1.Dünya Savaşında, Balıkesir Esir Kampı | Aydın Ayhan
1.Dünya SavaşındaTürkiye Dışında Anadolu’da Esir Kampları
Birinci Dünya Savaşı boyunca pek çok cephede 200.000 den fazla esir verdik. Esirlerimiz hakkında bu güne kadar en önemli araştırmayı Sayın Cemalettin Taşkıran yapmış ve “1.Dünya Savaşında Türk Esirleri-Ana Ben Ölmedim” ve yayınlamıştır.
Biz burada o muhteşem çalışmaya elimizde bulunan bazı belgelerle biraz katkıda bulunmak istedik. Bu yazı ile esaret cehennemlerinde yaşayanları, oralarda gurbet acıları içinde can verenleri anmak istiyoruz.
Otuz yılı aşkın zamandan beri yapmakta olduğum yerel araştırmalar sırasında gerek Çanakkale cephesinde gerek 1.Dünya Savaşının diğer cephelerinde esir düşüp geri gelebilenlere rastladım.
Bu sırada elime Seydi Beşir Üsera Kampında kalmış Balıkesirli esirlerden İbrahim Ethem Bey’in arşivinden pek çok orijinal esaret fotoğrafları da geçti. Bu yazıda ayrıca bu fotoğrafları da değerlendirmek istiyorum.
Fotoğraflarda çok iyi giyimli, kravatlı, o zamanlardaki şıklık sembolü olan ellerinde bastonlar bulunan esirler görülüyor. Bunlar İngilizlerin propoganda için böyle giyinmeğe zorlayarak çektirdikleri fotoğraflardır. “Biz esirlere iyi bakıyoruz..” diyebilmek, kamu oyunda reklam yapmak istiyorlardı. Giysiler İngiltere hatta Kanada’dan getirtiliyor, giyinmeden fotoğraf çektirilmiyor, hatta o gün yemek verilmiyormuş.
Fotoğraflar içinde en ilgi çekici olanı esir kampında yapılmış bir kurgu fotoğraf. Fotoğrafta el ile çizilmiş nöbetçili bir esir kampı, içinde tam yüz elli esirin fotoğrafı. Resimlerin hemen üstünde: “Bugünkü acılarımızın intikamını alacak olan silah arkadaşları.” yazılı. Diğer yazıları büyüteçle de okuyamadım. Demek oluyor ki esir kampında fotoğrafı bulunan yüz elli kişi çektikleri acıların intikamını almak için yemin etmiş.
Her ne kadar Kızıl Haç raporlarında ve İngilizlerin beyanlarında esir kampları günlük güneşlik gösteriliyorsa da birileri intikam yemini alacak kadar kinleniyorsa insanlık dışı bir şeyler yaşanmış olmalı.
Resmin birinin üzerinde 14 yazılı bir esir kampı binası önünde kumlara uzanmış esirler görülüyor. Resmin arkasında “Seydi Beşir 1335 Esaret Hatırası” yazılı.
Ellerinde çeşitli müzik aletleri bulunan bir grup bulunduğu iki fotoğrafın birinde : “Milli Varlık Musikî Heyeti” ve diğerinde “Kamp 2 Musiki Heyeti” yazılı.
İngilizler esir kamplarında spor, müzik, tiyatro ve el sanatları gibi uğraşlara izin veriyorlardı. Fotoğrafların hepsinde kum üzerinde durulduğuna dikkat edilmeli. Çölde yazın o teneke barakalar kim bilir nasıl sıcak oluyordu.
Bazı toplu fotoğraflarda arkada fotoğrafçı perdesi olsa da yerdeki kumlar burasının çöl olduğunu hemen belli ediyor. Kıyafetlerin şıklığına, ayakkabıların parlaklığına,kravatlara dikkatinizi çekerim. Bazılarının yakalarındaki rozetleri çok güçlü büyüteçlerle incelediğim halde ne olduklarını anlayamadım. Ama “Kanada bayrağındaki yaprağa” benziyorlar. Fakat bir kaç rozet rozette bir müzik aleti olan lir fark ediliyor. Bu fotoğrafların ikisinin arkasında fotoğraftakilerin tam listesi yazılı.
Toplu fotoğraflardan birinde içlerinde İngiliz kamp görevlilerinin de bulunduğu futbol takımları bulunuyor. Hurma ağaçlarının altında maç yapılmış. Formaların farklı renklerde olduğu seçiliyor. Bazı esirlerin paltolu oluşlarından mevsimin sonbahar olduğu anlaşılıyor. Tek resimlerden birisi futbol kıyafetli bir delikanlının. Ne yazık ki yazı yok.
Esir kamplarından gelen resimlerin isimsiz olan bir kaçı dışında hepsinde “Esaret hatırası” yazılmış. Bir diğer isimsiz tek fotoğraf ise İngiliz bir kamp görevlisine aitdir.
Tek fotoğraflardan birinin arkasında “Esaret” başlıklı bir de şiir yazılı.
Bazı esri kamplarında Türk esirlere karşı oldukça acımasız davranıldıysa da, genel olarak subaylara oldukça toleranslı davranıldı. Erler daha güç şartlar altındaydılar.
İngilizler kesinlikle reddetmiş olsalar da Heliopolis Esir kampında gencecik askerlerimizin kasten kör edilmeleri de bir gerçektir.[1]
Esir sayısı az olan kamplarda esirlerimiz düzen içinde yaşamışlarsa da kalabalık kamplarda bölgecilikten doğan kavgalar da eksik değildi.[2]
Bazı Esir Kamplarında asıllı Türk esirler, kontrollü olarak yakın kasabalara ihtiyaçlarını görmek için, hattâ çalışmak için çıkabilmişlerdi.
Türkiye’deki Esir Kampları
Esir olarak getirilen asker veya siviller öncelikle tifo, tifüs, kolera gibi hastalıklara karşı aşılanıyorlardı. Bu nedenle Türkiye’de bulunan esir kamplarında salgın hastalık görülmedi. Esirler kamplarda tamamen serbest dolaşabiliyorlardı. Yemekler oldukça iyi idi. Kış gelince mevsime göre kalın giysiler verilmişti. Muharebe esnasında şapkalarını düşüren esirlere yeni ve uygun şapkalar temin etmek mümkün olmadığından. Hepsine fes verilmiş bazılarına Türk asker kaputları dağıtılmıştı.
Harp uzayınca tarımda çalışan genç rençperlerin askerde olması dolayısıyla depolardaki tahıl hızla azalmış, takviye edilememişti. Bu yiyecek sıkıntısı bütün orduyu etkilediği gibi halkı da etkilemişti. Haliyle esir kampları da etkilendi. Yemeklerin azlığından şikâyetler çoğaldı. Türkiye’de harp esiri olarak bulunmuş olan İngiliz, Fransız ve Rus esirlerin esir kamplarında çektikleri sefaletten şikâyet etmeleri bu yüzdendir.
Harp içinde Almanlar doğu cephesinde çok büyük sayıda Rus esir almış, bunların bakımları harp şartları içinde zaten sıkıntıda olan Almanları zor duruma sokmuştu. Bu Rus esirlerden Türk asıllı ve Müslüman olanların büyük bir kısmı ve Bazı Rus ve Romenler, biraz da Teşkilat-ı Mahsusa’nın esir kamplarında yaptıkları propagandanın etkisiyle işçi olarak çeşitli dallarda çalışmak üzere istekli olanlar Türkiye’ye getirilmiş, askere alınanların doğurduğu iş gücü açığı kapatılmak istenmişti. Böylece Almanya’nın esir yükü bir ölçüde azaltılmış, Türkiye’de de tarım ve diğer sektörlerde iş gücü açığı kapatılmağa çalışılmıştı. Bu esirlerin iaşeleri orduya aitti ve ayrıca çalışmaları karşılığı günlük ücret de alıyorlardı. Türkiye’de esirlerin bir kısmı tarım sektöründeki eleman açığını kapatmak için bazı çiftliklerde çalışmıştı. Bunlar çiftlik sahiplerinin gözetim ve sorumluluğunda bulunuyorlardı. Bu konuda Başbakanlık Devlet Arşivlerinde bulunan iki belge biraz ip ucu veriyor: “Gönen’de bulunan sekiz esirin paskalya münasebeti ile çiftlik sahibinden izin alarak başka köylerde vesikasız dolaştıkları bildirildiğinden, esirlerin bulunduğu yerleri gösterir cedvelin gönderilerek firarlarına meydan verilmemesi için gerekli tedbirin alınması..”[3]
Gönen’deki çiftlik sahibinin yanında çalıştırdığı esirlere Hıristiyanların dini bir günü için izin vermesi mühimdir. Esirler büyük ihtimalle o civardaki Hıristiyan köylerine gitmiş olmalılar. Harp yıllarında Türklerin bile vesikasız ve izinnamesiz bir yerden bir yere gitmeleri mümkün değilken esirlerin vesikasız dolaşmaları ilginçtir.
İzinsiz dolaşanlar mutlaka sorguya çekilirler, böylece casusluk ve kışkırtıcılık bir ölçüde önüne geçile bilinirdi.“Gönen’deki Tahran Çiftliğinden firar eden dört Hindli esirin yakalanması..”[4]
“Toros ve Amanos tünellerinde çalıştırılmak üzere gönderilecek İtalya ve Karadağ tebalı ameleye diğerleri gibi yövmiye verileceği,ayni yerde çalışan İngiliz ve Rus esirlerin mesailerine göre ücret ödenmesi..”[5]
“Bursa’da mekteplerin bayram mahallinin temizliğinde çalışırken firar eden Rus esirlerden Tatar Gafur oğlu Zinetullah ve Semiullah oğlu Habibullah’ ın yakalanması için gerekli tedbirin alınması..”[6]
“Karamürsel Saraycık Çiftliğinden firar eden dört Rus esirden üçü İzmit’te yakalanmıştır. Bunlar Samatya Esir Garnizonu’na sevk edilmiştir.”[7]
Alınan bazı esirler, madenlerde de çalıştırılıyordu. Harp içinde çok büyük ihtiyaç duyulan madenlerden birisi de, kurşun madeni idi. Harpten önce bir Fransız şirket tarafından işletilmekte olan Balya-Karaaydın Maden Şirketi, harpten dolayı kapatılmıştı. Bu madnelerde de Almanların nezaretinde Türk madencilerin yanı sıra, harp esiri çalıştırıldı.[8] 11 Kasım 1914 de Rus Donanmasının Karadeniz’de yaptığı harekâta cevap için Türk Donanmasına yeni katılan Goeben ve Breslau’ ında katıldığı bir harekâtla Rus limanlarını bombalamasıyla savaş durumu ve İngiliz- Fransız ortak donanmasının 1914 başından beri Türk kıyılarını ablukaya alması, zaman zaman Türk kıyılarını bombalamaları[9], 3 Kasım 1914 den itibaren Çanakkale boğazını bombalamağa başlamaları üzerine 11 Kasım 1914 de yayınlanan bir “İrade” ile biz de Almanların safında 1.Dünya Savaşına girdik.
Osmanlı Devleti daha harbe girmeden, hattâ daha taraf bile olmadan İngiltere önce İngiliz tersanelerinde Osmanlı donanması için yapılmakta olan savaş gemilerine el koymuş, harbin ilanıyla birlikte İngiliz ve Fransız limanlarında bulunan Osmanlı bandıralı gemilere el konarak mürettebatları harp esiri olarak tutuklandı. Bununla da kalınmadı, çeşitli sebeplerle İngiltere ve Fransa’da bulunan Osmanlı uyruklular da harp esiri olarak tutuklanarak kamplarda enterne edildiler.
Buna mukabil olarak Osmanlı devleti de kendi topraklarında bulunan İngiliz ve Fransız uyruklu olanları tutuklayıp harp esiri olarak çeşitli yerlerde harbin sonuna kadar tuttu. Sivil harp esirlerine harbin devamı içinde çeşitli cephelerde esir edilen İngiliz, Fransız ve Rus askerleriyle, Karadeniz’de ele geçirilen Rus kaptan ve denizcileri de katıldılar.
Sivil esirler aile ve çocuklarıyla birlikte oldukları için onlara bulundukları yerlerde otel[10] ve büyük konforlu binalar hazırlanıyordu. Sivil esirler oldukça varlıklı olduklarından rahatlıkla çok iyi yerler de kiralıya biliyorlardı. Bu sivil esirler bir kamp hayatı yaşamıyor, sadece ikamete mecbur tutuluyorlardı.
Asker esirler için de esir kampları olarak etrafı tel örgülü bir yer yoktu. Bunlara da çevrede kalınabilecek en konforlu binalar tahsis ediliyordu.[11]
İngiltere, Fransa, Rusya Büyük Elçilikleri ve konsoloslukları kapatıldığı ve diplomatik personeli ayrıldığı için kordiplomatik kurallar gereği bu ülkelerin uyruklularının işlerine Felemenk (Hollanda) Elçiliği ve temsilcilikleri bakıyordu.
Burada Türkiye’de tespit edebildiğimiz esir kamplarının bir listesini veriyoruz. Bazı yerler de sadece İngiliz, bazı yerlerde sadece Fransız esirler bulunurken, Balıkesir’deki esir kampı gibi pek çok yerde Fransız, İngiliz ve Rus esirler karışık bulunuyorlardı.
Harbiye Nezareti’nde esirlerin işleriyle ilgilenmek için harbin sonuna doğru biraz gecikmiş de olsa bir “Üsera Muamelat Şubesi kuruldu.[12]Bu şube gerek yurt içindeki sivil ve asker esirlerin işleriyle ilgilendiği gibi yurt dışında bulunan esir kamplarında bulunan sivil ve asker Türk esirleri ile Kızıl Haç teşkilatı vasıtasıyla ilgileniyordu. Bu teşkilat, dünyadaki bütün esir kamplarında esirlerin durumunu kontrol edip yetkili mercilere baskı yaptığı gibi esirler için para, ilaç, giyecek ve yiyecek yardımları sağlıyor, ayrıca aileleri ile haberleşmelerini para ve paket nakliyatını düzenliyordu.
Yabancı, uzak ülkelerdeki Türk esirlerle Dünya Salib-i Ahmer(Kızıl Haç) teşkilatı veya Amerika, Norveç, İspanya, İsveç, Danimarka gibi tarafsız ülkelerin elçi veya konsoloslukları ilgileniyor, mektup, para, paket, bibi malzemeleri esirlere dağıtmaya çalışıyorlardı.
Esir kampı(Üsera Garnizonu) bulunan yerlerde, esirler harbin sonu yaklaştıkça kısmen serbest bırakılıyorlarsa da. Uzak ve soğuğa nispetle çok zor şartlar altında bulunan Rusya’daki Türk esirler sıkıntı içinde yaşıyorlar, çoğu kez açlık, pislik ve çeşitli sıkıtılar sebebiyle oralarda vefat ediyorlardı.
Rusya’da bulunan Türk esirlerin en büyük şansı, oralarda hemen hemen her şehirde, yaşayan, Türkçe(Tatarca) bilen kısmen tahsilli olan Tatarlardı. Müslüman Tatar tüccar veya sanatkârdan kalabalık sayıda insan, kurdukları çeşitli yardım kuruluşu ve teşkilatla Türk esirlerine unutulmaz yardımlar sağlamış ve esirlerinin yurtlarına dönmelerine yardımcı olmuşlardı.
Türk esirlerin bir kısmı, bulundukları üsera garnizonlarının yakınlarında, kendilerine esareti kolaylaştıran bazı hanımlarla ilişki kurmuşlar, hatta evlenmişlerdi. Bu hanımların bir kısmı kendileriyle beraber kaçarak Türkiye’ye gelmek istemişler, fakat pasaportsuz olan ve evli olmayan bazı hanımların Türkiye’ye girmeleri engellenmek istenmişti.[13]
İngiliz Esirlerin Bulundukları Yerler
Bozkır, Isparta[14] Kırşehir- Mucur[15] (Sivil esirler) Bursa[16] Gediz[17] Kayseri- Talas[18] ve Develi[19] Aapsun[20] Kütahya[21] Eskişehir[22] Manisa[23](Sivil esirler için) Koçhisar[24](Sivil esirler için) Samatya[25]
Heybeliada (Burada Kuttülamare’de esir edilen general ve subaylar bulunuyordu.) Afyonkarahisar Usera Garnizonu[26] (Muhtelif gemi mürettebatı) Kastamonu ve Devrekâni[27] Aksaray ve Beyşehir[28](Fransız da var)[29] Çankırı ve Bolu[30] Niğde[31] Ayaş[32](Rus da var) İzmit[33] (Rus esirler) Muğla(Menteşe)[34] Nevşehir[35] Nusaybin[36]
Fransız Esirlerin Bulundukları Yerler
Zor[37] Yozgat[38] Kayseri[39] ,Develi ve Talas[40] Çorum ve Çankırı[41](Rus esir de var) Bursa[42] Mecitözü[43]Kırşehir[44] Taşköprü[45] ve Devrekâni[46] Koçhisar[47] Konya[48]Burdur[49] Niğde[50]
Rus Esirlerin Bulunduğu Yerler
Ayaş[51] Beypazarı[52] Beyşehir[53] Bilemedik(Haçkırı-Toros)[54] Gönen[55] Burdur[56] Sivas[57] Isparta[58](Çalıştırılmak için Almanya’dan gönderilmişlerdi.) Lüleburgaz[59] Merzifon[60] Tavşanlı[61](Yol yapımında Romen esirlerle beraber) Gelibolu[62]
Esirlerin Karışık Milletlerle Bulundukları Yerler
Balıkesir[63] Ankara[64] Elaziz[65] Babaeski ve Uzunköprü[66] Nevşehir[67] Bolu[68] Zonguldak[69] Düzce[70] Erzurum(Rus ve Ermeni esirler)[71] Biga[72] Mardin [73] (İnşaat taburunda) Osmancık ve İskilip[74] Bor ve Cumra[75] Akhisar[76] Trabzon, Cebel-i Lübnan ve Kudüs[77] Urfa[78] Seydişehir[79] Mihaliç[80] (Kereste fabrikasında Rus işçi esirler) Uluborlu-Abdülcebbar Çiftliği Sivrihisar-Kıranhamamı Aydın Konya Rize Söğüt(Müslüman esirler) Bilecik(Müslüman esirler) Bartın(Müslüman esirler) Mudanya(Müslüman esirler)
1.Dünya Savaşında Türk Esirler
Birinci Dünya Savaşı yıllarında, özellikle harbin sonuna doğru pek çok cephede esirler verdik. Bunlar esir düştükleri yer, ve esir düştükleri devletin durumuna göre, dünyanın çeşitli yerlerinde, esir kaplarında(üsera garnizonları) tutuldular. 1920 lerden sonra çeşitli şekillerde, kaçarak veya serbest bırakılarak memlekete dönebilmişlerdi. Esirlerimizin kaldığı yerlerin pek çoğu tespit esilmişse de, bir kısmı tespit edilememiştir. Dönen esirlerin anlattıkları ve Sayın Cemalettin Taşkıran’ın Kızılay ve Kızılhaç arşivlerinde yaptığı çalışmalarla tamamına yakını tespit edilen esir kamplarını aşağıya aldık.
Esirlerimiz bulundukları yerlerin özelliğine, esir kampı kumandanlarının durumuna, büyük şehirlere yakınlıklarına göre farklı muameleler görmüşlerdir.
Rusya’daki esirlerimiz, coğrafi farklılıktan dolayı soğuktan çok çekmişler, 1917 deki Bolşevik İhtilâli sonunda ortaya çıkan karışıklıklarda dolayı da zor durumlara düşmüşlerdi. Ama Rusya’da esir bulunan Osmanlı askerlerinin en büyük şansları, hemen hemen Rusya’nın her tarafında yayılmış bulunan, Müslüman Türk-Tatarlar ve bunların kardeşçe, fedakârca yaptıkları yardımlardı. Müslüman Türk-Tatarlar, gerek esir kamplarında hayatta kalmak isteyenlere, gerek bir şekilde buralardan kaçanlara, gerekse serbest bırakıldıklarında geri dönmelerinde büyük yardımlar yapmışlardır.
Müslüman Türk-Tatarlar, gönüllü olarak, kendiliklerinde kurdukları Merkezi Moskova’da bulunan“esirlere yardım komiteleri” vasıtasıyla, çeşitli şekillerde toplanılan gıda, giyecek, para ve sıhhi yardımlarını esirlere iletmişler, onları kardeşleri gibi bağırlarına basmışlar, bir şekilde vatanlarına kavuşmaları için her şeyi yapmışlar, hattâ tutuklanmışlar, hapislerde yatmışlardı.
Esirlerimiz için Hilâl-i Ahmer temsilcisi olarak Rusya’ya giden Yusuf Akcuraoğlu, burada temas kurduğu Türk-Tatar Yardım Cemiyetleri şunlardı:[81]
1. Moskova Millî Şûrası Huzurunda Türk Esirlerine Yardım Komitesi
2. Simbir Vilâyeti Müslümanları Şûrası Türk Esirlerine Yardım Komitesi
3. Simbir Vilâyeti Türk Esirlerine Yardım Kadınlar Cemiyeti
4. Tombof Müslüman Cemiyet-i Hayriyesi
5. Ufa Türk Esirlerine Yardım Komitesi
6. Kazan Türk Esirlerine Muavenet Cemiyeti
7. Saritin Müslüman Cemiyet-i Hayriyesi Yardım Komisyonu
8. Kostrama Türk Esirlerine Yardım Komitesi
9. Orenburg Müslüman Komiserliği Esir Türklere Yardım Komitesi
10. Toman Müslüman Esirlere Yardım Şubesi
11. Tobolsk Müslüman Esirlere Yardım Cemiyeti
12. Penza Vilâyeti Müslümanlar Millî Şûrası Esirlere Muavenet Komisyonu
13. Ekaterinburg Türk Esirlerine Yardım Komisyonu
14. Çilabi Türk Esirlerine Yardım Komitesi
15. Nijni Novgorod Türk Esirlerine Yardım Cemiyeti
16. Astrahan Türk Esirlerine Muavenet Komisyonu
Türk-Tatar Cemiyetlerinin yardımları sayesinde binlerce Türk esir hayatta kalmış, memleketlerine dönebilmişlerdi. Mesela; Ufa Türk Esirlerine Yardım Komitesi, esirlere birkaç ay içinde, on beş, yirmi bin rublelik yiyecek yardımı dağıtmışlardı. Moskova Millî Şûrası Huzurunda Türk Esirlerine Yardım Komitesi, bayramlarda Türk esirleri toplayarak evlerinde misafir edip, yedirmiş, içirmiş, giydirmişlerdi. Kazan Türk Esirlerine Muavenet Cemiyeti, esir Türk subaylarını kaplardan çıkarıp, kiraladıkları evlere yerleştirmiş, ve yardımlarla geçimlerini temin etmişlerdi.
Rusya’da Tatarların çıkardıkları bütün gazeteler, kardeş Türk esirlere yardım için yazılar, haberler, makaleler yazarak kampanyalar açmışlar, yardımların sürekliliğini sağlamışlardı.
Çarlığın yıkıldığı, iç savaşın devam ettiği o karanlık günlerde, Tatarlar, Türk esirlerin umut kaynağı olmuşlar, her türlü zorluğa göğüs gererek yardımlarını sürdürmüşlerdi. Meselâ; Tubolsk’un en ünlü ve zengin tüccarlarından Miftahettin Buharayef ve Petrograd ulemasından Lütfü İshakî, Çar hükümeti tarafından aylarca hapsedilmişlerdi. Burada, bu yazıyı vesile kılarak, o zor günlerde esirlerimize maddi, manevi her türlü yardımı esirgemeyen o insanlara, o fedakâr Tatarlara bütün Türk Milleti adına teşekkür ederim. Allah, hepinizden razı olsun.
Dünyanın Çeşitli Yerlerinde Türk Esirlerin Kaldığı Esir Kampları(Üsera Garnizonları)
(Bu listenin hazırlanmasında büyük ölçüde sayın Cemalettin Taşkıran’ın 1.Dünya Savaşında Türk Esirleri-Ana Ben Ölmedim- isimli eserinden yararlanılmıştır.)
İngiltere
Londra (Bazı sivil Türk esirler)[82]
Hindistan’daki İngiliz Esir Kampları
Sumerpur Kampı (Rajputan Eyaleti)[83] Ahmad Napar Kampı(Bombay) Bellary Kampı[84] Kalküta İstasyon Kampı Kataphar Tognung(Tugon) Mindalay Loğun Seylan Adası[85] Hindi Çinî Thatmyo- Burma[86] Shwebo (Nekahat Kampı) Meiktila(Mandalay Vilâyeti)[87] Pancio Rangon (Geçiş Kampı) Yanpu Yanguyen Tad Mebu[88] Tayetmo[89](Thayetniyo) Taytep[90] Mısır Seyd-i Beşir Seyd-i Beşir – Quesna Osmanlı Üserayı Harbiye Kampı[91] Raseltin İskenderiye[92] Gabari Cezaevi[93] Kahire alesi[94]Zeytun Esir Karargâhı(Kahire yakınlarında)[95] Kahire – Kasr-el Nil Esir Kampı[96] El Ferdan Hayfa[97] (Osmanlı memur ve askeri personelin aileleri) Heliopolis Abbasiah Mandi Port Sait El Kantara İsmailiye Bil Beis Kunaytır Nasiriye Remle Tor(Tura) Tel-el Kebir Zekanyun[98] Zekazik[99] Mondoros ve Sakız [100] (Geçici esir kampları)
Kıbrıs
Magosa[101] Larnaka Irak (Geçici sevk kampları) Bağdat – Kazımiye[102] Basra[103] Hinadi[104]
Aden Yemen[105]Sana Malta Adası Rogerben Kalesi[106] Malta Salvator Kalesi[107] Malta Polverista Kalesi[108]Malta Verdalla[109] Man Adası (Kuzey İrlanda) Knockaloe Esir Karargâhı[110] Guyana (Şeytan Adası) Selanik ve Dudular [111]
Fransız Esir Kampları
Bézeiers ve Pinyan (Havar Eyaletinde) Mentpelier Marsilya Boujan Çalışma kampı Pradelaine Çalışma kampı Mas du Ministre Çalışma kampı Motte Çalışma kampı Korsika- Bastia Çalışma kampı Korsika-Borgo Çalışma kampı Korsika-Ortale Çalışma kampı Korsika-Casabianda Çalışma kampı Karezon[112] De Lounge (sivil esirler için) Pontmain(sivil esirler için) La chartrouse(sivil esirler için)
Romanya’da Türk Esirlerin Bulunduğu Yerler[113]
Tomali Dobravat Mastacani Şipote Barkand ve Saint Freres Galati Husi[114]
İtalya’da Türk Esirleri Bulunan Yerler
Luka Kasabası[115] Tripoli[116] Bingazi[117] Cenova[118] Saint Margarit[119]
Sırbiye’de(Sırbistan) Türk Esirleri Bulunan Yer
Zaycar[120]
Yerlerini Tam Olarak Tespit Edemediğim Kamplar
Tatço Karargâhı ve ona bağlı Saybo[121] Suvayya Rjansan[122]
Esaretten Dönenlerin Enterne Edildikleri Yerler
Azinora Adası (Yunanistan)[123] Nantav – Şangay[124]
İtalya’da Türk Esirleri Bulunan Yerler
Luka Kasabası[125] Tripoli[126] Bingazi[127]Cenova[128] Saint Margarit[129]
Sırbiye’de(Sırbistan) Türk Esirleri Bulunan Yer
Zaycar[130]
Hindistan ve Birmanya’da Yerlerini Tam Olarak Tespit Edemediğim Kamplar
Tatço Karargâhı ve ona bağlı Saybo[131]
Suvayya
Rjansan[132]
Esaretten Dönenlerin Enterne Edildikleri Yerler
Azinora Adası (Yunanistan)[133]
Nantav – Şangay[134]
Rusya’da Türk Esirlerin Bulunduğu Yerler[135]
Kars- Satılmış Gedik Karantina Merkezi
Petrovsk Armavir Batum Gori Vladikafkas-Ordjonikidze Maytop Bielaritzenkaya Tuays Kiev(Ukrayna) Harkov(Ukrayna) Dnepra-Petrovsk(Ukrayna) Ekatirinador(Ukrayna) Kaleşkur(Ukrayna)Yuzovka(Ukrayna) Donetsk (Ukrayna) MoskovaPetrograd Tambov Varonej Nijni Novgorod Gorki Penza Tula Kalagula Arkhangelsk Ufa Kazan Orenburg Saratov Ulyanovsk-Simbirsk
Azorkey Anapa Beltesensky – Karsk Çoklamya Semipaletinsk Samara[136](İstep Karargâhı’nda bazı sivil esirler de var.) Samara-Kurbişev Nijninovograd Troitzki Orenburg Taşkent Omsk Tomsk Çita İrkutsk İrkorksk İrkutak Nijni Udinsk Ekatarinburg Sretensk Vladivostok Nikolskussurisyk Haborovsk
Verhneyudinsk-Ulan Ude Çelyabinsk Topolsk Sepaskay Park İstep[137]İşim Nikolsy Novonikolavesk
Krasnoyarsk[138](Voyenni Gorodok Üsera Garnizonu)[139] Graynaski- Provariçka Yakutsk[140] Tiflis[141] (Sivil esirler için)
Skotof[142]Avetschkaja Çalışma Kampı Balaschneja Çalışma Kampı Derschanelja Çalışma Kampı Nierderemaunaja Çalışma Kampı Armavir Çalışma Kampı Twerskaja Çalışma Kampı Simbirsky[143] Strawropol Kışlası Çalışma Kampı Strawropol Büyük Kışla Çalışma Kampı Strawropol Petrofskaya Demiryolu Çalışma Kampı Strawropol İstasyon Çalışma Kampı Hazar Denizi Tankin Adası[144] Viladiyvostok- Eskoto Kasabası[145] Viladiyvostok- Nikolsky Viladiyvostok – Pervriçka Vetluga Esir Kampı [146](Dom Lebidof)(Beyaz Deniz yakınlarında) Dauria [147](Sibirya İrkusk civarında)
Brezovka[148] Park[149] Haborovsky (Mançurya) Harbin[150](Mançurya) Kesita [151](Çin hududu yakınında)
Kahta(Moğol hududu yakınında) Trozkosavsk [152](Moğol hududu yakınında) Manarya(Moğolistan hududunda) Daurya(Moğolistan hududunda) Haylar(Moğolistan hududunda) Kansk [153](İrkuç civarında)Astrahan[154] Astrahan-Çurniyar Ryazan Rostov Perm VyatkaJaroslawl[155]İrbit[156]Kostruma[157] Kostruma- Çohlama Kostruma-Vetluga Kostruma-Varnavian Kostruma-Nerehta Kostruma-Makaryev PirvariçkaTambov Vilayeti Borisogleb Şehri (Osmanlı sivil esirler için çalışma kampı)[158] Tiflis Ufa [159] Totma[160] Vaoriba (Mançuri hududu yakınlarında) Varnavin[161] Venonikolaysk Volog[162] Veyatka[163] Yensesky Kaluga Uralsk Krasnoyersk Kozohova Varnavin Domçirkina Varansofsky Simbirsk Zabiliski-dom Malaşova-dom Lebedov Arhanjelsk Barnaul Kapal (Kırgızistan’da Türk,Avusturyalı ve Alman sivil esirler için)[164] Sahran(Kırgızistan’da sivil esirler için)[165] (Tespit edilebildiği kadarıyla Hilâl-i Ahmer kayıtlarına göre, Rusya’da 1457subay ve 17715 er esir bulunuyordu.)[166]
Son olarak, arşiv belgeleri arasında rastladığım, tüylerimi diken diken eden bir belgeden de bahsetmeden de geçemeyeceğim. Özetle şöyle:
”Bazı Arapların Dersaadet’e ve Vilâyata giderek harp sebebiyle dul ve yetim kalan nisvan ve etfali nikâh maksadıyla alarak Cava’da cariye ve esir olarak sattıkları, buna mani olunması, ve tedabirin alınması..”[167]
Harp korkunç bir şeydir. Yüz binlerce gencecik insan öldüğünde arkasında çaresiz yüz binlerce eş ve çocuk bırakır. O yıllarda kadınlarımızın dışarıda çalışıp ev geçindirmesi mümkün olmadığından çaresizlik ve açlık korkunç boyutlardaydı. Bu dönemde “Türk ve Müslüman bir eş” istiyorum diye Türkiye’ye gelen bazı Arapların bu çaresiz dul şehit eşlerini kandırarak, güya nikâh kıyarak, çocuklarıyla birlikte Cava Adasına götürdükleri, kadınları cariye olarak, çocuklarını da köle olarak sattıkları anlaşılıyor.
O zavallı insanlarımız dillerini, adetlerini bilmedikleri o yerlerde nasıl yaşadılar acaba. Kim bilir nasıl bir vatan hasretiyle, çaresizlik içinde yanıp tutuşarak ömürlerini tükettiler. Kimse onların farkında olmadı…Allah hepsine rahmet eylesin…
Ubeydullah Efendi’nin Seyd-i Beşir Üsera Karargâhını Anlatan Makalesi[168]
Seyd-i Beşir, İskenderiye’ye karadan takriben 20 km mesafede bir köydür. O köyün önünde, kumluk bir sahada üsera için müteaddid karargâhlar vardı. Bu karargâhlardan birinde dört yüz kadar muhtelif rütbelerde Osmanlı zabitanı içinde, ben de bulunuyordum.
Bu karargâh, zabitan karargâhlarındandı. Oradaki neferat hizmetçi neferlerdendi. Ümera için çadırlar ayrıydı. Ve her birine mahsus bir çadır verilmişti. Muhittin Paşa’nın çadırı iki direkli, dört köşe büyük bir general çadırıydı. Onun şarkında ve bir caddenin müntehasında benim çadırım vardı. Ben nasılsa askeri kaymakamlardan itibar olunmuştum. Garbında paşanın ve benim, erkân-ı harb kaymakamı Gümülçineli Hüseyin Bey’in hizmetçilerine mahsus ayrı bir çadır vardı. Cenup tarafındaki sahayı garben ümeranın çadırları, şarken de zabitanın çadırları işgal ediyor ve bu iki takım çadırlar arasında bir cadde hasıl oluyordu. Ben de bu caddenin müntehayı şimalinde caddeye nihayet veriyordum. Çadırımın kapısı caddeye nazır, yani cenuba müteveccih idi. Zabitanın çadırları büyük ve on ikişer kişilik çadırlardı. Herkese; iyi, temiz,demir zabit karyolaları ile temiz yataklar, üçer adet de battaniye verilmişti. Karargâh olan saha iki kat tel örgüsü ile muhat idi ve takriben yirmi dönümlük bir saha idi. Bu karargâhın nihayet cenubunda, müstakil zemin üzerine inşa olunmuş üç tane baraka vardı. Bu baraka şarktan birincisi, dahilen bir duvarla orta yerinden ikiye bölünmüş, şimal kısmı mescid ittihaz edilmişti. Bunun kurbunda abdest almak için bol sulu musluklar, ayrıca gusulhaneler vardı. Barakanın kısm-ı diğeri de, mekulat ve meşrubat ve melbusat satılır bir dükkândı. Bu barakaya şarkından takriben on metre mesafede, birincisinden tûlen daha uzun bir ikinci ve on metre daha şarkta ve ikinci baraka cesametinde bir üçüncü baraka daha vardı. Orta yerdeki baraka kahvehane suretinde kullanılıyor ve ismine kulüp deniliyordu. Şarktan birincisi de taamhane idi. Taamhane ile kulübün arasındaki saha mütbah ve kiler ittihaz olunmağa Salih olacak surette zemini asfalt, üstü de müsakkaf idi.
Kulüp ittihaz olunan barakanın cenup başına, kulüp idaresinin himmetiyle sahne ve bir perde yapıldı. Kulübe herkes aylı abone bedeli namıyla bir meblağ veriyor ve kahve, çay satmaktan başka, satıcılığa müteallik dükkânların kiralarından bir miktar hasılat alıyordu.
Binaenaleyh, sahne ve perde yaptıracak kereste ve malzemeyi almak ve doğramacı işletmek için harcı lazım olan paralar buralardan çıkıyordu. Belki bazı teberruat da oluyordu. Bir taraftan da içimizden oyuncu bir grup teşekkül ediyordu. Perdenin, sahnenin mühendisleri, mimarları, ressamları, doğramacısından maadâ her şey bizim içimizdendi. Perdenin hazırlanması on beş gün sürdü. Hazırlandıktan sonra da haftada üç gece oyun oynanmağa başlandı. Kemal’in “Gülnihal”i bile oldukça muvaffakiyetli bir surette oynandı. İçimizde kadın olmadığı halde kadın rolünü oynayacak zenne taklitçileri vardı. Sahne orada halkı eğlendirebilecek, halkın istifadesini mucib söz söyleyebilecek herkes için açıktı. Ara sıra konferanslar veriliyor, manzumeler okunuyordu. Velhasıl, alâm-ı kalbiye bir dereceye kadar tahdit edebiliyordu.
Seyd-i Beşir denilen yer karargâhtan görülebilir bir köydü. Hava fena değil, su pek alâ idi. Karargâha geldiğimiz zaman Muhittin Paşa meşiy ve harekete gayri kabil bir halde romatizmadan muzdarip ve bir eli boynunda asılı idi. Ben sıtmadan rahatsız idim. Bu rahatsızlıklar Seyd-i Beşir’de hep müntefih oldu. Muhittin Paşa’da tamamıyla kesb-i afiyet etti. Karargâhtaki üseradan yüzbaşı rütbesine kadar herkesin yevmiye dört buçuk şilin, Yüzbaşıdan aşağı dört şilin tahsisatı vardı. Adam başına iki şilin iaşeye gidiyordu. Karargâh bir İngiliz mülazımının zir-i muhafazasında idi. Bundan başka kendi içimizden de bir kumandanımız vardı ki, bu da Erkân-ı harb kaymakamı Gümülçineli Hüseyin Bey idi. Bir de iaşe heyeti vardı. İaşeye tahsis olunan iki şilin mukabilinde, iaşe heyetinin himmetiyle verilen para mukabilinde günde bir sabah kahvaltısı, bir öğle taamı, bir de akşam yemeği yeniyordu. Yemekler kemiyetçe kâfi, keyfiyetçe kusursuzdu. Haftada iki defa tatlı veriliyordu.
Karargâhta boş vakit geçirmeyenler çoktu. Lisan dersleri, musikî dersleri ile istifadeli, eğlenceli vakit geçirenler vardı. İçimizde izciler, futbolcular da vardı. Her gün ikindi üstü karargâh şimalinde mahsus büyük bir sahada futbol oynanıyordu. Haftada iki gün diğer mücavir karargâhlardaki aramızı tel örgüler fasl ediyor ve bu tel örgüleri arasında teşekkül eden sokağa her gün gazeteci geliyor. Arapça, Farsça, İngilizce, Mısır ve İskenderiye gazetelerini getiriyor bize satıyordu.
Herkes bu gazeteci vasıtasıyla istediği kitabı getirtebiliyordu. Gazetelerin mühim havadisleriyle ajans telgrafları her gün muntazaman Türkçe’ye tercüme olunarek kulübün duvarlarındaki mahsus levhalara talik olunuyor ve herkes bu suretle ahval-i aleme muttali oluyordu.
1.Dünya Savaşı Yıllarında Balıkesir Üsera (Esirler) Garnizonu
Geçen yüz yılın başlarında dünya siyasetinin içinde bulunduğu kamplaşmada Osmanlı Devleti bütün gayretiyle taraf olmak istemediği halde, İngilizler tarafından adeta zorla Almanların yanına itildi. Çünkü “Emperyalistler” Osmanlı Devleti’nin topraklarına göz dikmişlerdi.
Gelişen sanayi devleri saflarında bir türlü yer alamayan Osmanlı Devleti emperyalist emeller taşıyan bir çok devletin iştahını kabartıyordu. Çünkü dünyada daha fazla paylaşabilecekleri emperyalist ülkelere çok yakın, büyük ve verimli toprak kalmamıştı.
2.Viyana bozgunundan sonra sürekli toprak kaybeden, hep yenilen, her yenilgiden sonra kaybettiği vatan toprakları ile beraber orada oturan insanlarını da kaybeden Osmanlı Devleti topraklarından pay almak tutkusu emperyalistlerin bir an önce, bir bahane ile bu topraklardan daha büyük paylar alma arzularını arttırmıştı.
200 yıldan fazla zamandır hiç galibiyet yüzü görmeyen, son derece düzensiz, eğitimsiz, bilgisiz, çağ dışı ve modası geçmiş silahlarla teçhiz edilmiş olan ,donanması bulunmayan, Libya’daki Osmanlı topraklarını kendinin ilan eden İtalya’ya karşı protestodan başka hiçbir şey yapamayan bir devlet idi Osmanlı Devleti. Balkan Savaşı’nı adeta hiç savaşmadan, korku içinde kaçarak kaybetmiş, oralardaki halkına büyük acılar, felaketler yaşatmış olan Osmanlı Devleti’ni yok etmek batılı emperyalist devletler açısından çok kolay olacaktı.
Osmanlı Devleti, ayak sesleri duyulan, yaklaşmakta olan bu savaşta kendinin de hedef olduğunu anlayınca çeşitli arayışlara girdi. Öncelikle ordunun modernizasyonu be eğitimi ele alındı. İngiliz, Fransız, İtalyan ve Alman paralı uzman askerler Türk ordusunu eğitmeğe başladılar. Bu yabancı uzman subayların bir görevi de Türk savaş planlarını ele geçirmek, Türkler arasından kendilerine yandaş elde edebilmekti.
Sultan 2.Abdülhamit’in “istibdat” denilen disiplinli yönetimi sırasında özellikle amcası Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesinde rol oynayan donanma, adete cezalandırılarak, tamamen ihmal edilmiş, otuz üç sene sefere çıkması, hareket etmesi engellenerek çürütülmüştü.
Devlet, yaklaşan bir savaşın kara bulutlarını fark ettiğinden kurulan “Donanma Cemiyeti” vasıtasıyla toplanan paralarla yeni harp gemileri, tayyareler (uçaklar) satın almağa çalışmıştı.
Dünya hızla dünya çapında bir savaşa yaklaştığında İngilizler tarafsızlığımızı ilân ettiğimiz halde kıyılarımızı abluka altına almıştı. Osmanlı ülkesi bir deniz ülkesiydi. Batum’dan bütün Anadolu, ve İskenderiye’ye kadar bütün Akdeniz sahili, Libya ve Tunus Sahilleri, Suveyş’ten Basra körfezine kadar bütün Arabistan Yarımadası sahilleri bizimdi ve herhangi bir gemimiz İngilizlerin izni olmadan kendi ülkemizin sahillerinde dolaşamıyordu. Hattâ, Hamidiye zırhlımız, Boğaz’dan çıkabildi, Akdeniz’de İngiliz savaş gemilerine yakalanmadan geri dönebildi de “kahraman” ilan ettik.
Ve bir şekilde harbe girdik. Burada bir gerçeği tartışmalıyız.
1.Dünya Savaşı’na girişimiz konusunda Enver Paşa’nın şu sözü oldukça önemlidir: “Öyle veya böyle bu savaşa bizi sokacaklardı. Ben bu savaşta Almanların yanında olmayı vatanım için daha az zararlı gördüm..”
1.Dünya Savaşı boyunca en az 200 000 kişi esir verdik.[169] Bunlar dünyanın dört bir yanında İngiliz, Fransız ve Rus esir kamplarında büyük sıkıntılarla yaşadılar. Pek çoğu esaret şartlarına dayanamayıp oralarda vefat ederek kaldılar.
Bu zamana kadar pek incelenmemiş olan bir konu da bizim aldığımız esirlerdir. Bu savaşta biz de savaştığımız uluslardan esirler aldık. Ve bu esirleri Anadolu’da bir çok yerde çeşitli “Usera Garnizonu”nda, yani esir kampında tuttuk.
Bu esir garnizonlarından birisi de “Balıkesir Usera Garnizonu” idi. Çeşitli yerlerde esir edilen düşman askerleri Balıkesir’e de gönderilmiş, bunlar şimdiki Askeri Hastane arkasında bulunan “debboy” binalarında tutulmuşlardı.
Balıkesir Esir Kampı’nda İngiliz, Fransız, Rus ve Romen esirler bulunuyordu. Esir kampı her zaman Kızıl-Haç örgütünün denetimine açıktı. Burada asker esirlerin yanı sıra harpten önce, Bursa, Bandırma, ve Ayvalık’ta yaşayan sivil İngiliz ve Fransız uyruklular ve savaş ilan edildiğinde Ayvalık limanında bulunan iki İngiliz yük gemisi mürettebatı da kalıyorlardı.[170]
Harp ilanın ile birlikte İngiltere ve Fransa’da yaşamakta olan Osmanlı uyruklular bu devletler tarafından enterne edilmişler belli yerlerde bulunan kamplara götürülmüşlerdi. Biz de buna mukabil olarak Fransız ve İngiliz uyrukluları enterne etmiştik.
Balıkesir’de asker esirler debboy da kalırlarken, sivil esirler kiraladıkları yerlerde belli bazı denetimlerle aileleri ile birlikte oturabiliyorlardı.
Rus ve Romen esirler iki farklı uygulamaya tabi tutulmuşlardı. Rus esirlerden denizci olanlar, kampta tutulmuşlar, çiftçi ve köylü olanlar, isteklerine bağlı olarak, çevredeki bazı çiftliklerde tarım işçisi olarak çalıştırılmışlardı.
Rus ve Romen esirler Almanlar tarafından gönderilmişlerdi. Almanya, Rusya’ya karşı üst üste kazandığı savaşlarda pek çok Rus esir almıştı. Bu kadar çok sayıda esirin bakım zorluğu karşısında almanlar bunların bir kısmını tarım işçisi olarak kullanılmak üzere Türkiye’ye göndermişti.
Bu tarım işçileri, çevrede ve daha çok Manyas ve Gönen de bulunan çiftliklerde çalıştırıldılar. Bunlar, çalıştıkları çiftlik sahibi veya işletmecisi tarafından yedirilip, giydiriliyor, barındırılıyordu. Ayrıca normal günlük veya biraz daha düşük belli bir ücret de ödeniyordu.
Esirlerin bir kısmı çiftliklerde çalıştırılırken, bazıları Toros dağlarında tunel kazmada[171], Bursa’da okulları temizlemede[172] hademe olarak kullanılmışlardı. Bazı Romen esirlere Kütahya-Tavşanlı[173] ve Balıkesir-Balya Hattı’nın[174] yapımında çalışmışlardı. Balya Karaaydın Maden Şirketi’nde Almanların nezareti altında harp esnasında bazı esirler çalıştırılmış ve bunların işlemlerinin Almanlar tarafından yürütüldüğü hakkında Karesi Mutasarrıflığı’ndan alınan malumat Harbiye Nezareti’ne bildirilmişti.[175]
1.Dünya Savaşı’nda esir düşen Türklerin çok azı Rusya’da tarım ve fabrika işçisi, ve Fransa’da çok az bir kısmı işçi olarak çalıştırılmışlar, diğerleri tel örgülü, parmaklıklı esir kamplarında hattâ zindanlarda tutulmuşlardı.
Balıkesir Esir Kampına gelen esirler mutlaka “tifo-tifüs-kolera” karma aşısı oluyorlardı. Harp yıllarının başında bazı yerlerde,özellikle Doğu Cephesi’nde tifüs yüzünde askerimiz büyük kırımlara uğradığı için 1915 sonundan itibaren bütün ordu ve köyler dahil bütün halka aşı uygulanmıştı. İngiliz ve Fransızlar Çanakkale’de bulunan askerlerine aşı uygulaması yapmadıkları için çeşitli hastalıklardan büyük sıkıntılar çekmişlerdi.
Balıkesir’de bulunan esirler belli programlar dahilinde şehri gezebiliyor veya kampta oyunlar, eğlenceler, müsamereler tertipleyebiliyorlardı.[176] Hattâ yazın esir düşmüş olan esirler kış geldiğinde üşümesinler diye giysiler, paltolar(asker kaputu), hattâ fesler veriliyordu. Tabi o şartlarda esirlerin kendi milletlerine ait giysiler bulmak mümkün olmadığı için Türk askeri giysileri verilmişti.
1918 yılı sonu ve 1919 yılı başlarında artık harbi kaybettiğimiz iyice anlaşılınca pek çok yerden olduğu gibi Balıkesir Üsera Garnizonu’ndan da firarlar olmağa başladı. Elimizdeki kayıtlara göre 1918 sonlarından itibaren Anadolu’daki diğer bütün esir kamplarından kaçmalar çoğalmıştı. Her halde yetkililer de artık esirlerin durumlarına pek dikkat etmiyorlardı.
Gönen’de Tahran Çiftliği’nde Çanakkale’de esir alınmış olan Hintli esirler çalışıyordu. 1918 Eylülünde burada bulunan dört Hintli sabah yoklamasında görülmeyince kaçtıkları anlaşıldı.[177]
Tam o sıralarda Rusya’da 1917 Oktobr Devrimi olmuş, çarlık yıkılmış, Rusya’da iç savaş başlamış, ordu Kızıl Ordu ve Yeşil Ordu diye iki düşman kuvvete ayrılmıştı. Rusya’dan gelen çok farklı haberler Kampta bulunan Rus esirleri çok tedirgin etmekteydi. İngiliz ve Fransız esirlerin kendileri ile ilgilenmekte oldukları birer devletleri vardı. Onlar esirlerin mübadelesi ile ilgileniliyordu. Ama Rus esirler ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Ortada devletleri bile yoktu.
Balıkesir’de bulunan Rus esirler bu tedirginlik içinde ne şekilde olursa olsun bir şekilde ülkelerine dönmek, evlerine kavuşmak istiyorlardı. Bu sırada Rusya’dan kaçan pek çok kişi İstanbul’a gelmekte ve onlar ülkelerindeki durum ile ilgili, açlık, katliamlar, yakılıp yıkılan köyler ve kentlerle ilgili pek çok kötü haber getirmekteydi.
15.11.1917 de 7 Rus esir Balıkesir Üsera Garnizonu’ndan firar etti.[178] Kaçan Rusların Manyas ve Gönen civarında iki yüz yıl kadar önce iskân olan, Rusça konuşan Volga Kazakları vasıtasıyla bir şekilde İstanbul’a gittikleri anlaşıldı. Bu firarları birkaç gün, sonra 29.11.1917 de Romen esirlerin kaçışları izledi.[179]
Kaçışların fazlalaşması Üsera Garnizonu Komutanlığını tedirgin etmiş olmalı ki telgrafla ülkenin her yerine durum bildirilerek, görülürse yakalanmaları talep edildi.[180] Artık esirler her fırsatta kaçmayı deniyorlardı. 03.02.1918 de bir Rus esir daha kayboldu.[181] Yenilgi yavaş yavaş kabullenildiğinden esirler artık firar macerasına atılmayarak harbin bitmesini, yapılacak anlaşmalarla kısa süre içinde memleketlerine daha kolay dönebileceklerini anladıkları için kaçma teşebbüsleri bir daha yaşanmadı. Gerçekten de Mondoros Mütarekesi ile hemen bütün esirler memleketlerine gönderildiler.
Balıkesir Üsera Garnizonu tarihin tozlu sayfalarında birkaç silik fotoğraf ve arşivlerde bir kaç belge olarak kaldı. Zaman içinde tamamen unutuldu gitti.
1.Dünya Savaşında Kahire Esir Kampında Bir Kadın Esir: Balıkesirli Ebe Hatice Müzeyyen Hanım
Biz unutkan bir milletiz. Geçen yüz yılın başında yaşadıklarımızı bile unuttuk. 1.Dünya Savaşında yitirdiğimiz vatan parçalarını, çektiğimiz acıları, kaybettiğimiz gencecik çocuklarımızı, en verimli çağlarında sakat olarak dönebilen ve bir ömür boyu kahrolup giden insanlarımızı unuttuk.
Burada tarihin karanlık sayfaları arasında kaybolmuş Balıkesirli bir hanımı hatırlatmak istiyorum.
1909 da Sultan Abdülhamit, gittikçe artan siyasi baskılar yüzünden “Meşrutiyet” ilan edip, parlamenter rejime geçmek zorunda kaldı. Birçok hadiseden sonra iktidara ihtilalci bir parti olan “İttihat ve Terakki Fırkası” geldi.
Otuz üç yıl süren Sultan Abdülhamit’in “istibdat” denilen, dengeli fakat baskıcı idaresi yerini yeni bir rejime bıraktı. Bu yeni rejim bir takım içtimai yenilikleri de getirdi. Bunların en başta geleni pek çok derneğin kurulması ve kadınların da bu derneklerin çalışmalarında vazifelenebilmeleriydi. Hilâl-i Ahmer, Donanma, Müdafaayı Millîye cemiyetlerinin kadın kolları aktif olarak faaliyet geçtiği gibi, bunların dışında da İstihlâk-ı Millî Kadınlar Cemiyeti, Bikes Asker Ailelerine Yardımcı Kadınlar Cemiyeti ve hattâ Ergen Derneği(Genç Hanımlar için) gibi. birçok kadın derneği kuruldu. Faaliyete geçti.
Ebelik ile ilgili çalışmalar her ne kadar Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane’de 1843 de teorik olarak başlatıldıysa da, 1892 de Dr.Besim Ömer Paşa’nın açtığı Demirkapı Viladethanesi’nde[182] verilen “Fenn-i Kıbale” dersleriyle pratik ebelik dersleri verilmeğe başlandı[183]. Almanya’da ihtisas yapıp 1909 de Türkiye’ye gelen Dr. Kenan Tevfik Bey’in ve Dr. Besim Ömer Paşa’nın Tıp Fakültesi bünyesinde “Kıbale (Ebe) Mektebi adıyla hanımları ebe olarak eğitmek için açtığı okul ile yerleşti.
1913 den itibaren her vilayetten çeşitli aralıklarla önceleri onar hanım öğrenci İstanbul’a ebelik öğrenmeleri için gönderildi.
1914 den itibaren Balıkesir’den de vilayet adına onar öğrenci “Kıbale Namzeti” olarak eğitilmek üzere İstanbul’a gönderilmeğe başlandı.[184]
Hanım öğrencilerin bu okula kabulleri için şart olarak otuz yaşını aşmamış olmaları gerekiyordu.[185] Mektep yatılı idi. Gerek yol masrafları, gerekse okulda geçirecekleri süre içinde yapılan masrafları “Vilayet Bütçesi”nden karşılanıyordu.
Amaç memlekette sağlıklı doğumlar yaptırılması, cahil ve eğitimsiz ebelerin elinde ölen anne ve çocukların kurtarılmasıydı.
Fenni usulde ebelik ülkenin her yerine yayılmağa başlamıştı. Halkın ilk eğitimli ebeleri denemeleri çok olumlu olunca her yerden eğitim görmüş “ebe” talebi artınca tahsil için İstanbul’a gönderilen hanımların sayısında da artış görülüyordu.[186]
Demirkapı Kıbale Mektebinde eğitim gören ve bütün masrafları il daimi bütçesinden ödenen ebe adayları, ebe olduktan sonra genellikle geldikleri vilayetlerde görevlendiriliyorlardı.
Başbakanlık Osmanlı Arşivleri Dahiliye Nezareti Umûr-ı Mahalliye ve Vilâyet Müdüriyeti Kalemi’ne ait Karasi Livası kayıtları arasına konmuş bir belgede özet olarak şöyle bir ibare bulunuyordu.:“Kahire Esir Karargâhında bulunan,Hicaz’ın Cidde Sancağı ebesi Hatice Müzeyyen Hanım’a maaş bağlanamadığından, imkân dairesinde yardım edilmesi talep ediliyor..”[187]
Hatice Müzeyyen Hanım, Cidde Sancağında ebe olduğuna göre Arap isyanında orada bulunuyordu. Kim bilir ne kadar korktu.?
Kahire’de İngiliz Esir Kampında bulunduğuna göre isyancı Araplar tarafından İngilizlere teslim edilmiş olmalı.
Kahire’de bulunan bu esir kampında işgal edilen yerlerde çalışan Osmanlı subay ve memurlarını eşleri ve çocukları için hazırlanmış bir kamp yeri idi. Burada toplam 229 kadın ve 207 çocuk bulunuyordu.[188]
Devlet; Hilâl-i Ahmer(Kızılay) vasıtasıyla ve Kızıl Haç teşkilatının aracılığı ile esirler yardım etmeğe, az da olsa maaşlarının bir miktarını vermeğe, yardım paketleri ulaştırmağa çalışıyordu.
Kahire Esir Kampında kalan hanımlar, buraya getirilirken para ve mücevherleri alınmayıp yanlarında bırakılmıştı. Bunları satarak pek sıkıntı çekmeden yaşamağa çalışıyorlardı. Hatice Müzeyyen Hanım devletin resmi memuru, belki de Teşkilat-ı Mahsusa görevlisi idi. Belki de bunun için kendisine yardım yapılması kararlaştırılmış, üst makamlara bildiriliyordu.
Kayıtlara göre Kahire Esir Kampında 1916 da iki de doğum olmuş. Herhalde bu doğumları Hatice Müzeyyen Hanım bir ebe olarak yaptırmış olmalı.
Hatice Müzeyyen Hanıma yardım ulaşıp ulaşmadığını bilmiyoruz. Gurbet elde, hele birde esarette parasız olmak çok zor olsa gerek.
Hatice Münevver Hanımla ilgili elimizde başka bilgi yok. Esaretten kurtuldu mu? Nerede ve ne zaman öldü ? Hiç bilmiyoruz.. Hatice Münevver Hanım gerçekten tarihin tozlu sayfaları arasında kaybolup gitmiş. Arşiv vesikaları arasına araştırırken gözüme ilişince empati yaparak onu düşünmeden edemedi. Bu bilgiyi paylaşmak istedim..
KİRLİ MENDİL
Kepsut’un Tepe Köyünden Süleyman Çavuş Çanakkale’ye gider ve tam dokuz yıl sonra çıkar gelir. Çanakkale’de İngilizlere esir düşmüştür. Esarete Süleyman Çavuş ve arkadaşları Malezya taraflarına götürülmüş. Hangi esir kampında olduğunu bilmiyoruz. Anlattığı kadarıyla esir kampında birkaç yüz Türk varmış.
Esaret arkadaşları arasında bunlar Balıkesir’den üç kişi imişler. Hemşehri oldukları için hep beraber kalıyorlar, bir birlerine destek oluyorlarmış. Kepsut Tepe köyden Süleyman Çavuş ve Pamukçu kasabası civarından ayni köyden iki arkadaş daha.
Bu iki arkadaşın bir özellikleri daha varmış. Bunların ikisi de köylerinden ayni kız aşıkmışlar. Eskiden köyler dokuz , on hane olurdu. Eğer bir kız varsa, bütün köy delikanlıları ona aşık olurlardı. Bu iki arkadaş Çanakkale’ye gelmeden önce, köyde helâllaşmak için eşi dostu ziyaret ederlerken, kız bu arkadaşlardan birine gizlice içine “kekik dalı koyduğu bir mendil vermiş.
Esarette, mendilin sahibi olan genç, her gün mendili çıkarır, kekiği koklar, hiç durmadan hüngür hüngür ağlarmış. Rakibi olan diğer arkadaşı ona hiç durmadan : “Ne olur, memleket kokusu. Ne olur, şu mendili bir de ben kokayım..” diye yalvarır, ağlarmış. Öbür arkadaşı ise: “Olur mu..Olur mu..? Mendili sana mı verdi? Olur mu?” diye mendili koklamasına izin vermezmiş. Mendil akan göz yaşlarından öyle kirlenmiş ki rengi bile değişmiş. Hemen her gün. Bu esaret arkadaşlarından biri mendili koklar ağlar. Diğeri koklamak ister ağlarmış. Malezya’da kekik ne arar. Gurbette bir kekik kokusu bile ağlarcasına özleniyor..
Bir gün mendilin sahibi olan esir, orada vefat ediyor. Ölmeden önce arkadaşına koynundan çıkardığı mendili verip: “Kardeşim, ben artık gidiyorum. Artık emanet senin..” diye ruhunu teslim eder.
Mendili alan arkadaşı her gün her fırsatta mendili çıkarır, koklar koklar hem gurbetin sıkıntılarına, hem ölen arkadaşına, hem hasret çektiği sevdiğine ağlar durur.
Bir gün harp bitti. Esaret de bitti. Haydi, artık gidin derler. Nasılsa onları götürecek gemiyi kaçırırlar. Düşerler yayan yola.Yol bilmezler, iz bilmezler, para yok, iş yok..Dilenerek vatana ulaşmağa çalışırlar. Aç, perişan Hindistan’a ulaşırlar. Orada Mendilin diğer sahibi de vefat eder. Ölmeden önce mendili çıkarıp: “Süleyman, artık benden hayır yok..Eğer memlekete sağ varırsan ,bizim köye var Bu mendili Ahmet kızı Hatice’ye ver . Emanetini alsın, artık bizi beklemesin…”diye ona teslim eder.
Ve bir gün Süleyman Çavuş göyüne çıkar gelir. Saç sakal birbirine karışmış, giysiler lime lime parçalanmış, elde bir değnek, sırtında kocaman bir torba Süleyman Çavuşu kimse tanımaz..Dilenci sanmışlar. O devirlerde esaretten dönenlerin çoğu ancak dilenerek köylerine ulaşırlarmış. Ama köyün köpeğinin onu tanıdığını söylerler. Her gelen yabancıya havlayan köpek ona havlamamış. Süleyman Çavuş evine yaklaştığında oğlu da tanımamış. “Ana,bir dilenci geliyor..”diye içeri seslenmiş. Karısı dışarı çıkmış. O da tanıyamamış. Ama Süleyman Çavuş, karısına ismiyle seslenince kadın onu sesinden tanımış, ona doğru koşmuş. Süleyman Çavuş: “Aman sarılma.. önce beni bir yıkayın” demiş. Hemen bahçede duran çamaşır kazanının altını yaktırmış. Köydeki “Berber Dayı”yı da çağırmışlar. Su ısınınca Süleyman Çavuş bir taşın üzerine oturup soyunmağa başlamış. Çamaşırlarını almak isteyen karısı onları vıcık vıcık bit içinde görünce bir çomakla bütün çamaşırları kazanın altına atmış. Sıra sırt torbasının boşaltılmasına gelmiş. Her şey yırtık pırtık. Hemen kazanın altına atmağa başlamış. En dipte pis, kirli, leş gibi bir mendil çıkarmış , tam onu da kazanın altına atacakken
Süleyman Çavuş:- Aman..Onu atma..O emanet.. Onun sahibi var..
Karısı:- Bu çok pis. Bari yıkayayım..
Süleyman Çavuş:- Hayır. O esarette kalan iki arkadaşımın göz yaşlarıyla kirlendi.
Süleyman Çavuş’un üstüne “susakla” (su kabağı) bir kazan kaynar su dökmüşler ancak kiri kabarmış. Hattâ kirini bir tahta fırçasıyla sıyırmışlar.Yılların kiri ancak temizlenmiş.Tıraş da olunca o olduğu ortaya çıkmış.
Uzun zaman sonra Süleyman Çavuş ancak kendini toparlayabilmiş. Yıllarca esaret çekmek kolay değildir. Emaneti teslim etmeğe karar vermişler.
Bir gün at arabalarına binip önce Kepsut’a oradan Balıkesir’e oradan da köye varırlar. Köye yaklaştıklarında karşılayıcılar çıkar. Köyden düğün sesleri gelmektedir. Köye yaklaştıklarında karşılayıcıların içinde o köyden Çanakkale’de siperlerde beraber oldukları Kadir Çavuş da vardır. Kadir Çavuş da o köydendir.Yalnız o esir düşmemiş, harp sona erince köyüne geri dönmüş. Kucaklaşırlar.
Kadir Çavuş- Yahu Süleyman,benim bu gün evlendiğimi sana kim söyledi?
Süleyman Çavuş- Kimse söylemedi. Söyleselerdi de mutlaka gelirdim. Ama bugün buraya Ahmet kızı Hatice’yi görmeğe ,ona esaretten getirdiğim emaneti vermeğe geldim.
Süleyman Çavuş, esarette ölen arkadaşlarının durumunu anlatır.
Kadir Çavuş- Hatice Hanıma ben de aşıktım. Ama o iki arkadaşım benden büyüktüler. Aralarında onun için öyle kavga ediyorlardı ki ben onların yanında bu sevdamı açıklamağa cesaret edemedim. Ama askerden dönünce her sene evlenmek için Hatice hanıma haber yolladım.ama o: “Benim verilmiş sözüm var..”diye kabul etmedi. Fakat yıllar geçtikçe ümidi herhalde kalmadı ki geçenlerde benimle evlenmeyi kabul etti. Ama bana ; eğer doğacak çocuklarımız erkek olursa onlara esarette ölen arkadaşlarım Ömer ve Mustafa adını vereceğime dair söz verdirdi. Bu düğün bizim düğünümüz. Benim için mahzuru yok. Hanımın götürüp emaneti versin. Hem onların öldüklerini öğrenince belki gönlü daha rahat olur..
Süleyman Çavuş’un Hanımı düğün evine girer. Hatice hanımın yanına oturur. Köy küçük olduğundan az misafir vardır. Süleyman Çavuş’un hanımı bir ara Hatice hanıma:
“Size bir emanet getirdim.”
Hatice hanım:- Hayrola?
“Size çok uzaklardan bir esaret emaneti getirdim..”
Hatice hanım irkilir. “Ömer ile Mustafa’dan mı yoksa?” Süleyman Çavuş’un hanımı o kirli mendili çıkardığında Hatice Hanım kaparcasına alır. Göğsüne bastırır, hıçkıra hıçkıra saatlerce ağlar…
Asker arkadaşları Kepsut’lu Süleyman Çavuş ile Kadir Çavuş birbirlerini bırakmazlar. Yıllarca birbirlerine giderler gelirler. Selam yollarlar. Herhalde 1940 ların sonu vaya 50 lerin başında olmalı. Süleyman Çavuş bir gün pazarda Kadir Çavuş’un köylülerine rastlar. Onlara Kadir çavuşu sorar. “Geçenlerde Hatice hanım vefat etti. Mezara konurken anlamadığımız bir şey oldu. Oğulları Ömer’le Mustafa analarının cesedini kabre koydular. Sonra ‘anamızın vasiyeti’ diyerek yüzüne kirli, pis bir mendil örttüler.. Neydi o pis mendil, anlamadık. Sorduk ‘Biz de bilmiyoruz’ dediler. Neydi acaba o kirli mendil”
Neydi acaba o kirli mendil…?
MUMALİLERİN ABDULLAH
Balıkesir’in Kepsut kazasından bugün halâ orada yaşayan Mumali (Mumcu Aliler) ailesinin oğlu Abdullah Çanakkale cephesine savaşa gider, bir kaç ay sonra şehit oldu haberi gelir. Bu haber üzerine bir süre sonra hanımı Halide’yi Abdullah’ın küçük kardeşi Yakup ile evlendirirler. Hayat devam etmektedir. Halide’nin Yakup’tan iki çocuğu olur.Günler geçmektedir..
Dokuz on sene sonra bir gün Kepsut’un içinde bir karışıklık olur. Bağırışlar, çığlıklar, koşuşmalar sürer gider. O zamanlar şimdiki gibi ses kirliliği yoktur. Bir köpek havlasa yedi mahalleden duyulurdu. Halide Hanım kapının önünde koşuşmaları görünce pencereye çıkar, geçenlere: “Komşular, ne oldu? Ne var? Niye koşuşuyorsunuz?” diye sorar. Geçenlerden birisi: “Senin Abdullah gelmiş..” cevap verince. Halide Hanım çocuğunu emziriyormuş, onu divanın üstüne bırakır, dışarı koşar.
Tam o sırada, Abdullah Merkez camisinin önündeki çınarın altında durmuş, kendine “Hoş geldin.!” diyenlerle kucaklaşıyormuş. Her gelen : “Biz seni öldü biliyorduk Abdullah!” diyor, o da :”Esirdim.. Döndüm. Benim gibi pek çok arkadaş için de öldü haberi gitmiş. Ama ölmedim. Döndüm..”diye cevap veriyormuş.
Bir ara amcasına: “Yahu, benim hanım ne oldu? On yıldır haber alamadım. Öldü mü, kaldı mı? Ne oldu?” diye sorunca, amcası: “Oğlum, bu işte darılmak olmaz.. Senin öldü haberin gelince, sokakta kalmasın, kurda kuşa yem olmasın diye onu kardeşin Yakup ile evlendirdik. Ondan iki de çocuğu oldu..” diyerek durumu anlatır. Bunun üzerine Yakup acı içinde ayağa kalkar: “Ben bunca sene, bu kadar acıyı sadece ona kavuşmak için çekmiştim. Demek boşunaymış..”der ve meydandan çeker gider.
Tam o sırada Halide Hanım koşarak meydana gelir. Abdullah’ı arkadan görür. “Abdullah..Abdullah..”diye seslenir. Abdullah geri dönmez, meydandan bir sokağa sapar kaybolur. Halide hanım arkasından koşmak ister, fakat Yakup önüne geçer. “Nereye koşuyorsun?”diye sorar. Halide : “Abdullah gelmiş.” der. Yakup:” Sana ne Abdullah’tan? Sen benimle evlisin. İki de çocuğun var..Dön evine..!”deyince Halide hanım eve döner.
Abdullah hayatı boyunca Kepsut’ta yaşamış, ama bir daha kendini Halide’ye hiç, ama hiç göstermemiş. Çok dikkat etmiş.
Halide hanım, sırdaşı komşularına sık sık sorarmış: “Hissediyorum. Abdullah etrafımda dolaşıyor. Ama hiç kendini bana göstermiyor. Çarşıda,pazarda rastlıyor musunuz acaba..?” Abdullah’ı pek gören olmazmış.
Bazı günler. Ama her zaman değil bazı günler Halide camı açtığı zaman pencerenin pervazında bir gül bulurmuş. Bu güller Abdullah ölünceye kadar hep orada olmuş.
TÜRKALİ KÖYÜNDEN MEHMET
Türkali köyü Balıkesir’e bağlı Türkmen köylerindendir. Bu köyden on beş genç Çanakkale savaşlarına katılmış beşi orda şehit düşmüş diğerleri geri dönmüştür. Geri dönenlerden Mehmet (Özbay) İngilizlere esir düşmüş gittiğinde pehlivan yapılı aslanlar gibi bir delikanlı iken yıllar sonra iki büklüm, köyüne çıkıp gelmiştir.
Yakın köylerden olan Beşpınar köyünden Yusuf oğlu Ali (aileye bugün Yusuf Dayı oğulları denir) esir düşünce İngilizler tarafından Aden’e götürülür, on iki sene sonra döner. Beşpunar köyünde Çanakkale’ye 17 kişi gitmiş 2 kişi geri dönebilmiştir.
Türkali köyünde Mehmet esir düşünce Mısır’a götürülür. Burada çok kötü muamelelerle karşılaşır. Döndükten sonra orada çektiklerinden pek anlatmaz, bir şey sorduklarında boş boş bakarmış.
Bir kaçma teşebbüsünde bir İngiliz görevliyi yaralamışlar. Yakalanmışlar. İngilizler bunları öldürmemiş. Ama ceza olsun diye hepsini tek kişilik öyle dar ve basık hücrelere atmışlar ki Türkali köylü Mehmet iki sene sonra çıkarıldığında artık hayatı boyunca bükülmüş dizlerle boynu üzerinde bir şey varmış gibi yere eğik yaşamıştı. Benim gençliğimde ayni şekilde boyunu eğik Şöför Evleri Mahallesi civarında bağlama tamiri yaparak geçinirdi.
Biz onun kıymetini bilemedik. Ayni kaderi paylaşan, ve o dar hücrelerde delirerek ölenleri hatırlamıyoruz bile.
BİR AVUÇ KURU ÜZÜM
Kamçılı köyünden Ali köyünden bir kızı deliler gibi sever. Evlenmek ister, kızın babası bir türlü izin vermez. Sonunda nasılsa birileri araya girer babayı razı ederler. Evlenirler. Bir oğulları olur. Sevinçleri sosuzdur.
Fakat bir gün “Seferberlik” ilan edilir. Ali askere çağrılır. Çanakkale’ye gitmeden önce Ali köy muhtarı olan Amcasına: “Karımı sana emanet ediyorum. Eğer namusuna bir zarar gelirse çek vur. Gözüm arkada kalmaz. Yoksa emanete iyi bak. Emaneti kolla.!” der ve “Doyamadım… Doyamadım.. Karıma, oğluma doyamadım…” diye yakınarak gider.
Bir süre sonra Ali’nin şehit oldu haberi köye gelir. Evin korunması, tarlaların sürülmesi, hayvanların bakılması, geçimin sağlanması, daha çok küçük olan şehit çocuğuna baba gerekir. Ali’nin karısını köyün çobanlığını yapmakta olan Şevket ile evlendirirler. İki çocuk ta ondan olur. Şevket bir süre sonra Milli Mücadele’ye katılır. İstiklâl harbi sonunda bir İstiklâl Madalyasıyla geri döner, köyde “Deli Paşa” diye anılmağa başlanır. Şevket’in İstiklâl Madalyası bugün hâlâ torunlarındadır.
Bir gün Ali köyüne çıkar gelir. Esaretten dönmüştür. Önce kahveye gelir. Herkes şaşırır. Bir tuhaf olurlar. Herkes: “Senin ölüm haberin gelmişti….” der. O da: “Doğrudur. Pek çok arkadaşa öyle yanlış haber gitmiş. Ama ben esirdim . Ancak dönebildim…”der. Herkesle kucaklaştıktan sonra amcasına sorar:”Benim karım ne oldu.? Sana emanet etmiştim.. Sağ mı halâ..?” Amcası bir süre konuşamaz.. “Oğlum , bu işlerse darılma olmaz. Senin şehit oldu haberin resmen şubeden bildirilince karına ve oğluna sahip çıksın diye köyün çobanı Şevket’le evlendirdik,. iki de çocukları oldu…” Ali büyük bir yıkılmışlık içinde ayağa kalkar. Adeta fısıldayarak: “Ama ben bu kadar sene sadece onlara kavuşmak için yaşamıştım.. Benim bir oğlum vardı o ne oldu..?”
Amcası kahvenin önünde duvarın dibinde oynayan çocukları gösterir: “İşte bak orada kardeşleriyle oynuyor…”
Ali sendeleyerek kahveden çıkar. Çocukların yanına gider eğilir oğlunu kucaklar. Öper. Koklar..Okşar..Sonra cebinden itinayla çıkardığı esaretten getirdiği belki de cebinde kalan son kuruşuyla, belki de dilenerek edindiği bir avuç KURU ÜZÜMÜ oğlunun cebine doldurur.Yavaş yavaş
kalkar, hiç kimseye hiçbir şey demeden göz yaşlarını sile sile köyden ayrılır.
Bir daha Ali’den hiç haber alınmaz…
ÇOK HAZİN BİR AKİBET (12 Şubat 1955 –Balıkesir Postası-Sayı:3653) (Yazan Sıtkı Tuzcuoğlu)
1.Dünya Harbinin ilk günlerinde İstanbul Kadıköy’ünün Yel değirmeni semtinde oturan ve Galata’da Ömer Abid İş hanında un üzerine iş yapan iki kardeş ihtiyat zabiti olarak Çanakkale’ye giderler.
Anafartalar’da büyük bir taarruz esnasında ön safta çarpışan iki kardeşten birinin kıtası geri çekilirken bir dere içinde yüzlerce şehit ve yaralı arasında kan pıhtıları içinde kardeşlerden küçüğü ağabeyinin şehit olarak yatmakta olduğunu görür. Fakat obüs toplarının yağmur gibi yağan şiddetli ateşi altında kardeşinin bir saniye bile yardımına koşamaz.
İki gün sonra ayni yere yapılan karşı taarruzla bu yerler elimize tekrar geçtiğinde ağabeyinin cesedini arayan küçük kardeş hiçbir şey bulamaz.
Harp bittiğinde sağ kalan kardeş terhis olup İstanbul’a döner. Biraz sonra da ağabeyinin şehit olduğuna dair resmen künyesi de gelir.
Şehit olan ağabeyi evli ve bir buçuk yaşında bir evlat sahibidir. Küçüğü bekardır.
Anne ve babaları gelinlerinden ayrılmak istemedikleri için torunları babasız kalmasın diye her iki tarafın rızasıyla düğünsüz bir nikâhla bunları evlendirirler. Bir sene sonra bir çocukları olur.
Fakat bir gün Abit Hanından eve gitmek için çıkan genç iskelede Kadıköy’e gitmek isteyen esaretten dönen ağabeyi ile karşılaşır.
Hasretle sarılırlar, ağlaşırlar. Bir ara küçük olan esaretten dönen ağabeyine: “Ağabey bütün aile seni şehit biliyorduk. Birlikte biden eve gitsek anne ve babamız heyecanlanıp fena olur. Ben önden gideyim. Onları hazırlayayım. Sen yarım saat sonra gel.!” der ve gider.
Şuursuz bir halde eve gelen küçük kardeş herkesi toplar ve ağlayarak durumu anlatır. Hıçkırıklarla tabancasını çeker annesini, babasını, kadını ve en son kendini öldürür.
Silah seslerine gelen zabıta ve mahalle halkı şaşkın bir halde manzarayı seyrederken esaretten dönen durumu görünce yerdeki tabancayı alır: “Bu dünya bana haram…” diyerek kendini öldürür.
Olay zamanın İstanbul gazetelerinde siyah çerçeve içinde yazıldı. Günlerce konuşuldu.
HANGİSİ GELDİ ?
Osmanlı Devleti’nde bir kişinin altı oğlunun olması çok mühimdir. Yıllardır “altı oğlu varmış..”sözü ile ilk karşılaştığım zamanlar şaşırmıştım. O kadar çok hikaye de “altı oğul”la karşılaştım ki, acaba bunlar söz birliği mi ettiler diye düşünmüştüm.
Pek çok kişi altı oğlunun olması için uğraşır, çabalarlardı. Çünkü altı oğlu olanlar her türlü vergiden muaf tutulurlardı.
Devlet sürekli harplerle tükenen nüfusu dengede tutabilmek, nüfusu kayıt altına alabilmek için böyle bir usul ve muafiyet düşünmüş ve yürürlüğe koymuştu. Ayrıca altı erkek evladın olması anneler, babalar için bir bakıma sosyal güvence hattâ övünme meselesi idi.
Bu vergi muafiyeti, sanıyorum, 1950 li yıllara kadar bir şekilde devam etti. Altı oğlu olanlar “yol vergisi” vermiyorlardı. Bu nedenle pek çok yerde “altı oğlu” olanlara rastladım. Vergiden muaf olmanın eski zamanların şartlarına göre ne demek olduğunu öğrenince artık şaşırmadım. Durumu daha farklı karşıladım.
Mesela Kepsut’un Hotaşlar köyünden Hacı Mehmet Ağa altı oğlunu birden Çanakkale’ye yollamış. Oğullarında üçü farklı zamanlarda çıkıp gelmiş. Hacı Mehmet Ağa, durup durup kendi kendine üç parmağıyla da işaret ederek ; “Üçü geldi..Üçü kaldı..” dermiş.
İki yıl kadar önce Burhaniye’de yaptığım bir konuşmadan sonra, yanıma gelip emekli öğretmen olduğunu söyleyen bir hanım şunları anlatmıştı:
“ Büyük nenemizin altı oğlu varmış..Babaları çok erken vefat ettiğinden kadıncağız oğullarını pek zor şartlar altında bin müşkülatla büyütmüş..
Baba otoritesinin olmadığı bir evde altı erkek evlat büyütmek gerçekten zordur. Her gün aralarında kavga, her gün bağırış çağırış, her gün kırılan camlar, pat küt çarpılan kapılar, her gün gürültü patırtı evden hiç eksik olmazmış..
Seferberlik ve izleyen çeşitli zamanlarda altı oğul da silah altına alınıp cepheye gönderilmiş. Oğullarda birisi iki sene sonra çıkıp gelmiş..Ben onun torunuyum..Bir diğeri altı, yedi sene sonra gelmiş.. Nene beklemeğe devam etmiş…Birer birer geliyorlar, diye düşünürmüş..
Ama evde ne zaman kapı hızla vurulsa, birisi kapıyı sert bir şekilde çarparak kapasa.. Birileri bir şey düşürüp kırsa, nenemiz irkilir, gözleri parıldar, sevinçle haykırırdı : Hangisi geldi…? Hangisi geldi..?”
BURNU DELİK MUHAMMET ÇAVUŞ
Balıkesir’in Armutalan Köyü’nden Muhammet insan irisi, babayiğit bir pehlivandır. Komşu köylerde yenmedik pehlivan bırakmayan Muhammet, seferberliğin ilanıyla birlikte silah altına alınmış, Çanakkale Cephesinde Seddülbahir’de bütün muharebelere katılmış, defalarca yaralanmış, gene siperlere dönmüştü. Arkadaş canlısı, kimsenin kolay kolay bileğini bükemediği bir kişidir. Göğüs göğse yapılan süngü muharebelerinde, dipçikle, tekmeyle, tokatla büyük nam kazanmış bir gazidir.
1916 başında düşman Çanakkale’den çekilince Ordu ile birlikte Gazze Cephesine gitmiş, orada bir süngü muharebesinde arkadaşlarının hepsi şehit olunca düşmana esir düşmüştü. Oğullarına: “Nasıl esir düştüm ben de anlamadım. Başıma mı vurdular, bilmem. Gözümü açtım elim ayağım bağlıydı..” diye anlatmış.
İskenderiye’ye vardıklarında indikleri tren istasyonunda etraflarında ki İngiliz nöbetçiler bir arkadaşın suçsuz yere, “Durup dururken” dövmeğe başlayınca Muhammet önce nöbetçinin önüne geçmiş, nöbetçi ona da vurunca ortalık karışmış..
Muhammet ellerinde coplarla, süngülerle üzerine saldıran nöbetçileri tokatla deviriyor, kim gelirse yumrukla, tokatla, tekmeyle vuruyor..Daha kalabalık nöbetçi gelince bu sefer onları tutup tutup atıyormuş.. Orada bulunan Araplar şaşkın bakışlarla olanları izliyor, sevinçle “Tahsin..Tahsin..! ” diye bağırıyormuş. Bu sefer İngilizler daha öfkeli saldırıyor..Muhammet de onları daha öfkeli tokatlıyormuş.. Sonunda Muhammet’i yere devirebilmişler..Artık vurulan copların, dipçiklerin tekmelerin hesabı yok.. Ellerini arkaya bağlamışlar..Büyük bir öfkeyle..Araplar önünde sarsılan prestijlerini yükseltmek için ibret olsun diye Muhammet’in burnunu bir demirle delip uzun bir zincire bağlı kocaman bir demir halka geçirmişler..
Koskoca ayılar bile burunlarına halka takılıp zincirle bağlandığında kim bilir ne acılar veriyor ki uslu çocuklara dönerler, kendilerinden ne istenirse yaparlar. Halkaya taktıkları zincirle Muhammet’i günlerce bin türlü hakaretlerle elleri arkasına diğer Türk esirlerle beraber sokaklarda dolaştırmışlar.. Üzerlerine tükürtmüşler.. Bin eziyetle esir kampına götürmüşler.
Daha sonra eziyet olsun diye Aden’e götürülmüşler..esarettn döndükten sonra, orada çok ağır hizmet ve işkencelere maruz kalan Muhammet bir ara o kadar baskı altında kalmış ve burnundaki halka o kadar ağırına gitmiş o kadar zorlanmış ki tek kurtuluş ümidinin canına kıymak olduğunu sanmış hep..
Bir gün “Harp bitti. Yakında herkes memleketine dönecek .” denilmiş.. Çok uzun bir yolculukla tam on bir yıl sonra canlı bir iskelet zayıflığında köyüne dönebilmiş Muhammet.. Zaman içinde biraz toparlamış.. Fakat “burnundaki delik” o korkunç acıların , kurşundan ağır yılların kötü bir hatırası olarak hep kalmış..
Yoksulluk..Gariplik..Yakasını hiç bırakmamış..Ve o, burnundaki korkunç delik ona bir lakap olarak kalmış: “Burnu Delik Muhammet”
Köylülerin anlattığına göre ihtiyarlayınca çocuklar acımasızca arkasından “Burnu Delik..Burnu Delik..” diye bağırmağa başlamışlar.. O da çocukların alaylarından kurtulmak için köyün dışında bir kulübeye taşınmış ve yarı meczup, kimseyle pek konuşmadan, orada hayatını tüketmiş. Armutalanlı Gazi Muhammet Selçuk 1957 de vefatına kadar yüzü hiç gülmeden o korkunç hatırasıyla yaşamış.
HÜLYA SUYOLCU’NUN DEDESİNİN ESARET HATIRALARI
Ruhiye Teyze’nin babası Ahmet Amca 17 yaşında, kardeşi İsmail ise 15 yaşında. İki kardeş boylu poslu ve iri kıyım delikanlı. Gönüllü olarak Gönen askerlik şubesine gidiyorlar ve harbe gitmek için yazılıyorlar. Çanakkale Cephesi’ne gönderiliyorlar.. Harbin en sıcak günlerini top tüfek ve bomba altında yaşıyorlar. Küçük kardeş İsmail bir gemide gemisinde şehid oluyor. Ahmet (Merter) ise akşamın alacakaranlığında şarapnel parçalarıyla belinden aşağı parçalanarak yaralanıyor.Gökte uçan alev toplarının altında kalıyor ama topunu terk etmiyor savaşa devam ediyor.Halasının oğlu Rahmi (Öz) geliyor yanına , sürükleyerek Ahmet’ i derenin kenarına götürüp kanlarını temizliyor. Ama saldırı başlayınca, bakıyor ki Ahmet ölüp gidecek çaresiz dönüyor muharebeye. Komşu oğlu gönüllü asker Beylerin oğlu İzzet de, Ahmet’in yanına geliyor, ölmüş sanıp bırakıyor.
Öldü diye bırakılan Ahmet, uzun süre sonra kendine geliyor. Ve bir İngiliz Subayı tarafından diğer yaralı iki arkadaşı ile birlikte esir alınıyorlar. Hemen İngiliz doktor geliyor ve yaralı askerlerimize müdahale ediliyor .
Ve tüm esirler gemilerle Kıbrıs’a götürülüyor. Orada hastanede aylarca tedavi görüyor iyileştiğine karar verilince de Mısır’ a gönderiliyorlar. Bu arada biten harbin ardından Gönen’ e dönen İzzet, Ahmet’in anasına, “Oğlun şehid oldu. Hakk’ın rahmetine kavuştu.” diye.
müjdesini veriyor.
Anası Şerif Hanım ve babası Halil Bey yas tutuyorlar. Ama, o kadarda gurur duyuyorlar. İki oğlumuz, harpte vatan için şehid olmuş diyorlar.
Mevlüdler okunuyor hayırlar yapılıyor dualarla anılıyor bu iki hayırlı evlat. Ana baba bu duygularla ayakta kalmaya çalışırlarken, Mısır’ da tel örgüler arasında tam 8 yıl esirlik yaşıyor Ahmet Çavuş.
Kızı Rukiye’ ye anlattığına göre: Pirinç yedirirlermiş sürekli. Aylarca yedikleri gıda bu olurmuş. Esirler iğne ipliğe dönüp, adım atacak halleri kalmazmış. Arada bir bulgur pilavı verirlermiş. Esirler biraz toparlanmaya başlarmış. Ahmet Çavuş bir gün tel örgülerinin kenarında, semiz otunu görmüş. Tanıdık bir sebzeymiş bu. Anasından bilirmiş. Topraktan çektiği gibi, toprağını silkelemiş başlamış yemeğe . Yemeklerine sürekli ilaç konulduğu için tavukkarası olurmuş gözleri. Gece oldu mu, göremezlermiş çevreyi. Kalırlarmış tel örgülerin içinde. Lahana ve ıspanak tarladan gelirmiş olduğu gibi kazanın içine atılır kaynar onları yerlermiş. Semiz otunu yediği gün bir şey fark etmiş Ahmet çavuş. Gece gözlerinin gördüğünü arkadaşlarına söylemiş. Fısıltı halinde yayılmış bu askerler arasında. Ondan sonra hepsi semiz otu yemeye başlamışlar. Semiz otları çıksın diye, yağmurun yağmasını beklerlermiş..
Yıllar yılları kovalamış ve Lozan antlaşması sonucu esaret bitmiş esir değişimi yaşanmış. Ahmet Çavuş çakı gibi 17yaşında bir fidan olarak çıktığı ana ocağına, yorgun ama bir o kadar da gururlu ve onurlu olarak dönüvermiş. Dönüvermiş de, anası yığılmış kalmış. Öldü bildiği aslan gibi oğlu, 8 yıl sonra karşısına capcanlı çıkınca ne yapacağını şaşırmış. İnanamamış. Delirdim, sanmış. Aklımı mı oynatıyorum, diye feryat etmiş. Oğlu ona sarılıp, “Ana ben geldim. Ben oğlun Ahmet Çavuş..!” diyene kadar inanamamış.
Aradan yıllar geçmiş. Jandarma, komşusu Kapısızların oğlu Gazi Osman’ı, araştırmalar sonunda bulmuşlar. Gazi aylığı bağlamışlar.
Bir gün jandarma Ahmet Çavuş’un da kapısını çalmışlar. “Sende gazisin. Şubeye gel sana devlet maaş bağlayacak, madalya verecek..!”demişler.!” Yook,” demiş Ahmet Çavuş, “BEN KANIMI, VATANIMA SATMAM diyerek reddetmiş hepsini.. Ahmet Çavuş, ondan sonraki yaşamını “1973 yılına kadar, Gönen’ de çiftçilik yaparak geçirmiştir.
Ek:
Moskova Muahedesi[189] Türkiye – Rusya Muahedenamesi
Milletlerin kardeşliği ve kendi mukadderatını serbestçe kendilerinin vaz’ı ve idare etmek hakkı prensiplerinde bir fikirde olan Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti ve Rusya Sovyetleri Federatif Sosyalist Cumhuriyeti Hükümeti emperyalizm aleyhine olan savaşmalarındaki tesanütleri hususunun ve ayniyle bu iki milletten birine arız olan her müşkilin diğerinin vaziyetini vahamete duçar edeceğinin sübutuna şahit olmakla aralarında iki memleketin karşılıklı menfaatları üzerine müesses samimî kalpli ve devamlı bir dostluk münasebatının bir düzüye hükümran olmasını görmek arzusiyle pek ziyade müteharrik olduklarından bir dostluk ve kardeşlik muahedesi yapmaya karar verdiler ve bu husus için aşağıdaki murahhaslarını tayin eylediler:
Türkiye Büyük Millet Meclisi Namına
Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti Namına İktisat Vekili ve Kastamonu Meb’usu Yusuf Kemal Bey
Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti Namına Maarif Vekili ve Sinob Meb’usus Rıza Nur Bey
Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti Sefir ve Murahhas-ı Fevkaladesi Millet Meclisi Ankara azasından Ali Fuat Paşa
Rusya Sovyetleri Federatif Sosyalist Cumhuriyeti Hükümeti Namına:
Hariciye Komiseri ve Panrus Merkez İcra Komitesi Azasından Jorj Çiçerin
Hariciye Komiseri ve Panrus Merkez İcra Komitesi Azasından Celâlettin Korkmazof
Selahiyetnamelerini birbirlerine gösterdikten ve usulüne muvafık olduğu görüldükten sonra aşağıdaki maddeleri tesbit eylemişlerdir:
Madde: 13 : Rusya bu muahedenamenin imzası tarihinden itibaren Rusya’da bulunan harbî veya mülkî bütün Türk üserasından Avrupaî Rusî ile Kafkasya’da bulunanları üç ay, Asyayı Rusî’de bulunanları altı ay zarfında Türkiye’nin şimalî şarkî hududuna kadar ve masrafı Rusya’ya ait olmak üzere sevk ve iade etmeği taahhüt eder. Türkiye Hükümeti de Türkiye’de bulunan harbî ve mülkî Rus esirleri hakkında ayni taahhüdü kabul eder. İade-i üsera hakkında teferruat bu muahedenin imzası akabinde der’akab yapılacak hususî mukavelename ile tanzim edilecektir.
Üsera Tahliye Mukavelenamesi[190]
Türkiye ile Rusya arasında 16 Mart 1921 tarihinde imza edilen muahedenamede üserayı harbiyenin iadesine müteallik olan on üçüncü madde mevki-i icraya koymak maksadıyla mukabil hükümetler tarafından selâhiyettar kılınan zirde vazi-ül imzalar âtideki maddelerin kabulünde mutabık kalmışlardır.
Madde :1 – Tarafeyn âkidin, kendi ülkelerinde bulunan bilcümle harbî ve mülkî esirlerin sür’ati mümküne ile iadesini taahhüt ederler.
16 Mart 1921 de Türkiye ile Rusya arasında mün’akid muahedenamenin tarih-i imzasından itibaren Kafkas ve Avrupayı Rusî’de bulunanların altı ay zarfında iade olunmaları takarrür etmiştir.
Madde : 2 – Üseranın iadeleri mütekabilen ihtiyâra men’ud olup, hiçbir vechile iade hususunda üsera icbar olunmayacaktır. Üsera kayıt şubeleri memleketlerine avdeti istemediklerini ihbar için müracaat eden üseradan memleket-i aslî ve isim ve lâkapları ile elyevm bulundukları mahal ve memuriyet veya san’atlari hakkında mufassal malumat toplayacaklar ve bu malumatı işbu mukavelenin 9. Maddesinde beyan edilen tarafeyn murahhaslarına vereceklerdir.
Madde : 3 – Esirler ve esir olmuş veya mütekabilen esareti ilân edilmiş olan ailelerini ve keza vakti esarette tahassül eden zevce ve çocuklarını birlikte götürmek hakkına malik olacaklardır. Ancak son halde müşterek bir ikametgâh mecburi tutulacaktır.
Ailelerin iadesinde suret-i umumiyede Rusya ile Lehistan beyninde mün’akit 24 Şubat 1921 tarihli iade-i üsera muahedesinin 24.ve 25. maddeleri ahkâmı nazar-ı itibara alınacaktır.
Madde : 4 – Üseranın beraber ihraç edecekleri emval meselesi Rus – Leh Muahedesinin 7,
8, 9. uncu maddeleri ahkâmına tebaan hallolunacaktır.
İşbu muahedenin üçüncü maddesi mucibince iade olunacak üsera familyalarının ihraç edecekleri emval hususunda üseranın malik olacakları hukuktan aynen istifade edeceklerdir.
Madde : – Üsera ve emvalinin mübadele mıntıkalarına kadar nakli masarifi tarafeyni âkidinin kendi hesaplarına olacaktır.
Tarfeyni âkidinden her biri bundan başka üseranın hini iadesinde kendi arazilerinde üseranın iaşe ve tedabiri sıhhiyeleri ile meşgul olacaklardır. Ancak şu var ki, tarafeyn-i âkidin harbi ve mülki esirleri memleketlerine iadeleri zamanına kadar el işlerinde istihdam etmek hakkına malik olmakla beraber esirlerin iadelerini her ne surette tehire uğratacak veçhile tamamen ağır işlerde istihdam etmemeği taahhüt ederler.
Madde : 6 – Katil, sirkat cürümlerinden maada herhangi bir cürümle mevkuf veya mahkûm bulunan bilcümle üsera, işbu mukavelenin tarihi imzasına müteakip iade için derhal serbest bırakılacaktır. Katil, sirkat cürümlerinden mevkuf bulunanların hüviyetleri, keyfiyet-i mücrimiyet ve derce-i mahkumiyetlerini gösterir mufassal bir liste tarafeyn murahhaslarına verilecektir.
Madde : 7 – İş bu mukavelenin tarih-i imzasından itibaren beş ay zarfında tarafeyn memleketlerinde vefat etmiş esirlerin mümkün olduğu derecede isim, lâkap, familya, asıl memleketleriyle, suret-i fevtlerine dair mufassal malumatı havi listeler tarafeyn murahhaslarına verilecektir.
Madde : 8 – Rusya’da; Novorosiski, Batum, Tuapse, Gümrü; Türkiye’de İnebolu, Trabzon, Gümrü mevkileri üsera için mübadele noktaları olarak kabul edilmiştir.
Madde : 9 – İşbu mukavelenin kati’iyül icrasının amele getirmek ve bir taraftan üseraya yardım ve muavenet hususlarını temin etmek ve işbu mukavele veya âtiyen bu hususta yapılacak itilaf ahkâmının suret-i icrasına nezaret etmek vazifesiyle tarafeyni âkidînden her biri mukabil hükümet nezdinde üç azadan mürekkep bir heyetti murahhas bulunduracaktır.
İşbu heyet-i murahhasa azası bulundukları hükümetin merkezinde veya bu hükümetin arazisinde vaki olacak seyr-ü seferlerinde diplomatik imtiyazlardan istifade edeceklerdir.. Her iki taraf işbu heyet azasının ber veche âtî hukuka malikiyetlerini tanımayı taahhüt ederler
Hükümet ve sefaretleriyle muhaberatta bulunmak
Üserayı bulundukları her mahalde ziyaret etmek. Ancak memurin-i mahalliye arzu ederlerse, işbu ziyaretlerinde azaya refakat etmek hakkını muhafaza edeceklerdir.
İcap ederse üseraya gerek para, gerek libas ve iaşe hususunda muavenet etmek.
Tahliye umuru ile meşgul memurin-i mahalliye ile anlaşarak iade umurunda her vasıtaya müracaatla üseraya tebligatta bulunmak. Esirlerin lisanı ile ilânatta bulunmak ve resmî organlarla neşriyatta bulunmak, bu maddelere dahildir.
Madde : 10 – İşbu mukavele tarih-i imzasından itibaren tarafeyn merkez-i hükümetlerinde on gün ve mülhakatta bir ay zarfında ilan edilecektir.
Madde : 11 – İşbu mukavele tarih-i imzasından itibaren tarafeyn merkez-i hükümetlerinin tasdikine lüzum kalmadan tarih-i imzasına müteakip mevki-i icraya konulacaktır.
28 Mart 1337(1921)
Türkiye Murahhasları Rusya Murahhasları
Seyfi , Saffet , Mithat Yakuboviç , Sabanin
Millî Mücadele Yıllarında Yunanistan’da Esir Bulunan Türklerin Kaldıkları Esir Kampları Ve Hapishaneler
İşgal Yıllarında Yunanlılar çeşitli bahanelerle kendilerine potansiyel düşman olarak düşündükleri sivil halkı ve gerek çeşitli çarpışmalar sırasında, gerekse bir şekilde işgal mıntıkasında bulundukları sırada ele geçen askerler, Yunanistan’a götürülerek buralarda “Üsera Garnizonları”nda ve çeşitli hapishane ve zindanlarda harbin sonuna kadar esir olarak tutuldular. Ancak Lozan Anlaşmasından sonra bırakılarak memlekete dönebildiler.
Yunanistan’da esarette bulunan 3963 sivil ve 7000 den fazla askerin[191] kaldığını tesbit edilmiş, daha sonra elde edilen bilgiler ışığında Lozan’da Kızılhaç kayıtlarına göre verilen rakam esir olarak 6404 sivil 8589 olduğu, Türkiye’nin elindeki esir sayısının da 17108 olduğu görülmüştü. Daha sonra gelen rakamlara göre Türk Ordu’sunun elindeki esirlerin 22 bini aşkın olduğu anlaşılmıştı. verilen edebildiğimiz yerler:
Atina – Paleostratos[192] Atina – Prapigmata[193] Atina – Lutiye[194] Atina – Manastraki Atina – Lonsiya[195] Pire – Kodi Esir Karargâhı Egina Adası[196] Midilli Adası Hapishanes Kefken Adası[197] Korfu Adası Milos Adası Nastasimus Makuvenisa Lefkat[198] Larissa[199] Volos[200] Gümülcine[201] Sakız Adası Hapishanesi Sisam Adası Hapishanesi Nastasimus Makuvenisa Riyo[202] Kandiye-İzzettin Kalesi(Girit) Hanya Singros Hapishanesi[203] Patras
Türkiye’de Yunan Esirlerinin Kaldığı Yerler[204]
Adana
Afyon (1116 esir)
Afyon – Kömürler (498 nefer)
Azarı Köyü (56 esir şimendifer hattı inşaatında)
Aydın (1944 esir)
Bursa
Balıkesir (559 esir)( 20. Üsera Taburu)
Susurluk (700 esir)(18. Üsera Taburu)
Bandırma (485 esir) (19. Üsera Taburu)
Balıkesir – İvrindi
Bayramiç (581 esir)
Bilecik (808 esir)
Eskişehir (567 esir)
Manisa (2914 esir)
Nazilli (766 esir)
Turgutlu (1343 esir)
Gördes
Akhisar
Kayışlar
Bilecik (611 esir)
Karaköy
Adapazarı (559 esir)
Geyve 1156 esir)
Erzincan[205] ( 3 esir)
Rize(Sivil esirler)
Yozgat
Kastamonu
Kayseri – Talas (347si subay 1105 esir)
Kırşehir 238 esir)
Konya (235 Esir)
Kütahya
Uşak (2403 esir) esir)
Güney (119 esir )
Cumra (1079 esir)
Çorum
Ankara (600 esir)
Ankara-Yahşihan
İzmir (2784 esir)
Ahmetli (758 esir)
Alaşehir (41 esir)
Kemer
Torbalı (492 esir)
Salihli (1298)
Samsun
Sivas
Gümüşhane
Uşak 2403)
Yunan esirleri, Lozan Anlaşmasına müteakip, Yunanistan’daki Türk asker ve sivil esirlerle değiştirilerek Yunanistan’a gönderilmişlerdir. Yunanistan’a gönderilen esirler, burada kurulan mahkemelerde yargılanmışlar, yenilginin suçu bunlara yüklernmiş, pek çok üst rütbeli Yunan subayı kurşuna dizilerek idam edilmişlerdir.
Fransız Esirleri Kaldıkları Yerler:
(Adana ve Antep’de ele geçen Fransız Esirler)
Antep Amerikan Konsolosluğu
Antep Keleşhoca Mağarası
Kayseri[206]
Millî Mücadele boyunca Türkler tarafından esir alınan Yunan Harp esirlerinin sayısı çok kesin bir rakam olmamakla beraber, 3’ü general, 381’i subay, 14.385’i asker ve 10.527’si sivil olmak üzere toplam 25.299’dur7. Aynı şekilde Yunanistan’ın elinde bulunan Türk harp esirleri konusunda da Türk ve Yunan tarafları farklı rakamlar vermişlerdir8. Yunan Kızılhaç’ı Türk esir sayısını 5l0 subay, 6012 asker 309’u da sivil olmak üzere 6813 olarak verirken, mübadeleye esas olan Türk esir sayısı ise 329 subay, 6002 asker, 15740 kişide sivil esir olarak belirtilmiştir.[207]
Mondros Mütarekesi’nden sonra İtilâf Devletleri tarafından 14 Şubat 1921 tarihine kadar iade edilen Türk esirlerinin sayısı şöyledir: İngiltere’den 7626 subay, 102 950 asker, Fransa’dan 24 subay, 772 asker, İtalya’dan 41 subay, 53 asker, Rusya’dan 634 subay, 18926 askerdir. Toplam 8326 subay, 122 701 asker olmak üzere 131 027’dir. Bu sayını dışında hala iade edilmeyen Türk esir sayısı bir hayli fazladır.[208]