ALTIN
DOLAR
EURO
BIST
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Hatay °C

KARANTİNA GÜNLÜKLERİ:EYLÜL’DE BİR SALI

03.10.2020
19.926
A+
A-
KARANTİNA GÜNLÜKLERİ:EYLÜL’DE BİR SALI

Günlerden salıydı, sabah erkenden uyanmış, uyku mahmurluğuyla evin içinde dolanıyordum. Duş aldım,  iç çamaşırlarımla gezindim. Giyinip dışarı çıkacaktım az daha ama evden çıkamayacağım aklıma gelince yeniden soyunup dökünüp rahat bir şeyler giyip mutfağa geçtim. Mutfakta kısa bir hazırlıktan sonra hızlıca bir kahvaltı yapıp salona geçtim.

Karar veremedim ne yapacağıma. Uzandım kanepenin üzerine, TV’yi açtım, bir müzik kanalı bulup bıraktım kumandayı. Telefonu elime aldım ” facebook, instagram, twitter” da sosyal medyayı bir süre taradım. Fazla sürmedi sıkıldım sabahın köründe baktıklarım gecekilerin aynısıydı. Derken telefon rehberine geçtim. Favorilerime ekli numaraların hepsini ya iştedir ya da hala uyuyordur diyerek es geçip alfabetik sıradan kayıtlı isimlere bakmaya koyuldum.

Abim Cemal diye kaydettiğim, Cemal Küçük’e denk gelince bir an arayıp aramamakta kararsız kaldım. Sabah sabah kalsın diyerek vazgeçtim. Cemal Abi iyi bir veterinerdir. Onunla yedi yıl önce tanışmıştık. Eşim ve ben yaz tatili için güneye indiğimiz bir yaz gününde Muğla-Akyaka yolunda ilerken yol kenarında çırpınan bir köpeği görünce arabayı sağa çekip köpekle ilgilenirken yardımıma geldiğinde tanışmıştık.  Ayaküstü bir anda ortak bir acının samimiyetiyle kaynaşmış, köpeği kucakladığı gibi arabaya atıp hızla uzaklaşmadan köpeğin durumundan beni haberdar etmesi için telefonlarımızı kaydetmiştik. Akyaka’da çadırımızı kurmuş dinlenirken telefon gelmişti Cemal Küçükten. Köpeği bir veterinere götürmüş, köpeğin arka bacaklarının kırık olduğunu tedavisi için gerekeni yaptığını söyledi.  Kendisine teşekkür edip yardımı noktasında methiyeler dizerken kendisinin de İstanbul’da veteriner olduğunu öğrenmiş bunun üzerine muhabbetimiz faklı bir boyut kazanmıştı. İstanbul’a döndüğümde bir tanıdığımın kedisinin bakımı hakkında danışmak için arayınca bu konuşma ilk buluşmamıza vesile olmuştu. Bu buluşma üzerinden daha bir ay geçmeden iki kez buluşmuş kendimizi birbirimizin dostluğuna emanet etmiştik. Babacan tavırları hem insana hem de hayvana olan sıcak ve ilgili yaklaşımı beni ziyadesiyle kendine bağlamıştı

Vay Cemal Abim vay…

Bu, şu, o derken ” B” harfinde Bülent Kardeşime denk geldim rehberde. Bülent’le 1992 Eylülünde, lise 1’den 2’ye geçtiğim yılda Hassa’da tanışmıştık. Yeni bir okul yeni arkadaş olarak karşıma çıkan güzel yürekli insanla tanıştığım ilk gün ona kanım kaynamıştı. İlk dost, kavramım bilinçli şekilde Bülent’le oluşmuştu yüreğimde. Neler yapmadık beraber. Hatta baklava üstüne dondurma koyup baklavayı bu şekilde yemeyi ondan öğrenmiştim. Ha, o ara bir diğer arkadaşımız daha vardı. Adı Fırat’tı, ilçe emniyet müdürünün oğlu… Üçümüz bir buçuk yıl çok güzel vakit geçirmiştik. Ergenliğimin sağlam alt yapılarındandır o dönem arkadaşlık adına yaşadıklarım. Sonra babamım tayini Hatay – Dörtyol’a, Fırat’ın babasının tayini Elâzığ’a çıkınca bir ara kopukluk oluştu üçümüzün arasında.  Mektup arkadaşlığıyla yeniden kaldığımız yerden arkadaşlığımız devam etti. Bu yolla uzunca bir dönem haberleşmiştik. Mektuplaşmayı da başlatan Bülent olmuştu. İyi ki de yapmış. Üniversite sınavına beraber Antakya’da girmiş, sınav çıkışı Hassa’ya beraber geçip ailesini de ziyaret etmiştim. O sene sınavı kazanamamıştım. Ama fırsatını buldukça Bülent’in yanına gidip gelişlerimin ve de Bülent’in halasının Dörtyol’da olmasının avantajıyla Bülent’le devamlı irtibat halinde kalmamızı sağlamıştı. Hiç kopmadık hemen her yıl bir şekilde görüşme imkânı bulmuştuk. Ben üniversitedeyken o Afyon’da uzman çavuş eğitimi alırken bile görüştük. Hatta benden önce mesleğe başlamış ardından hemen evlenmişti. Düğününe gittiğim gibi ilk çocuğu olduğunda da ziyaretine ta Siirt’e gitmiştim hem de İstanbul’dan. Tabi o gelemedi düğünüme görevinden dolayı ama bunu dert etmedim. o liseden beri devam eden ilk dostumdu. Şimdi, emeklilik günleri hayali kuran, iki çocuklu bir asker olarak beni ne zaman arasa liseden beri nasıl konuşuyorsak öyle konuşuruz. Şimdi arasam mı acaba? Off, bu saatte de arayamam ki canım jandarmayı.

Vay Bülent vay….

Yine bu, şu, o derken “E” harfinde Ersin Taçyıldız ismine denk geldim. Hatırlamakta yüzünü güçlük çeksem de hatırladım sonra ama Taçyıldız Ersin, bana başka bir şey hatırlattı. Hüzünlendim. Ersin Taçyıldız bir seminerde tanıştığım tarih öğretmeniydi. Beş gün boyunca yan yana otururken ona dönüp her konuştuğumda hatırladığım şeyi, bugün de yeniden hatırladım.  Çünkü “Ersin”  adı o seminer zamanında ve simdi rehberde denk geldiğim vakitte,  çocukluğumun ilk acı kaybı diyeceğim ilkokuldaki sıra arkadaşımın adıydı.

İlkokul dörtten beşe geçmiş, o dönemin yaz tatilinde neredeyse her gün beraber olduğum arkadaşım Ersin. Yaz sonu, eylül kapıda nadir ama çok nadir görüşmediğimiz bir güne denk gelen zamanda onu kaybettim. Eve biraz geç gelmiştim o akşam, babam evdeydi ve babamın yüzü asıktı.  Gün boyu lojman koşularımızın çocuklarıyla oynayan ben bir kusurum oldu mu,  diye içlenirken sessizce akşam yemeğini yemiştik. Annemin de sessizliği işlerin fena kötü olduğu izlenimini uyandırmıştı bende. Dayak yemeyeceğimden emindim iş babama kalmışsa sağlam azarlanırdım ki bu dayaktan da kötüydü. O zamanlar yazları serinlik olsun diye lojmanın önüne yaptığımız çardağın üzerinde,  babam yemek sonrası keyif sigarasını içerken yanına çağırdı. Şu an bile anımsarım adamcağızın ezilip büzülüp ağzında bir şeyler gevelediğini. Zordu demek ki bir insanın hele de on yaşında küçücük bir çocuğun öldüğünü söylemek. Ki bu çocuk yaz boyu evimizden çıkmayan ya da kendi evladının her gün oynadığı neredeyse aileden biri sayılan yavrucaksa…

Babam, güç bela öldüğünü söyledikten sonra bana bakmadan anneme nasıl öldüğünü anlatmıştı. Ersin’in kardeşleri bir gün önce bahçelerinde koca bir yılan görmüşler. Ersin’in babası çifteyle yılanın pesine gitse de bulamamış yılanı. Yılan, yine ortaya çıkarsa tüfek hazırda dursun, diye dolu olarak duvara asmış tüfeği. Bana gelmediği gün evde karnı ağrıyor, yatıyormuş Ersin. Kendinden bir yaş küçük, üvey kardeşi devamlı kendisiyle oynamasını istemiş; o da ağrısından reddediyormuş kardeşini. Kardeşi, biraz sinirle biraz da haylazlıkla duvarda asılı tüfeği alıp Ersin’e doğrultmuş. “Benimle oyna yoksa seni öldürürüm” derken Ersin “Git başımdan, hastayım!” deyip sırtını dönmüş kardeşine. Her şey o an olmuş. Tüfeğin dolu olduğunu bilmeyen “küçük” ve Ersin, yaşanabilecek en kötü an’ı yasamışlar. Kardeşinin tetiğe dokunmasıyla kuş kadar Ersin’in, can vermesi bir olmuş. Odanın bir köşesinde çamaşırlarla uğraşan ablası da o gün kaybetmiş aklını. Olanlara hem şahit olup hem de bir şey yapamamak ve her şeyin oyun olduğunu sanırken Ersin’in ölümüne şahit olmak genç kızı bitirmişti.

Bana ne olduğunu hatırlamıyorum bunu duyunca, o gece uyuyana dek hep Ersin’i düşündüğümü hatırlıyorum sadece. Ertesi gün annemle taziyeye gittik. Eve gittiğimizde kapının önünde babasını gördüm, beni fark etmedi ama ağlamaktan yüzü gözü şişmişti. Öz annesi de evdeydi, kadını ben ilk kez görüyordum. Üvey anne yoktu. Çocuğunu alıp Adana’ya gitmiş. Annemle bir köşeye sinip oturduk, ev çok kalabalıktı. Evdeki tüm kadınlar ağıt yakarken ben hiç ağlamadım. Öz annesi beni tanımadığından olsa gerek gözlerime manasızca bakarken daha fazla duramadım annemin yanında ve dışarı çıktım. Dışarıda, Ersin’le oynadığımız evlerinin bahçesinde dolaşırken ablası gördü beni; bana sarılıp öyle bir ağladı ki işte o an ablasının kokusu bana Ersin’in hatırlattı. Ersin’le aynıydı, bu koku küçük dostumu bir daha göremeyeceğimin farkına varmama neden oldu. O an’a kadar belki bir köşeden çıkar diye uman ben Ersin’in öldüğünü resmen anlamış olacağım ki hüngür hüngür ağladım ablasına sarılarak.

Ersin orada benim Türkçemdi. Konuştuğumuz zaman birbirimizi hemen anlamamızı sağlayan anadilimiz bizi birbirimize bağlamıştı. O, bir şekilde ailesi ile oraya sığınmış bir gariban; ben, babamın memuriyeti vesilesi yabancı bir yerde garip biri… Herkesin Arapça konuştuğu bir teneffüs saatinde Ersin’le Türkçe konuşmanın mutluluğuyla olsa gerek yakınlaşmıştık birbirimize. O köyden ayırlana dek ara ara rüyalarıma girerdi, onunla oyun oynardık. Bir keresinde rüyamda, oyun sonu evlerimize gitmek için ayrılırken onun köy mezarlığına doğru gittiğini görüp “Evin orada değil ki” dediğimde “Ben artık orada oturuyorum” demiş ve yoluna gitmişti. Lise 1’de aklıma düşmüş mezarını ziyaret edip dualar etmiştim. Kısa süre sonra da taşınmıştık. Bu da onu son görüşüm oldu.

Ersin Taçyıldız işte bu anıların canlanmasına vesile olan bir arkadaş olarak kayıtlıydı telefonumda.

Vay Ersin’im vay…

 

Gözlerim dolu dolu kalkıp mutfağa geçip bir sigara yakmaya yeltendim. Alışkanlıkla hareket ettiğimden ahlanıp vahlanıp geri dönüp attım yine kendimi kanepeye. Sigarayı bırakmaya çalışıyordum ve evde bir dal sigara bile yoktu. Üstüme bir ağırlık çöktü, saat hiç ilerlemiyor hafta içi mesai saati evde hiç kalmadığımdan yeniden bunalmaya başladım.

Okulda, gün içerisinde pek de görüşmediğim bir çalışanımızda “covid19” çıkınca hepimizi karantinaya aldılar evlerimizde.  Allah’tan çocukları tatil dolayısıyla annemlere yollamıştım ki test sonuçlarım negatif çıksa da eve hapsolmuştum bir kere. Bu hapisliğe başlamadan önce 15 günlük erzak depoladım; tabi sigarayı da otomatikman iptal ettim, simdi de bu yüzden vakit geçmek bilmiyor.

Rehbere yeniden döndüm. “f,g,h,i” derken ne komik, adı “j” ile başlayan hiç arkadaşım yok rehberde.  Güldüm ya da gülümsedim.  Direk ” k” ile başlayanlara geldim. Ama bir an kendi kendime hayıflandım; neden “Jale” adında bir tanıdığım olmamış hiç,  diye. Adı “J” ile başlayan bir kişi şu an gözümde ne şanslı ya da benden nasıl da avantajlı. Galiba kendi kendime şaşıyor olacağım ki buna kafa yordum. Düşündüm azca bir vakit,  Peki öylesine de bir “jale” adını duydum mu bir yerde; yok J ,j ,j…  Evet, hiç tanışmamıştım adı “ j “ ile başlayan biriyle.

Bunu düşünürken rehberimdeki kişi sayısını merak ettim ve telefonu biraz kurcalayınca 1254 kişinin rehberimde kayıtlı olduğunu gördüm. Çoğu mesleğimden ötürü öğrencelerim ve velilerimdi. Onların vefalı olanları ya da bir şekilde hayatında iz bıraktıklarım mutlaka bir cuma masajı ile hafta da bir beni mutlu ederlerdi. Ama şu velilerimin kaçıyla hala iletişimim var, diye düşünürken baştan sona rehberimi gözden geçirmeyi ve bunu yaparken de son üç ay içerisinde görüşüp görüşmediğim kim varsa söyle üstünkörü belirleyip rehberimi temizlemeye karar verdim.

Aklıma yine sigara içmek geldi, çok zormuş ilk günler sigarasızlık. Balkona çıktım, masanın üzerindeki küllüğü telefonun altına koyup sağ işaret parmağımla “z “ den başladım kişilerime bakmaya. Daha bir dakika dolmadan sekiz on kişiyi silivermiştim bile. “Y” de tamam. Başında “veli” ibaresi olan kişilerimi de bir çırpıda sildim. Ve şu kesin, bu velilerin hiçbiriyle son üç ayda hiç iletişimim olmamıştı,  kaldı ki çoğu mezun öğrencilerimin velisi silmek de kolay oldu. “u, ü” zaten az, onlar da tamam. “t” deyim hızım iyi silme adına ama aklıma bu sefer de bunca zaman rehberimde olup da bu insanlarla en azından iki ayda bir de olsa hiç mi görüşme imkânı bulamamış; bir iki çift laf etme imkânım dahi olmamış, diye de hayıflandım.  Aslında ne yüküz ne de ihtiyaç duymuşuz birbirimize ki şu an silerken bu isimlerin çoğunun sureti zar zor beliriyor zihnimde. Üzülmedim de sevinemedim de hatta ne sinirliyim ne de sakin belki biraz şaşkın, az da garipsedim.

“t”lerden silerken isimleri, Tarık isminde durdum. “Tarık Ulusoy” bak, bu adamla ne zamanlarımız oldu, dostluk kapısını bile araladık. Bir ara baya sıkı fıkı görüşürdük. Şimdi, en son ne zaman yüz yüze görüşmeyi bırak telefonlaştığımızdan hatta mesajlaştığımızdan bile emin değilim. Ki geçen bayram- sanırım- bir tebrik mesajı attım ama…

Nedeni belli aslında aynı mekânı bir zaman kullanma zaruriyetinde olduğumuzdan ortak noktalarımızın çokluğu demek ki bizi birebirimize çekip şartlar bozulana dek yalnızlıktan kurtardı. Onun tayini çıkıp da başka bir okula gitmesi bu zaruriyetin de kendiliğinden ortadan kalkmasına neden oldu. Bıçak gibi kesildi muhabbetimiz, desem yeridir.

Ah Tarık, devamlı öykü yazardı, küçürek öykü… Kahramanlarının adı hep Tarık olurdu öykülerinde. Kendi adını kahramanlarına vermesini anlarım da anlamadığım ve her zaman eleştirdiğim “neden küçürek hikâye?” yazdığıydı. Kendisine, kurgularının gayet güzel olduğunu, uzatılabilecek bir konu bulduğunu, bunu biraz daha işleyip detaylandırabileceğini söylerdim. O da “Nefesim yetmiyor, hevesim yarıda kesiliyor. Öykünün başına günlerimi veriyorum. Tamam, dediğimde yazmaya başlıyorum. Ancak anında sıkılıyor ve hemen kestirip bırakıyorum. Bir daha da el atıp yazıyı tamamlama adına bir gayret göstermiyorum, inan gösteremiyorum da” derdi. Şimdi bunları düşünürken o hala yazıyor mudur? Tarık Ulusoy silinsin mi? Evet.

Vay Tarık, vay…

Sildikçe kişilerin hayatımda ve ben de onların hayatında bir anlığına var olduğumuz fikri, beni biraz ürküttü ve biraz da tiksindirdi. Maddi şeyleri çok çabuk tüketme alışkanlıklarımızın içine insan tüketmede girmiş anlaşılan. Bu numaralar birer insan, birer değer ancak zamanında benim için ya da onlar için bir değerdi anlaşılan ve bu değerli hallerimiz tüketim çılgınlığının dişleri arasında yok oldu. Günleri, haftaları, ayları ve yılları bir arada geçirdiğimiz insanların -eminim samimiyetlerinden yoksa arkadaş olamazdık- şimdi hiç yoklarmış gibi rehberden silinmesi aslında çoktan yüreklerimizden silindiğinin acı kanıtı.

Hatırlıyorum da ilk cep telefonumu aldığım 1999’da kayıtlı tüm numaraları – hepi topu 20,30 numara- iki günde bir arar; aradıklarımla konuşmaktan zevk alırdım. Ki telefonu olanların da beni aradıkları sıklıkla olur bu güzel icadın hayatımızı kolaylaştırdığının yanında, güzelleştirdiğine yürekten şahitlik edebilirim. Ve sıradanlaşan her şey gibi bu konuşmalar da yerini sıradanlığa, kısa mesaj kuruluğuna; ardından resimli, videolu mesaj basitliğine ve ruhsuzluğuna bıraktı. Üzülesi…

Siliyorum “ş,s,r,p,ö” listelerini de. “ ö “ harfinde “öğrencim” başlığıyla ne denli kişiyi rehberime eklemişim! “Öğrenci” başlığının ardına okul adını eklemişim böylelikle ileride hatırlama adına kolaylık sağlamış oluyordum. Şimdi bu listedekilerin çoğuyla – Allah var- bayram zamanı mesajlaşır ya da araşırız. Silme kıyımından en az etkilenen bu “öğrenci” listem oldu. Kıyamadım demek ki… Sildiklerim olmadı değil onlar da silinmesi gerekenlerdir, diye rahatlattım kendimi.

“o, n, m…” rehberde en çok isim olarak “m” harfiyle başlayanlar olduğunu küçük bir şaşırmayla fark ettim; belki “a” ile başlayanlar daha fazladır, diye kıyasa gittim. Üşenmesem “a” ile “m” harfiyle başlayanları sayabilirdim. Tezce vaz geçip “m”leri silmeye devam ettim. “Mehmet” amma da çok diyerek ikinci bir şaşkınlığı kendime yaşattım. Bomboş ev, bomboş bir vakit daha ne yapabilirim, diyerek kendimin düşünceleriyle kendimi çürüttüm.

Bir yanım “Bundan ala iş mi var?” derken bir yanım kalkıp başka şeylerle uğraşmayı salık verirken iki “ben” benim karşımda. biri sağımda biri solumda adeta masaya bir dördüncüyü bekler gibi zırvalamaya başlamıştık bile. Sağımdaki “Murat”lar, “Mehmet”lerden çok derken solumdaki, hala başka şeylerle uğraşmam için beni zorlar bir halde suratsızca oturup gözleriyle salonu işaret ediyordu adeta. “Evet, bana da “Murat”lar çok gibi geldi” dedim. “Olur mu?” dedi solumdaki “Apaçık “Mehmet”ler daha fazla” diye atıldı. Sanırım solumdaki “ben” de sağımdaki “ben”in oyununa gelmiş olacak ki ısrarcı bir ses tonuyla dile getirdi düşüncesini. Ben de solumdaki “ben”i kırmama adına “ Murat”larla olan samimiyetim “Mehmet”lerden fazla onu kastettim, diyerek açıklama gereği duydum.

Sağımdaki suratını assa da içten içe konuyu merak ettiğini biliyordum. Ben de karşımdaki “ben”lere anlatmaya başladım. “İlk Murat’la samimiyetim 1994’te ikincisiyle 1997’de başladı. Bu arada yine birçok Murat’ım oldu ama bu ikisi hala baş tacım tabi kulvar farkıyla harikalıklarını yüreğimde taşırım. İlk Murat’la 94’te, lise sonda başladı en büyük sırdaşlığım, can yoldaşlığım. Benim her zaman sağduyum, sağdıcım, leb demeden leblebim hatta telekinezi varsa eğer düşündüğümde mutlaka telefonla beni arayan kardeşimdir. Ee, ne demişler bilirsiniz: kardeş zorunlu arkadaş, arkadaş seçilmiş kardeştir. Haklılığı çok yüksek bir deyiş. İkinci Murat, yani 97’den beri var olan, üniversiteden beri ara da kopukluklar olsa da hala birbirimizin en iyi yanlarını görebilen, birbirimizi iyi yönde yönlendirebilen, zihinsel ve duygusal yönlerimizi karşılıklı beyin fırtınasıyla keskinleştirdiğimiz bir dostluğu temsil eder.” Sağımdaki inanmamış gözükse de solumdaki “ben” sonuna dek dediklerimi ilgiyle dinledikten sonra: “Neden iki Murat peki?” Sorusunu öylesine soruverdi. Cevabım kısa ve netti: “Kısmet”

Sağımdakinin “Mehmet” ısrarı hala devam ediyordu. Oysa bu durumda bir terslik olduğunu sağımda olanın iyi; solumdakinin kötü ya da kötümser olması gerektiği savı gereksizce beynime dolanıverdi. Bunu solumdaki anlamış olacak ki şu an yaptığımın boş bir iş olduğunu ima eden bakışlarını yine bana dikmiş üstüne de: “sildiklerinin belki bir kıymeti yok kabul ediyorum. Bir zamanlar gâh bir çıkar uğruna ya da geçici bir ortak paydaşlar yüzünden birlikte olduğun kişilerdi. Peki, onların sana kattıkları… Hatıralar ne olacak? “ der gibiydi.

Haklıydı, deminden beri sildiklerim her birinin zorlasam mutlaka bir hatırada güzel yanlarını bulabilirdim. Zaman, beni ve bizleri şehrin tüm kalabalığını toplayan ama hiç ziyaret edilmeyen, edilmek de istenmeyen mezarlıklara benzetti. İçimizde ne insanlar ölmüş ki… ya da ben kimlerin içinde öldüm ne zamandır, Allah bilir… Zamanla ve bu garip zamanın içinde çoğalan hayat yoldaşlıkları bu mezarlara birer hatıra taşından yapılma, süslü mezar taşlarının dibine gömüldü. Solumdaki “ben” beni anladı ki arık ne benimle ne de telefonumdaki isimlerle ilgileniyordu. Sağımdaki “ben” ise burnunu iyice telefonuma sokacak kadar eğilmiş, her isimde bana “ Bunu en son ne zaman gördün? Bununla en son ne zaman konuştun” der gibi el işaretleriyle silme eyleminde kararlılık göstermemi istiyordu. Geri vites takmamam için de “üç aylık” sınırlandırmamı vurguluyordu.  Ekrana bir süre boş boş baktım. Önce solumdaki “ben”in kaybolduğunu fark ettim. Utandım. Sağımdaki “ben” e dönüp tam da “Bak, beğendin mi yaptığını?” demeye kalmadan onun da kaybolduğunu fark ettim.

Elimde telefon o halde ne kadar kaldıysam artık, hafif bir bel ağrısıyla doğrulup ayağa kalktım. İçeri geçip telefonu sehpa üzerine bırakıp kendimi kanepeye attım. Televizyonda ne var ne yok diye gezindim. Ama aklım hala solumdakinin, vicdanıma sapladığı doğruluk payı yüksek fikirlerindeydi. Saate baktım öğle olmuştu bile. Abur cubur atıştırmak için mutfağa geçtim. Kuru yemiş tabağı hazırladım kendime. Ardından canım kahve çekti. Hazır kahvelerden ikisi bir arada olanlarından hazırladım. Kafamdaki düşüncelerden uzaklaşmak, evdeki karantina gününün ilkini daha farklı geçirmek için film izlemeye karar verdim. Sinema kanallarında keyfime uygun bir film bulana dek gezinmeye başladım. İzleyecek bir şey bulmakta zorlandıkça soldaki “ben”in beynime nakşettiği, vicdanıma dokunan fikirlerine – haklı zaten- haklılık verdim. Sağımdaki “ben”e uymanın pişmanlığını duyarken sessiz olan telefonumun titrediğini fark ettim.  Gelen çağrıda +90…la başlayan kayıtsız bir numara vardı. Birden sildiğim numaralardan biriyse diye hayıflanıp canım sıkıldı. Arama bitene kadar açıp açmama ikileminde hafiften yaptığım işe sinirlenmeye başladım. İşte karantina gününün ilkinde yaşanabilecek ilk kötü durumla karşı karşıya kaldım. Canım yine sigara çekti. Off, off….

On dakika geçmeden telefonum yine sessizde titreyerek gelen aramayı bana duyurmaya çalışıyordu. Kararsızdım. Telefon sessizde hat düşene karar çaldı. Sadece telefonun sehpa üzerinde nasıl titrediğini izledim. Ben sessiz, telefon sessiz bu iki sessizliği bozan TV’nin sesiydi. TV’ye doğru dönünce sahnede bir kadının yüzü kanlar içinde telefonla arama yaptığı bir sahneye denk geldim. Yardım istemek için olsa gerek üzgün ve korkulu elinde telefon tüm sahneyi kaplıyordu. Yakın çekimde yüzündeki tüm gerginlik sahneye yansıtılıyordu. Ama benim için daha çok elindeki telefon bir imge olarak önem arz ediyordu. Telefon ve ben bu saate dek hem hal olmuştuk ve hala vicdanım rahat değildi bir de tesadüfün bu kadarı diyeceğim rasgele durduğum bir film kanalında yaralı bir kadın, canhıraş şekilde yardım için birilerini arıyordu. Sahne dikkatimi tamamen çekmişti, kadın ağlamaya başlamıştı. Ve tekrarladığı replik: Aç, aç, aç… aç şu lanet olasıca telefonu!!

O an yine telefonum çalmaya başladı, numara yine kayıtsız ancak bir öncekinden ve daha öncekinden farklı bir numara vardı ekranda. Utancım kat kat arttı. Bu aramalarını nedenini tahmin ediyor ama “alo” dedikten sonra kayıtlı olan ve son üç ay içinde konuştuğum biriyse ki ben de unuttuysam. İşte bu can sıkıcı ve utanç verici durumla yüzleşmek için hazır değildim.

Hay, lanet olasıca sağdaki “ben” diyerek hayıflandım. Aynı numara yeniden ekranda belirdi. Kim şimdi bu arayan? Ah, ah, ne yaptım; neden yaptım?

Vay ben vay….

MEHMET ÖZCAN Y.

Mehmet Özcan YASDIBAŞ
BİR YORUM YAZIN
ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.