ALTIN
DOLAR
EURO
BIST
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Hatay °C

“Paylaşıyorum Öyleyse Varım”

19.05.2016
1.184
A+
A-
“Paylaşıyorum Öyleyse Varım”

Paylaşıyorum Öyleyse Varım – Anıl Aba Yazdı …

 

yazi-atolyesi-Paylaşıyorum Öyleyse Varım – Anıl Aba Yazdı Yazı Atölyesi

Önce biz teknolojiyi şekillendiriyoruz. Ama sonrasında teknoloji bizi şekillendirmeye başlıyor. Daha sonra da, kapitalizm, bizim teknolojiyi yeniden şekillendirme alanımızı kısıtlıyor ve toplumları tüketen bu teknoloji açmazında hepimiz sıkışıp kalıyoruz

Pew Research Center’ın 2015 yılı araştırmasına göre Amerikalıların yüzde 89’u en son sohbetlerinin cep telefonu münasebetiyle kesintiye uğradığını, yüzde 82’si de bu kesintiden sonra konuşmanın kalitesinin düştüğünü söylüyor.

15-19 yaş arası kişiler her gün ortalama 3 saat, 20-29 yaş arası kişiler ortalama 2 saat sosyal medyada vakit harcıyorlar.
Yaklaşık bir buçuk milyar kullanıcı ortalama 17 dakikada bir sosyal medyaya giriyor ve bu istatistik genç kullanıcılarda ortalama 7 dakikaya kadar düşüyor.

İnsanlar günde, ülkesine göre, 30 ila 70 kez cep telefonlarını kontrol ediyor, bu sayı kimilerinde 150’ye kadar çıkıyor.

İş gününün dörtte biri internette iş dışında şeyler yaparak geçiriliyor.

Instagram’da 57 milyon selfie var.

iPhone kullanıcılarının yüzde 28’inin sabah yataklarından kalkmadan, yüzde 80’i kalktıktan sonraki 15 dakika içinde Twitter akışına bakıyor.

İnsanlar bir gün içinde, kolektif olarak, toplam 40.000 yıllık zamanı Facebook’ta harcıyorlar.

Beş milyondan fazla Facebook kullanıcısı 10 yaşın altında.

Yedi milyarlık dünya nüfusunda, yaklaşık dört milyar cep telefonu sahibine karşın üç buçuk milyar diş fırçası sahibi var.

Deloitte’nin 39 ülkede yaptığı anket araştırmasına göre sosyal medya bağımlılığında Türkiye birinci sırada.

Dijitalleşen hayatlar ve rasyonel dangalaklar

Hayatı boyunca kişisel gelişim safsatalarına yüksek itibar etmiş, sadece yatırım kararlarını değil insanlarla olan arkadaşlık ilişkilerini dahi fayda-maliyet analizi yaparak değerlendiren biri olarak sürekli “İnsan ortalama şu kadar yıl yaşıyor, bunun şu kadarı uyumakla geçiyor, bu kadarında çalışıyor, geriye de aslında çok az bir zaman kalıyor ve biz bu zamanı çok verimli kullanmalıyız” tarzı hesaplar yapan, ismi lazım değil, kadim bir arkadaşım var [arkadaş işte ne yaparsın]. Bütün dijital zamazingolardan çok hoşlanan ve kronik sosyal medya bağımlısı bu arkadaşımla geçen yaz oturmuş muhabbet ediyorduk ya da ben öyle sanıyordum. Adamın eli sürekli telefonunda; ha bire Twitter’da, Google’da bir şeyler yapar, nereye gitse yer bildirimi yapar, bütün sosyal medya hesaplarını kontrol eder, film izlerken bile cep telefonunu bızıklar… Öyle böyle değil, hastalık seviyesinde yani…

En sonunda dayanamayarak “Abi amma oynadın şu telefonla, bırak koy şunu cebine iki dakika” dedim. İlginç bir yere gidince hadi biraz anlarım da, her gün herkese nerede bulunduğunun koordinatlarını paylaşmak nedir?

Bana verdiği cevap şu oldu: “Abi ortamdan, muhabbetten [yani aslında benden] sıkılıyorsam tabii ki telefonu kurcalayacağım; ne var bunda?”

Optimizasyon mantığını benimseyen insanlar, Goffman’ın metaforundaki gibi de değil, hayatı gerçekten bir gösteri dünyası (entertainment) olarak görüyorlar. Modern Zamanlarda Aşk yazımda biraz bahsettiğim gibi, sürekli fayda-maliyet hesabı yapan, insan ilişkilerini rasyonel bir alış-veriş olarak gören hesap-kitap insanları alttan alta şunu düşünüyor:

“Ben internetin bana kişiselleştirilmiş içerik halinde sunduğu milyonlarca uyarıcıdan birine, hatta aynı anda üçüne (multi-tasking), bakmak yerine buraya senle görüşmeye geldim [aman ne büyük lütuf]. Ve sen beni “entertain” etmek zorundasın (eğlence bu kelimeyi tam karşılamadığı için). Eğer beni “entertain” etmiyorsan ben de “çok değerli ve kısıtlı vaktimi” Google’da merak ettiğim bir filmin hangi yılda çekildiğini arayarak, YouTube’ta ilham verici bir TED videosu izleyerek, Instagram hesabıma “no filter” fotoğraf yükleyerek, ya da gelen Twitter bildirimlerine bakarak çok daha verimli bir şekilde değerlendiririm. Ne var bunda?”

Tebrikler, son derece “rasyonel” bir karar verdin. Ama en eğlenceli insanların bile canlarının sıkkın, morallerinin bozuk olduğu; bilgi dolu şeyler ya da komik hikayeler anlatamadığı zamanlar olur. Eğer sen, bir “arkadaş” olarak benim moral bozukluğuma ya da belki sıkıcılığıma yarım saat katlanamayarak hemen cep telefonunu sarılıyorsan, bu konu üzerine araştırmalar yapan MIT profesörü Sherry Turkle’nin deyimiyle, bir empati krizi yaşıyorsun demektir.

Görünen o ki arkadaşlığı arkadaşlık yapan değerlerin ve yaşanmışlıkların modern dönemde pek bir kıymeti yok. Çünkü empati krizindeki insanlar karşısındakileri soytarı yerine koyarak hayatlarını dinamik bir optimizasyon süreci halinde yaşıyorlar. Sizin için lütfedip ayırdıkları bir saatin karşılığını veremezseniz sizinle tekrar buluşmadan evvel iki kere düşüneceklerdir.

Michigan Üniversitesi profesörü Sara Konrath, araştırmasında, son 20-30 yılda Amerika’daki üniversite kampüslerinde, empatinin yüzde 40 oranın azaldığını gösteriyor (bunu ‘empatik’ olarak tanımlanan olguların sosyal ilişkilerde ne sıklıkta gerçekleştiğini gözlemleyerek ve anketler yaparak ölçüyor). Bence bu büyük bir dramdır. Empati kaybına internet, sosyal medya ve akıllı telefonların sebebiyet verdiğini görmek için teleskoba gerek yok. Yine de biz biraz daha derine inerek bu empati kaybının nasıl geliştiğini görelim…

Dijital empati krizinin dinamikleri

Bir arkadaşınızla sohbet etmek için oturduğunuz zaman sohbetin içeriğini, kalitesini, tonunu, ve gidişatını ne belirler?

Eskiden olsa karşınızdaki insanla olan arkadaşlığınız, sizin ve karşınızdakinin o anki ruh hali, ülkenin gündemi vesaire diyebilirdiniz. Ama bugün bunları cep telefonu belirliyor! Nasıl mı?

Siz arkadaşınızla oturup, sessizde dahi olsa, cep telefonunuzu masaya koyduğunuz anda karşınızdakine, isteyerek ya da istemeden şu sinyali veriyorsunuz: “Ben, fiziksel olarak, buradayım. Ama aklım başka yerde.” Belki ilk etapta aklınız orada da olabilir, ama eğer arkadaşınızın muhabbeti sizi sarmazsa her an telefonunuzu alıp sosyal medyadaki binlerce arkadaşınızdan biriyle mesajlaşmaya başlayabilir ya da takipçilerinize ilham verici sözler paylaşabilirsiniz. Yani, eğer sosyal ilişkililerinizi fayda-maliyet analiziyle değerlendiren optimizasyoncu bir biriyseniz, bütün gerçek muhabbetlerin size sıkıcı gelme potansiyeli çok yüksek. Çünkü internetteki on yüz bin milyonlarca “muhteşem” şeyi sürekli olarak cebinizde taşıyorsunuz. Hiçbir yüz yüze muhabbet cebinizdeki internetten daha çok bilgi ve eğlence dolu olamaz.

Mekana gider gitmez telefonunuzu şarja takmanız da aynı etkiyi yaratıyor: “Sen aslında o kadar da önemli değilsin, anlatacakların ve konuşacaklarımız pek de önemli değil, senin sevgilinden ayrılmış olman da önemli değil… Şu an benim için en kritik şey bu telefonun şarjı, çünkü ben bu telefon ile her şeyi yapabilirim. Ama telefonun şarjı biterse sana katlanmak zorunda kalırım.” Bilinçli ya da değil, sosyal medya saplantısı olan insanların yarattığı algı budur. Ve algı zamanla gerçeklik olur. Bu yüzden de artık cam kenarına ya da manzara kenarına değil, prize yakın masalara oturuyor insanlar.

Sadece iki saat boyunca cep telefonunuza bakmadığınız zaman onlarca WhatsApp mesajının; Twitter, Facebook, ve Instagram bildiriminin; okul, iş, ve özel e-postaların arkasında kalmış oluyorsunuz. İki saat boyunca kim bilir (!) Twitter’da ne muhabbetler döndü, bloğunuza ne yorumlar yapıldı… Neredeyse bir ajans mantığıyla yönettiğiniz Twitter hesabınıza gelen övgü tweetlerini 15-20 saat sonra rt’lerseniz geç kalmış olursunuz. Bu yüzden de sosyal medya zombileri gerçek sohbet ortamlarında sürekli “umarım bana sunacağın ‘gösteri’ rt’lemekte geç kaldığım övgü tweetlerine değer” stresini yaşarlar. Bunu telafi edebilecek tek şey gerçek sohbette de pohpohlanıyor ve övgüler alıyor olmanızdır. Eğer birileri sizin ‘saçma sapan’ fikirlerinizi eleştirerek egonuzu indiriyorsa, Twitter’daki övgüleri rt’leyerek egonuzu şişirebilirsiniz.

Demem o ki, aslında, sosyal medya ve akıllı telefonlarda insanları motive eden şey kullanımdan alınan faydanın ötesinde bir süre kullanamamanın getirdiği endişedir. Telefona gelen mesajları, e-postaları ve sosyal medya bildirimlerini kontrol etmeden geçen her saatte psikolojik tansiyon ve sinir katsayısı giderek artıyor. Rahatlamak için, gelen bildirimleri kontrol ederek, biriken bu gerilimin boşaltılması gerekiyor. Yani sosyal medya yoksunluğu, bağımlı insanlarda, anksiyete bozukluğu ve saplantı nevrozu (OKKB) yaratıyor.

İnanması güç ama Amerika’da gençler, 2 saat boyunca cep telefonu kullanamayacakları için, artık sinemaya gitmek istemiyorlar. Gelirleri, kısmen bu yüzden, azalan dünyanın ikinci büyük sinema salonu zinciri AMC Entertainment’in CEO’su Adam Aron yakında kendi salonlarında cep telefonu kullanımına müsaade etmeye karar verdiklerini, ya tamamen serbest ya da cep telefonu kullananlar için özel bir bölüm olacağını söylüyor. Tıpkı eskiden şehirlerarası otobüslerde arka koltuklarda sigara içilebilmesi gibi (genelde 21 numara ve arkası olurdu, bir keresinde köye giderken 19-20 numaralara oturmuştuk da).

Dahası, ki bence burası çok önemli, karşınızdaki insanın masaya akıllı telefon koyması muhabbetin içeriğini de dikte ediyor. Ciddi konular sıkıcı olabilir, ama bu önemli olmadıkları anlamına gelmez. Fakat ben karşımdaki kişinin, benim muhabbetimden biraz sıkıldığı anda, zırt pırt Twitter hesabını kontrol edip sohbetin tonunu düşüreceğini düşünüyorsam, o ortamda nitelikli ve uzun bir konu açmak istemem. Bundan ötürü, dikkat ederseniz, cep telefonları yüzünden çay tabağı konacak yer bile bulamadığınız masalarda giderek daha az nitelikli konular konuşulduğunu görürsünüz. Yani, bir trend olarak, dijital zımbırtılar hayatımızı daha fazla yönlendirdikçe insanların muhabbetleri de giderek daha önemsiz meseleler etrafında dönmeye başlıyor, çünkü kronikleşen dikkat dağınıklığı komplike konuları kaldırmıyor. Üstelik aynı durum, yapılan deneylerde, cep telefonu masa üzerinde değil de mesela odada uzakta bir yerde dururken bile gözlemleniyor.

Öte yandan, takipçileri arttıkça kendini sosyal medya fenomeni olarak düşünmeye başlayan insanların (tarzına göre) daha ilham verici, daha komik, daha felsefi, ve daha fazla sayıda paylaşım yapma arzusu da artıyor. Çeşitli optimizasyon yöntemlerini kullanarak en uygun (mesela herkesin işten çıktığı saat 5 sonrası gibi) saati bulup önceden kaydettikleri güzel sözleri, fotoğrafları falan en fazla kişinin görüp rt’leyeceği spesifik zaman aralıklarında paylaşıyorlar. Kızların dörtte biri, çektikleri toplu fotoğraflarda (eğer kendileri güzel çıkmışsa) kötü çıkan arkadaşlarını özellikle etiketlediklerini itiraf etmiş. Rekabetin insanları getirdiği noktayı görüyor musunuz?

Son olarak, sosyal medya algoritmalarının bazı paylaşımları ön plana çıkartırken bazılarını bastırdığını biliyoruz. Bu mekanizma sosyal medya bağımlılarını, çok kolaylıkla, Pavlov’un köpeği gibi koşullandırıyor. Zamanla hangi paylaşımların çok beğenilip hangilerinin fazla beğenilmediğine uyanan kullanıcılar, sonraki gönderiler için daha önce çok beğenilenlere benzer paylaşımlar yapıyorlar. Böylece, sosyal medya şirketleri tasarladıkları algoritmayla hem sosyal medya gündemini tayin ediyorlar hem de kullanıcıların sanal kişiliklerini şekillendiriyorlar. Bu sürecin bir sonucu olarak bugün narsistik kişilik bozukluğu obezite kadar hızlı ilerleyen bir epidemi haline gelmiş durumda. Araştırmalar sosyal medyada geçirilen zaman arttıkça narsistik davranışların da arttığını neredeyse tartışmasız delillerle gösteriyor. Bu pozitif korelasyondaki nedensellik ilişkisinin netleştirilmesi, psikoloji akademisinin sıcak gündem maddelerinden biri… Yani; aşırı sosyal medya kullanımı mı narsisizmi arttırıyor, yoksa zaten narsist olan insanlar mı daha fazla sosyal medya kullanıyor?! Bu araştırma programında benim naçizane hipotezim, bu iki ilişkinin birbirini beslediğidir.

Muhabbetten korkup sosyal medyaya sarılmak…

Belki duymuşsunuzdur, HomeJoy diye bir uygulama vardı. Hani bu Uber ve AirBnB’nin tutmasıyla mantar gibi türeyen (JustPark, PoshMark, Zaarly, InstaCart vesaire) paylaşım ekonomisi uygulamalarından biri. Bu uygulama, kendi evini temizlemek istemeyen zengin züppelerle temizlikçi kadınları bir araya getiriyor. “Sosyal verimsizlikleri azaltan” ne kadar ‘dâhiyane’ bir fikir!!! Zaten sosyal medya guruları sağ olsun dünyada bir ‘dâhilik’ fışkırması var, ‘dâhilikten çatlıyoruz’ resmen. Her neyse… Uygulamanın reklamlarından birinde de (Amerika’da olduğu için) Latin Amerika kökenli olduğu her halinden belli bir kadın temizlik yaparken, beyaz bir Amerikalı da diğer odada bilgisayarında ‘çok önemli işler’ yaparken gösteriliyordu.

Kapitalizm eşitsizlik yaratıyor, hem de giderek daha fazla büyüyeninden. Bir yanda olanlar, diğer yanda olmayanlar… Fakat bu durum, sistemin meşruiyetinin de altını kazıyor. Gelir ve servet uçurumu büyüdükçe, sınıflar arasındaki iletişimin de zayıflaması gerekiyor. Çünkü olanlar olmayanlardan 1) korkuyorlar, 2) utanıyorlar (Ali Ağaoğlu gibiler hariç). Bu yüzden olanlar, olmayanlarla bir araya gelmek istemiyor. Kendilerini içinde süpermarketten spor salonuna, kuaförden eczaneye kadar her şeyin olduğu kameralı, özel güvenlikli sitelere (gated communities) hapsediyorlar. Ama hâlâ ‘fakir’ birilerinin zenginlerin evlerini temizlemesi lâzım, değil mi?

Genelde, temizlikçi kadınlarla ev sahibelerinin hoşbeşleri olur. Hatta bazı orta-gelir-grubu evlerde temizlik bittikten sonra çay içip temizlikçi kadınla dedikodu yapılır (çok zengin evlerde buna pek rastlanmaz). Fakat çoğu zaman temizlikçi kadınların yaşadığı maddi ve manevi sıkıntılar ev sahibesine yansır. Ev sahibesi (zengin de olsa insan sayılır en nihayetinde) üzülür, yardım etmek ister. Fazladan para verse bir dert, vermese başka bir dert… Nerden baksan bir sürü “sosyal verimsizlik.”

Ama HomeJoy [bu arada her yeni uygulamanın iki kelimeyi birleşik tek kelime yapıp baş harfleri büyük yazması da iyice baydı] sayesinde bu sosyal verimsizlikten gayet pratik bir şekilde kurtulabilirsiniz. Evinizi mi temizletmek istiyorsunuz? Hemen cep telefonunuzdaki uygulamaya adresinizi ve saat aralığını girin. HomeJoy tarafından doğrulanmış ve referanslı, ama iş güvencesi olmayan, bir kadın gelip evinizi temizlesin. Sonra da kredi kartınızdan 35 dolar çekilsin. Düşünsenize, bir parmak hareketiyle evinizde bir kadın beliriyor, bir saatte evinizi temizliyor, sonra ‘puf’ diye ortadan kayboluyor. Hiç konuşmuyorsunuz, belki görmüyorsunuz bile…

Yani; ben bu sistemin kaymak tabakası olayım, sistemin yarattığı eşitsizlik üzerinden kendimi üstün bir pozisyonda konumlandırayım, evimin zengin pisliğini de eşitsizliğin diğer tarafında kalanlara temizleteyim… Ama bunu yaparken de onları görmeyeyim, onlar da beni görmesin, onlarla muhabbet etmek zorunda bile kalmayayım, acı dolu hayatlarına üzülmeyeyim, durup dururken canım sıkılmasın… Allahsızsın kapitalizm!!

Aynı şey cep telefonu mesajıyla sevgilisinden ayrılanlar için de söylenebilir. Sevdaların halı tezgahında nakış nakış dokunduğu zamanlarda sevgililer ayrılacaksa bile konuşarak ayrılırdı. Ama şimdi (eski) sevgili biliyor ki ayrılma isteğini yüz yüze konuşarak dile getirdiğinde karşısındaki üzülecek, “gitme” diyecek, belki kızacak, ya da gözleri dolacak… Sosyal becerileri zayıf insanlar bu gibi kriz anlarında çok zorlanırlar. Ancak, cep telefonu ve internet sağ olsun, artık bütün bu sosyal verimsizliklere katlanmanıza gerek yok. Oscar Wilde’ın dediği gibi herkes öldürür sevdiğini… Kimi bir bakışıyla yapar bunu, kimi dalkavukça sözlerle… Yürekliler kılıç darbeleriyle öldürür, korkaklar cep telefonu mesajıyla… Çek bir mesaj olsun bitsin. Sonra mesajlara cevap verme, telefonları açma… Acımasızsın kapitalizm!!

Meselenin ekonomi politik boyutu

Ben, sosyal medya, cep telefonu ve internet kullanımını, tamamen değilse de, büyük ölçüde sigara ve alkole benzetiyorum. Çoğu insanın aslında haddinden fazla kullanmaktan memnun olmadığı ama yine de azaltamadığı, çünkü üretenlerin kullanıcıları bağımlı hale getirmek için her türlü şerefsizliği yaptığı; olumlu yanlarının haddinden fazla vurgulanıp, olumsuz yanlarından neredeyse hiç bahsedilmediği teknolojiler olarak görüyorum. Zaten tipleri de benziyor; akıllı telefon vs. sigara paketi. İkisi de tüketimi artırmak için cepte taşınacak boyutta tasarlanmış.

Ticari olarak sigara ilk çıktığında hızla büyük bir sektör haline geldi, çünkü hem bağımlılık yapıyordu hem de havalı bir pazarlaması vardı. Sektörü büyütmek için reklamlarda “Doktorunuz Camel’i tercih ediyor” gibi sloganlarla sigarayı bir yandan zararsız bir şeymiş gibi gösterip, diğer yandan öldürücü etkilerini kanıtlayan araştırmaları hasıraltı ediyorlardı. Benzer bir durum sosyal medya, internet ve akıllı telefonlar için de söylenebilir. Tüm bunların bağımlılık yaptığını, ruhsal bozukluklara sebebiyet verdiğini gösteren sayısız akademik çalışma hasıraltı ediliyor, çünkü Zuckerberg denen vampirin tek derdi insanların Facebook’ta daha fazla zaman geçirmesi. Oysa, nasıl bugün bağımlılık yapan ve sağlığa zararlı olan sigara ve alkol gibi ürünlerin satışı ve kullanımı (uzun mücadeleler sonucu) kısıtlanıyor hatta yasaklanıyorsa, aynı mantıkla sosyal medya, cep telefonu, ve internet kullanımı da bir şekilde toplumsal olarak planlanmalı, düzenlenmeli ve kısıtlanmalıdır.

Fakat büyük şirketler bundan zarar göreceği için, pek çok sosyal medya manyağının idolü olan Zuckerberg, Nadella, Dorsey, Cook, Systrom gibi ahlaksızlar sosyal medya kullanımının düzenlenmesine karşı milyar dolarlık lobi faaliyeti yapacaklardır. İlk özel sigara şirketi 1865’te açıldığına göre yaklaşık 100-150 senedir sigaraya karşı mücadele veriliyor demektir. Yeni yeni bir takım kazanımlar elde edildiyse de olan arada kansere yakalanarak gırtlağını ya da yaşamını yitiren milyonlarca insana oldu. Sosyal medya ve teknoloji şirketlerinin sigara sektöründen çok daha güçlü olduklarını düşünecek olursak uzun vadede bile bir düzenleme olması hayal gibi gözüküyor.

Bu tezgahtan 1) sosyal medya hizmeti ve akıllı telefon üreticileri, 2) tanımlı profiller sayesinde hedefe yönelik kişiselleştirilmiş reklam yapabilen diğer bütün şirketler ve 3) bu şirketlerin reklam stratejilerini geliştiren dijital pazarlama parazitleri ekmek yiyor, hem de rokfor peynir ve cevizli gurme ekmeklerden. Sıfır ahlak, maksimum kazanç… Zaten kapitalizmde kazanç ile ahlak arasında çoğu zaman negatif bir ilişki vardır. Misal, aslında CEO’ların ücretleri işletme becerileri ve vizyonları oranında belirlenmez, yapabilecekleri ahlaksızlıklar ve haysiyetsizlikler oranında belirlenir. 1000 kişiyi işten çıkaracak imzayı eli titremeden atan, vergi kaçırma işlerini sinsice yürüten, devletten alınacak ihaleler için siyasilerin kıçlarını yalayan CEO’lar, bunları yap(a)mayan CEO’lardan her zaman daha fazla kazanır. Birazcık ahlak ve haysiyet sahibi CEO’lar zamanla piyasadan elenir; geriye de Zuckerberg, Gates, Jobs gibi aşağılıklar kalır. Bu yüzden de, etrafınızda dikkat ederseniz, üst düzey yöneticilik hayalleriyle yanıp tutuşanlar, ya hali hazırda haysiyetsiz olan ya da para ve kariyer karşılığında mevcut haysiyetlerini anında ayaklar altına almaya hazır, kaypak karakterli kişilerdir. CEO’ların kişilik özelliklerini karakterize eden akademik araştırmalarda tüm bu argümanları okuyup çalışabilirsiniz.

Zaten liberal kapitalizmde her türlü ahlaksızlık serbesttir… Sonuçta, geri zekalı liberallere göre, insanlar hür iradeleriyle kullanıyorlar bu dalgametreleri, silah zoruyla değil. Şikayet eden varsa kullanmaz; bu kadar basit. Yani şirketlerin, zor kullanmadıkları müddetçe, insanların zaaflarından faydalanacak şekilde ürünler geliştirip pazarlama yapmalarında herhangi bir sakınca yoktur. Şirketler her türlü üç kağıdı çevirmekte serbesttir, bu tezgahlara düşmemek bireylerin kendi sorumluluğudur.

Man kafalı firavunun biri de kalkıp Empathy App diye bir uygulama çıkarmış. Akıllı telefonların yarattığı empati krizini daha fazla akıllı telefon kullanarak çözmeye çalışmak, Amerika’da NRA’nın “silah şiddetini azaltmak için daha fazla insanın silah sahibi olması gerekir” diyerek kendini savunması gibi bir şey (gerçekten!). Serbest piyasa kapitalizmi içerisinde bu sorunlara çözüm aramak tam anlamıyla bir açmaz (catch 22) yaratıyor, çünkü bu sorunların kaynağı zaten serbest piyasa kapitalizminin ta kendisi.

“Ben teknoloji karşıtı değilim, muhabbet yanlısıyım”

Diyor Sherry Turkle, kendisini teknoloji düşmanı geri kafalı bir kadın olarak itham edenlere. Çok kullanışlı teknolojiler olan, misal, çamaşır makinesi ya da duvar saatinin bağımlılık yapmadığı, insanları empati krizine sokmadığı, veya ruhsal bozukluklara neden olmadığı ortada. Aynı şekilde; bir elinde akıllı telefon, ötekinde Kindle, kulağında iPod, çantasında MacBook Air, gözünde iGlass, kolunda Apple Watch ile neredeyse yaşam ünitesine bağlı birer hasta ya da özürlü gibi yaşayan, cyberpunk distopyasından fırlamış insanlar ile kahvaltı sofrasında ya da otobüste gazete okuyanları aynı kefeye koyup işin içinden sıyrılmaya çalışanlar var. Oysa gazete okumak ne empati krizi yaratıyor, ne insanları asosyalleştiriyor, ne de anksiyete bozukluğuna sebebiyet veriyor (ya da en azından öyle olduğunu gösteren bir akademik çalışma henüz yok). Dolayısıyla insanları insanlardan uzaklaştıran, ve insanların ruh sağlığını bozan teknolojiler ile hayatı kolaylaştıran teknolojileri birbirinden ayırmak gerekiyor. Elbette benim itirazım teknolojinin tamamına değil; üç beş ahlaksız buradan para kazanacak diye insanları hasta eden, muhabbetimizi bitiren, sosyalliğimizi kaybettiren, hayatlarımızı tüketen teknolojilere.

Çok pratik olduğu için yeni bir teknolojiyi kullanmaya başlıyoruz. Fakat, kapitalizm sayesinde, ne olduğunu anlamadan, teknoloji de bizi kullanmaya başlıyor. Başlarda, bir restoranın bilgilerini internette ararken şimdi cep telefonu olmadan nerede yemek yiyeceğimize karar veremez hale geldik. Gideceğimiz filmin seanslarına bakmak için interneti kullanırken şimdi hangi filmi izleyeceğimizi IMDb puanı belirliyor. Eskiden sohbet programlarını (mIRC, ICQ) mahallemizin, hatta ülkemizin, dışından insanlarla tanışmak için kullanırken şimdi evleneceğimiz insanı bile online randevu sitelerinde arıyoruz. Neredeyse bütün hayatımızı dijital zımbırtılar ve uygulamalar yönlendiriyor.

Önce biz teknolojiyi şekillendiriyoruz. Ama sonrasında teknoloji bizi şekillendirmeye başlıyor. Daha sonra da, kapitalizm, bizim teknolojiyi yeniden şekillendirme alanımızı kısıtlıyor ve toplumları tüketen bu teknoloji açmazında hepimiz sıkışıp kalıyoruz. Bu teknolojileri ve uygulamaları kullanıyoruz ama, sosyal medya fanatikleri hariç, çoğumuz durumdan memnun da değiliz aslında. Tıpkı sigaranın zararlarını bilip, hatta bırakmak isteyip bırakamayanlar gibi.

Ben yurtdışında yaşıyorum ve Facebook benim Türkiye’deki yakınlarımla ve arkadaşlarımla iletişimimi sağlayan tek ortam, zaten başka sosyal medya uygulamasını da aktif olarak kullanmıyorum. Geçtiğimiz yıla kadar kuzenimin Facebook hesabı yoktu. Ne zaman köyü arasam, hemen ardından Edirne’deki kuzenimi de arardım. Sonra o da, dayanamayıp, Facebook hesabı açtı. İşte arada komik capsler, haberler falan paylaşıyor; o benim paylaşımlarıma yorum yapıyor, beğeniyor; ben onunkileri beğeniyorum falan fistan… Yani kuzenimin Facebook hesabı açmasıyla birlikte aramızda, (daha önce olmayan) paylaşımlı, beğenili, yorumlu bir sanal bir iletişim gelişti. Derken üç-dört aydır, köyü aradıktan sonra, kuzenimi aramadığımı fark ettim. Çünkü Facebook’taki beğeniler ve yorumlar, telefon konuşmalarının yerine geçiyor gibi geliyor insana. Diyeceğim; aşırı otomasyon, sosyal medya, dijitalleşme vesaire bizi sosyalleştirmiyor, aksine insanlar arasındaki anlamlı ilişkileri zayıflatarak bizi hem atomize ediyor hem birbirimizden uzaklaştırıyor.

Biz sosyal medya cehennemine bağlanmak yerine hayat bağlanmalıyız. İnsanlara akıl vermeyi pek sevmem ama benim naçizane tavsiyem, sosyal ortamlarda telefonunuzu sessize alıp cebinizden ya da çantanızdan hiç çıkarmamanız olur. Evde kahvaltı ve yemek sofralarında cep telefonunu masada ya da cebinizde tutmamak gibi, yaptırımı da olan, kurallar koyabilirsiniz. Telefonu elimize yapıştıran ilk şey sabah için kurulan alarm oluyor; gidin kendinize bir tane tavuklu anneanne saatinden alın ve cep telefonunu alarm olarak kullanmayı bırakın. Saçma sapan sosyal medya uygulamalarını silin ve bazı hesaplarınızı kapatın, buna Swarm’dan başlayabilirsiniz. Yukarıdaki argümana (ve benim görüşlerime) biraz ters düşecek ama eğlenceli bir yöntem olarak, arkadaş buluşmalarında bütün cep telefonlarını toplayıp üst üste masanın ortasına koyun, telefonunu ilk eline alan hesabı ödesin. Ve mümkünse, ki bence en güzeli bu, benim gibi akılsız telefona dönün.

Gösterişli, parlak, zengin, ve havalı teknolojik zımbırtıların altındaki karanlık dünyayı iyice anlamalıyız. Sosyal medya kullanımının hem toplumsal hem de bireysel maliyetleri sanıldığından çok daha büyük olabilir, tıpkı sigara ve alkol kullanımında olduğu gibi. Dijital pazarlamacıların, CEO’ların, ve kapitalistlerin bu maliyetleri pek umursamadıkları aşikar, çünkü onlar insanların bağımlılığından besleniyorlar. Liberalizm kisvesi altında kısa vadeli çıkarlar toplumsal maliyetlerin önüne geçiyor.

“Guru” gürültücü sosyal medya gurularının çok hoşuna giden bu dramatik gidişatın sonunda New York’tan Kaçış, Cesur Yeni Dünya, Gattaca ya da Shadowrun benzeri distopyalar var. Yaşamak istemediğimiz bir üretim biçiminin içine doğduğumuz için tüm bu saçmalıklara katlanmak zorunda kalan bizlerin, artık radikal alternatifleri daha ciddi bir şekilde düşünmesi ve tartışması gerekiyor.

O büyük gün gelene kadar biz, “devrimden sonra anaokulu olsun mu, olmasın mı” tartışmasında anlaşamayıp üç fraksiyona bölünmek yerine, muhabbetimizi büyüterek mücadeleyi sürdürmeliyiz.

Zira bizi muhabbet kurtaracak…

 

anil.aba@economics.utah.edu

 

 

Kaynak : http://sendika10.org/2016/05/paylasiyorum-oyleyse-varim-anil-aba/

 

Administrator
Administrator
Editörden Yazı Atölyesi, Çağdaş Türk ve Dünya Edebiyatı’nı merkezine alan bir Websitesidir. Yazı Atölyesi’ni kurarken, okurlarımızı günümüzün nitelikli edebi eserleriyle tanıtmayı ve tanıştırmayı hedefledik. Yazarlarımız, Yazı Atölyesi’nde, edebiyat, sanat, tarih, resim, müzik vb. pek çok farklı alandan bizlere değer katacağını düşünüyoruz. Bu amaçla, sizlerden gelen, öykü, hikaye, şiir, makale, kitap değerlendirmeleri, tanıtımı ve film tanıtım yazıları, anı ve edebiyata ilişkin eleştiri yazılarla, eserlerinize yer veriyoruz. Böylelikle kitaplarınızla eserlerinizin yer aldığı Yazı Atölyesi’nde, dünya çağdaş edebiyatı ile sanatın pek çok farklı alanında değer katacağına inanıyoruz. Yazı Atölyesi kültür sanatın, hayatın pek çok alanını kapsayan nitelikli edebiyat içerikli haber sunar. Bu nedenle başka kaynaklardan alınan, toplanan, bir araya getirilen bilgileri ve içerikleri kaynak belirtilmeksizin yayına sunmaz. Türkçenin saygınlığını korumak amacıyla ayrıca Türk Dil Kurumu Sözlüğünde önerilen yazım kuralları doğrultusunda, yayınladığı yazılarda özellikle yazım ve imla kurallarına önem verilmektedir. Yazı Atölyesi, üyeleri ve kullanıcılarıyla birlikte interaktif bir ortamda haticepekoz@hotmail.com + yaziatolyesi2015@gmail.com mail üzerinden iletişim içinde olan, bu amaç doğrultusunda belirli yayın ilkesini benimsemiş, sosyal, bağımsız, edebiyat ağırlıklı bir dijital içerik platformudur. Katkılarınızdan dolayı teşekkür ederiz. http://yaziatolyesi.com/ Editör: Hatice Elveren Peköz Katkılarınızdan dolayı teşekkür ederiz. http://yaziatolyesi.com/ Editör: Hatice Elveren Peköz Email: yaziatolyesi2016@gmail.com haticepekoz@hotmail.com GSM: 0535 311 3782 -------*****-------
YAZARA AİT TÜM YAZILAR
BİR YORUM YAZIN
ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.