ALTIN
DOLAR
EURO
BIST
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Hatay °C

SEDİR AĞACI | Josef Hasek Kılçıksız

07.02.2020
1.420
A+
A-
SEDİR AĞACI | Josef Hasek Kılçıksız

Bakışlarını gözlerinin içine dikti. “Tanrı aşkına, kapama gözlerini. Aç şimdi! Her seferinde daha iri iri aç. Gözlerinin içinde kendimi ufacık görmeme izin ver. Bu göç, bu güz, hepimiz bir yerlere göçeceğiz, kuşlar da gidecekler.”

  • Efendim?
  • Kuşlar diyorum Azra, sen, ben herkes göçüyor, diyorum. Göç zamanı. Bitecek diyorum. Sen de biliyorsun bunu.

Gözlerini önüne eğdi. “Öyle konuşma. Hepsi geçecek” dedi.

Geçecekti geçmesine de…

Süzülüp ipe dönmüş kadına baktı. Gülüşü her yeri dolduran o kadın gitmiş, titrek, kuru bir sedir yaprağı kalmıştı geriye.

“Evimiz bıraktığın gibi Azra. Dağıtmadım meraklanma. Gelince yine dip bucak elden geçirirsin. Dağılan, düzeni bozulan keşke sadece evdeki eşyalar olsa.

Hayatı bir sorgulama sürgünüydü. Onsuz hayatında ne çok ‘keşke’ler olacaktı, biliyordu bunu.

Sözde birlikte yaşlanacaklardı.

Geceden beri ateşi çok yüksekti. Kan değerleri de normale gelmedi bir türlü.

Yuvadaki dişi kuş çok uzaklara doğru havalanmaya hazırlanıyordu anlaşılan. Azra yuvayı terkettikten sonra gündüzleri yoldan kalkan tozlar, geceleri vızıldayıp duran sivrisinekler gibi değersiz hissediyordu.

Yalnızlık metaldendi o zamanlar. Perçinlenmiş çelik kokardı.

Başı göğsünün üstüne doğru düşme eğilimindeydi. Yalnızlığa çokça maruz kalmıştı ya da çok içmişti yine.

İnsanın uykusunu getirebilecek bir karanlık vardı. Buna rağmen uyuyamadı. Herkesi ve her şeyi kağıda sığdırmaya çalışıyordu. Kağıdın dışında kalan hiç kimse kalmamıştı. Geceyi sanrısız bitirmenin en iyi yolu belki de buydu ama artık işe yaramıyordu.

Işıktan şaşkına dönüp sonra da ona doğru çekilen bir gece güvesi gibiydi. Işığa tutkun pervane tutuşa tutuşa ateşe nasıl yaklaşırsa, ateşin hışmından kurtulamayan bir geridönmezlik içinde nasıl debelenirse öylece debeleniyordu gecelerin içinde.

Aklı geçmişe yaklaşıp uzaklaşıyordu. Azra, hafızasının en derin ve en kuytu oyuklarına açılan gizli kapıydı.

Birisini sevmek, o’na doğru biteviye göç demektir. Ancak, taş, kum, tepe, ay ışığı, kalbinin yokuşyukarı sokakları, uzak evler, denizler, ıraksı diyarlar, göç yormuştu onu. Fakat yıllar geçse de, sevdiklerinin yuvalandığı başka bir diyar fikri bâki kalmıştı içinde.

Sevdiği kadın uzakta değildi aslında. Çevresinde dolanıyordu. Kokusu yükseliyordu yazdığı kitabın sayfaları arasından. Azra o sayfaların arasında azıcık, kırışmış bir resimdi ve zamanın keskin bıçakları henüz değmemişti yüzüne.

Tek bir ev olmayan, yalnızca kuru ırmak yataklarının bulunduğu bir kıraçın ortasında vurulmuştu ikisi de.

Ağır yaralı olarak sınıra yakın bir hastaneye nakledilmişlerdi. Ruhunun kesiklerini ince bir iplikle dikmişti zaman. Gel zaman git zaman ameliyatın dikişleri sızının şiddetiyle patlamış, o çatlaklardan kan sızmaya başlamıştı.

Yabancılar lejyonuna komando olarak yazılmadan önce gemilerde yıllarını geçirmişti. Denizcilik dedesinden babasına oradan da kendisine kalmış genetik bir yatkınlık, tutkulu bir meslekti onun için. Uzak ülkelere mal taşıyan bu yolculuklarda zaman geçmek bilmezdi. Gemiler üstünde titrek yakamoz pırıltılarının belirdiği nemli bir mezarlıktı adeta. Denizlerde geçen yıllar, her seferinde gövdesinin bir yerini alıp götüren şiddetli fırtınalardan oluşuyordu. Yıllar sonra mesleği bıraktığında yaşadığı organ kayıplarının gövdesinin aslında tek bir organdan oluştuğunu daha da güçlü bir şekilde kanıtlamıştı.

Ömrü hayatın, ayrılıkla kavuşma, hastalık ve sağlık, intihar ve dirim, hüzün ve sevinç, hürriyet ve tutsaklık denen, biri öbürünü geçersiz kılan kutupları arasında salınan bir sarkaca benziyordu.

Yine uzun Odysseia’lardan sonra erken doğan gül parmaklı bir şafak sökmekteydi günlerin üzerinde. Ay beyazı dalgalar vuruyordu kıyıya. Dalgaları gerisinde sürüyerek açılan mavi bir kitaptı deniz. Nazlı, beyaz ve büyük bir gemiydi hayat, suları yararak, önüne dalgaları katarak geliyordu.

Her limana ulaştıklarında onları ince zevklerden ve iyi değer yargılarından yoksun kadınlar karşılıyordu. Şehirde hayat adeta davetkâr olmak ve davet edilmeye açık olmak yasası uyarınca yaşanıyordu.

Şehir, bu sefer değil ama başka bir zaman, annesinin sıcacık bakışını anımsatırdı. Bu sokaklar ömrünün gece ve gündüzlerini, yaşadıklarının görünmez gölgelerini getirip kucağına bırakmıştı.

Bu sefer geldiği şehir, kemancılar, şairler, evsizler, kimsesizler, dilenciler, yetimler, savaş suçluları, sahtekârlar, hürriyet için savaşanlar ve karşıdevrimcilerle dolu bir yerdi. İnsanlar bu şehirde ipleri başkalarının elinde hareket eden, sokaklarda ya da alanlarda öğrendikleri cümleleri gramofon gibi yineleyen giyinik mankenlere benziyordu.

Her insan, içinde yedi erdemi ve yedi erdemsizliği taşır. İnsan kendini beğenmiştir ve alçak gönüllüdür, obur ve kanaatkârdır, kösnül ve edeplidir, kıskanç ve iyilikseverdir, cimri ve eli açıktır, tembel ve çalışkandır, öfkeli ve acı çekendir. İnsan kendisinden diktatör de köle de, katil de aziz de, Kabil de Habil de yaratır. İnsanın ruhu, kapısı örümcek ağları bağlamış derin bir mağaraydı. İnanın o mağaraya girmek istemezsiniz.

Denizin kustuğu balina gibi limandan çıkıp aşağı sokağa indiğinde taburelerin üstünde balık, sumaklı soğan salatası yiyip köpeköldüren içen, ölümden ve denizden konuşan insanlara rastladı.

Sabahın ilk demlerini efkârlarıyla kuşatan bu insanlar bakışlarında hüznün en ihtişamlı tonlarını taşıyorlardı. Baş uçlarında AK 47’ler, sigaralarını içip akşamdan kalma kanlı gözlerle uzakları izliyorlardı. Esasen çare pek yakınlarındadır ama gözleri uzaklarda daha bir mesut olurlar.

Akşam oldu. Huzursuz gece dev dalgaların altına kıvrılıp uyumuştu. Balıkçılar üşümesin diye gecenin üstüne eski, ince bir battaniye attılar. Sabahın genzi taze tuz kokuyordu. Mevsimin her dalı sert ve serin, kırılganlığınca kanıyordu her şey. Bu şehirde adeta herkes sızının çekirdeğine yürüyordu.

Gün ilerlemişti. Saat çeşit çeşit erken cinayet zamanlarına ulaşmıştı. Güneş doğmuştu ama gece karanlık perdesini çekmeyi unutmuştu şehrin üstünden. Ay, yıldızların arasında yüksek ve berraktı, evler ise yıkık, gri ve sessiz.

Havada camımsı bir don vardı. Şehrin arkasını yasladığı dağlar ulaşılmazlığın, liman ise ayrılıkla kavuşmanın, uzaklıkla yakınlığın, ölümle dirimin, yarayla sağalmanın mekânıydı.

Liman çocuğunu özleyen bir anne gibi gemileri bağrına alıyor sonra onları tekrar yolcu ediyordu. Denizin içinde bir yerlerde fırtınasız, durgun, süt liman bir yol vardı olmasına da, kim çekecekti oraya kürekleri?

Yaşamın ortamsallığı diye bir şey vardır ve insan bu ortamsallığın tutsağıdır. Azra’yı ilk defa şehrin o tıka basa limanında omuzunda silahıyla birlikte görmüştü. Dolgun göğüsleri haki gömleğinden dışarıya fırlayacakmış gibi duruyorlardı. Nasıl da plastik bir kusursuzluk örneğiydi.

Toz duman yatıştığında şehir kırılmış insanlarla doluydu. Toprak yumuşacıktı ama etçil bir doygunluğa ulaştığı için artık kabul etmiyordu ölülerini.

Şehir kanlı bir sürecin içinden geçiyordu. Cesetlerin tümünün sokak aralarından toplanıp gömülemediği acziyetin en mahzun hâliydi yaşanan. Bu yüzden mahalledeki bütün köpekler şişmandı. Çelenkler bile eziliyordu kalın paletlerin altında.

Birkaç ayak merdiveni çıkıp, gece gündüz açık duran kapıdan girince, darca bir aralıkta buldu kendini.

Uzun namlulu silahlarıyla kadınlı erkekli gençler ordusu sokak aralarında devriye geziyordu. Korkuda yalpalamamanın timsali insan kümeleriydi bunlar.

Korkunç bir hayat hikâyesi vardı Azra’nın. Üvey babası tarafından tecavüze uğramıştı. Ali adında Şii kökenli birine âşık olmuş, annesinin, “seni evlatlıktan red ederim” tehditlerine kulak asmadan ona kaçmıştı. Gerdek gecesinde Ali’ye gerçekleri anlatmıştı. Sevdiğiyle suç ortaklığı içinde kapının ardında bekleyen sabırsız kalabalığın gözünü boyamak için nasıl da bıçakla kendini keserek bekâretini çarşafa bulamıştı.

Ancak işin aslı, çenesi mavi mürekkep dövmeli kaynanası Zaineb’in gözünden kaçmamıştı. Ali ne annesine ne de mahalleye çok fazla direnememişti.

Ortasından ikiye yarılmış şehir, iki berrak nehrin sularının birbirine karışmasına izin vermemişti.

Denize kumsaldan çekilmek kalmıştı. Azra’ya gitmek. Uzaklaştı. Ayrıldılar.

Gece yarısı şiddetli bir gök gürültüsüyle uyandı. Peşinden sağanak halinde bir yağmur başladı. Yağmur bir yirminci yüzyıl lazımlığına uzun bir çiş salmaktaydı.

Yaralı iki direnişçi hikayesini buldu hayalinde. Tamamen ani, öncü bir olay olmaksızın, izahsız, bütün ayrıntılarıyla, bütün iç çelişkileriyle duruyordu karşısında. Lambayı yaktı. Yaşamaya birisi zorluyormuş gibi kesik kesik soluk almaya başladı.

Milislerin ağır silahlarla yaptıkları bir saldırı sırasında ikisi de yaralanmıştı. Konuşurken konu ne zaman hastalığa ve kapanmayan yaralara gelse adını sürdürmek, onunla bir ölümsüzlük hayaline erişmek arzusu içinde güçlü ve acı veren bir itilim kazanıyordu. Bu arzu yaşam savaşımından bin kez daha güçlü ve dehşet vericiydi. Belki de o’ndan önce iyileşmesini sağlayan asıl itki buydu.

Kafası karışmış bir halde eve geri dönmekten başka yapacak hiçbir şey olmadığını hissetti. Ama hangi eve? Neresiydi onun evi?

Mütemadiyen, yorgun bir çırpıntı sesi, çürümüş balık omurgası kalıntılarının ve yok olup giden arzuların iç bayıltıcı kokusu gelmekteydi iskeleden.

Suyun yüzeyinde süzülen ışıltılı yakamozların kıvrımlı akisleri paslı gemilerin yağlı bordalarına vurmaktaydı. On beş yıllık kanlı iç savaş kasırgası sırasında, önce siperlerde ve cephe gerisinde, daha sonra direniş hareketinin saflarında ölmüş ya da kaybolmuş insanların sessizliği irkilticiydi. Düşmüş olanların muazzam sessizliği yükselmekteydi sulardan.

İç savaş sırasında ölmüş yoldaşlarının hissedilemeyen, bulanık bir akıntıyla sürüklenen çehreleri şimdi arka arkaya önünden geçmekteydi. Onlara karışmak, boğulmak, kaybolup gitmek için bulanık suya son bir kez bakmayı denedi. Hafızanın batık mezar taşından hepsinin adını yeniden okudu. Sıra Azra’ya geldiğinde, çok uzak olmayan bir geçmişte, hayatın ikisine fısıldadığı, artık asla yerine getirilmeyecek vaatlerin yarattığı baş dönmesini derinliklerinde hissetti.

Yıkık dökük evler, annesi, hiçbir zaman hafızasından silinmeyen birkaç devrimci marş ve Azra’nın hatırası; Hayal ettiği dünyaya dair ne kadar az şey kalmıştı elinde.

Aslında uzun bir bozgundu yaşanan. Yeniden sulara gömdü bakışlarını. Nerede yanıldık, diye sordu kendi kendine. Yol ne zaman çatallanmıştı? Hangi sapakta ayrılmışlardı ütopyadan?

İçinde doğru zamanı kollayan, çoktandır kuluçkaya yatmış bir intihar fikri vardı. Zira yenilgiler ve Azra’sızlık yaşamının tözünü tehdit eder hale gelmişti.

Şehrin sık yapraklı ağaçlarla bezeli korusundan yayılan rayiha denizden gelen leş kokusuna karıştı.

Sevdiği sedir ağaçları vardı yolun iki yanında. Onları, söküldükleri yerde toprakta derin oyuklar bırakan halleriyle değil, toprağa salınan güçlü kökleriyle düşlemişti hep. Sedir cennette bir ağaçtı. Gölgesi yüz yıllık yer tutan bir ağaç. İçine yürüyen kökleriydi Azra.

Seyrek lamba ışıklarında duvarda beliren gölgeye yaklaştı. Gölgelerin güzelliği olur mu? Oluyordu demek. Gölgenin iskeletini inceledi. Paslı kokusunu içine çekti. Hayır Azra değildi. Gece çocuğunu karanlığa rağmen çok seviyordu anlaşılan.

Yeniden yola koyulma takadı kalmamıştı. Elini koltuk altındaki tabancaya götürdü. Ne garip çelişkidir ki, aslında yıllardır silahtan kurtulmayı arzu etmişti.

Josef Hasek Kılçıksız
Josef Hasek Kılçıksız
Antakya’da Hıristiyan bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. • Hacettepe'de Felsefe (Lisans Diploması) • İstanbul üniversitesinde Sosyal antropoloji • Ege üniversitesinde Sanat Tarihi öğrenimi gördü. Yüksek Öğrenim serüveni yurt dışında da sürdü. • Roma Pontificia üniversitesinde Felsefe ve Katolik Teolojisi • Tampere (Finlandiya) üniversitesinde Beşeri bilimler, Felsefe ve Alman Filolojisi eğitimi aldı. Halen aynı üniversitede yardımcı asistan, doktora öğrencisi olarak görev yapıyor. • Aynı üniversitenin Pedagojik Bilimler Fakültesinde lisans eğitimi gördü. Uzun yıllar devlet ve özel eğitim kurumlarında öğretmen olarak da çalıştı. • Doktora çalışması nedeniyle Ernst-Moritz Arndt(Almanya/Greifswald) üniversitesinde yazar Wolfgang Koeppen’in üçlemesi üzerine araştırmalar yaptı. (Temmuz/2011) Edebi yayınlarının yanı sıra şiir çalışmaları,bir Fin yayın evi aracılığıyla "Hedelmät jotka eivät tuoksu ruudille" (Dilin Barut Kokan Kekremsi Meyveleri ) adı altında daha önce yayınlandı (2006/Eylül) Bahar Kapımda şiir kitabı, Etki yayın evi, İzmir, 2014 Buzdan Kuşlar Ormanı (Şiir) Zamana Adanmış Yüzlerimiz (Anlatı, Öykü) • Felsefi ve sosyal içerikli yazıları, Aamulehti, Helsingin Sanomat ve Tamperelainen gibi değişik Fin gazetelerinde yayınlandı.  Türk, Fransız ve Fin dergi ve gazetelerinde yayınlanmış ve hâlâ yayınlanmakta olan, Türkiye’deki siyasal-sosyal gelişmelerle ilgili analizler içeren sayısız makalesi de bulunuyor. • Josef Hasek Kılçıksız, iyi ve çok iyi derecede Almanca, Arapça, Türkçe, İngilizce, Fransızca, Fince ve İtalyanca biliyor.
YAZARA AİT TÜM YAZILAR
BİR YORUM YAZIN
ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.