabii bir dönemi anlatıyor Pera Palas. Türkiye’nin Batılılaşma dönemi. Şehsuvar Sami bir otelde kalacaksa ya Pera Palas’ta kalacaktı ya Büyük Londra Oteli’nde ya da Tokatlıyan’da. Pera Palas bana daha enteresan geldi. Bu tür binaları korumamız lazım bizim. Hiç değilse romanlarda kayıt altına alalım da kaybolmasın. Emek Sineması’nı ben ‘Beyoğlu Rapsodisi’ romanımda yazdım. 2003 yılında oradaki bütün binalar romanda geçer. Birileri beni envanter mi tutuyorsun diye eleştirmişti. Şimdi Emek Sineması yok işte. Burası öyle bir ülke ki vahşilerin, barbarların ülkesi. Zerafetten, incelikten yoksun bir ülke burası. Saygıdan yoksun bir ülke. Romanlarla ne kadar toparlayabiliriz, bilmiyorum. Şimdi de lümpenlerin ülkesi. Her şey yalan, her şey zerafetini kaybetti. Din zerafetini kaybetti, inanç zerafetini kaybetti, solculuk sağcılık her şey zerafetini kaybetti. Bayağılığın krallığını yaşıyoruz. Sanata sığınıyoruz biz de sağlığımızı korumak için. Öyle bir ülke ki Güneydoğu’da insanlar ölüyor, polisler ölüyor, halk ölüyor biz burada neşe içinde yaşıyoruz. Böyle bir millet mi olur? Bölünmüşüz aslında. Orada insanlar ekmek almaya çıkamıyor burada hayat olduğu gibi devam ediyor. Böyle bir vatan olur mu? Durum karamsar ama umutsuzluğa kapılmayalım.

 

Administrator
Editörden Yazı Atölyesi, Çağdaş Türk ve Dünya Edebiyatı’nı merkezine alan bir Websitesidir. Yazı Atölyesi’ni kurarken, okurlarımızı günümüzün nitelikli edebi eserleriyle tanıtmayı ve tanıştırmayı hedefledik. Yazarlarımız, Yazı Atölyesi’nde, edebiyat, sanat, tarih, resim, müzik vb. pek çok farklı alandan bizlere değer katacağını düşünüyoruz. Bu amaçla, sizlerden gelen, öykü, hikaye, şiir, makale, kitap değerlendirmeleri, tanıtımı ve film tanıtım yazıları, anı ve edebiyata ilişkin eleştiri yazılarla, eserlerinize yer veriyoruz. Böylelikle kitaplarınızla eserlerinizin yer aldığı Yazı Atölyesi’nde, dünya çağdaş edebiyatı ile sanatın pek çok farklı alanında değer katacağına inanıyoruz. Yazı Atölyesi kültür sanatın, hayatın pek çok alanını kapsayan nitelikli edebiyat içerikli haber sunar. Bu nedenle başka kaynaklardan alınan, toplanan, bir araya getirilen bilgileri ve içerikleri kaynak belirtilmeksizin yayına sunmaz. Türkçenin saygınlığını korumak amacıyla ayrıca Türk Dil Kurumu Sözlüğünde önerilen yazım kuralları doğrultusunda, yayınladığı yazılarda özellikle yazım ve imla kurallarına önem verilmektedir. Yazı Atölyesi, üyeleri ve kullanıcılarıyla birlikte interaktif bir ortamda haticepekoz@hotmail.com + yaziatolyesi2015@gmail.com mail üzerinden iletişim içinde olan, bu amaç doğrultusunda belirli yayın ilkesini benimsemiş, sosyal, bağımsız, edebiyat ağırlıklı bir dijital içerik platformudur. Katkılarınızdan dolayı teşekkür ederiz. http://yaziatolyesi.com/ Editör: Hatice Elveren Peköz Katkılarınızdan dolayı teşekkür ederiz.   http://yaziatolyesi.com/   Editör: Hatice Elveren Peköz   Email: yaziatolyesi2016@gmail.com haticepekoz@hotmail.com   GSM: 0535 311 3782 -------*****-------
BİR YORUM YAZIN
ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.