ALTIN
DOLAR
EURO
BIST
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Hatay °C

Ayrıksı Yoldaşlar | Halkın Nabzı | Bedros Dağlıyan

23.01.2020
1.467
A+
A-
Ayrıksı Yoldaşlar | Halkın Nabzı | Bedros Dağlıyan

Ayrıkotunu bilir misiniz? Hani, bahardan başlayarak Temmuz, Ağustos aylarında yol kenarlarında, uyarına gelirse, sahipleri izin verirse hemen köklenen çoğalan ayrıksı otu… Bakın, o kadar da yabana atmayın onu seven canlılar da vardır mutlaka… Örneğin eşek çok severek büyük bir iştahla yer ki bazı bölgelerde eşek otu da denir bu ayrıksıya… Köpekler ise tıbbi açıdan bağırsaklarını ve ağızlarını temizlemek için başvururlar bu ota… Bir bahçeye bir kökçük düşmeye görsün hemen çoğalır ve o bahçenin bütün çiçeklerine dadanır; zavallı laleler, güller, zakkumlar… Etraflarını, köklerini sararak onların yaşamasına izin vermez. Ayrıkotu bunu kötü olduğu için de yapmaz, çünkü fıtratında vardır çoğalmak…
Tarla ekenler bilir; rençper gördü mü ayrıkotunu, hemen yolar ve yolun kıyısına atıverir. Bundandır tarla kenarlarında ya da yol kenarlarında bitmesi… Bir tek orada yaşamasına izin verirler zavallı ayrık otunun…

Oysa ayrıkotu nelere yaramaz ki… Bunu botanikle uğraşanlara sormaya görün, ağızlarından bal damlar. Bir kere idrar söktürücü özelliğinden ötürü böbrek ve mesane taşlarında oldukça etkilidir. Toksinleri atan güçlü bir toniktir de üstelik… Çayını balla tatlandırırsanız değmeyin zevkinize… Mikrop öldürücü özelliğinden dolayı sistit ve prostatite de çok iyi gelir. Bazen şakacıdır da ayrıkotu: başağını alıp birinin ensesinden aşağı bırakmaya görün gıdıklanır hatta kaşıntıdan duramaz…

Bu topraklar oldukça verimli öyle değil mi? En azından ben böyle biliyorum. Her bitki ve her canlı için bir yaşam alanı mevcut olmalı mutlak… Bahçe duvarlarında, eski evlerin diplerinde, kayalar üzerinde hatta asfalt kenarında her nasılsa bitmiş bir papatyayı ya da bir otçuğu görebilirsiniz. Hele ki bir mahkûmun hücre penceresinde boy vermişse minik bir çiçek, değmeyin tutsağın keyfine…

Bu topraklarda yani kapitalin yüce değer olduğu memleketlerde hırsızın, ayyaşın, çapulcu ve yağmacıların dışındaki, her direnen mahkûm devlet için temizlenmesi gereken ayrıkotudur. Öldürmek, yok etmek için bütün olanakları kullanır velhasıl sadece elinden geleni değil gelmeyeni dahi kullanır yok etmek için… Direnenler böyledir de yaşam dışarıdaki ayrıkotları için farklı mıdır ki?
Devlet bu ayrıkotlarını temizlemek için çok uğraşır ama çok! Önce yasalar çıkarır. ”Ayrıkotlarına yasaktır!” Ya da “Ayrıkotlarının girmesi kesinlikle yasaktır!” “Ayrıklar bahçeye ve çimenlere ayak basmayınız!” Öyle ileri gider ki devlet, ayrıklara sendika kurmak yasaktır bile der.

Lâkin ayrıkotu bu, yasak dinler mi? Bahçelerde, meydanlarda, tarlalarda hatta fabrikalarda çoğalır ha çoğalır… Öyle alttan filan da almaz ha bu ayrıksı komünist yoldaşlar! Yürür üstüne bütün yasakların ve yasakçıların; sonra bir bakmışsınız yasakçıların burunlarının dibinde bitmiş… Devlet zehir saçar ortalığa… Ayrıkotları için şöyle böyle der hatta haklarında usa gelmedik dedikodular üretir. Alevi ayrık otları hakkında ürettiklerini bir bilseniz… Bakar ki bu da kesmiyor sıkıyönetim o da olmazsa meydanlara, sokağa çıkma yasağı koyar.

Ah ayrıkotu ah! Senin suçun yaşamayı seviyor olmanda yatıyor olsa gerek. Bu da kötü bir şey değil herhalde…
Ayrıkotlarını zapturapta alamayan devlet darbe yaparak, yönetime bankalar ve patronlar ve tarla sahipleri adına el koyar. Yeni hükümet yeni yasalar, yönetmelikler ve daha öldürücü zehirlerle gelir. Hatta onları dinsizlikle suçlayarak, onları imana getirecek imam okulları, kutsal kitap kursları açarak bu durumu kendince düzeltmeye çalışır. Yandaş ayrıkotları ise bilmeden onlara hizmet eder durur ta ki işi bitene dek… Ama ayrıkotu bu, düzene daima başkaldırır değil mi? Düşlerinde hep birlikte özgür dağlara yol alırız belki de orada çoğalırız diye hayaller kurar kendi kendine…

Ayrıkotu böyle hayaller kura dursun, devleti elinde tutanlar bir darbe daha indiriverir tüm ayrıkotlarına… Onları, köklerinden sevdikleri arkadaşlarından kopararak beton zindanlara atarlar. Tüm eğitim sistemi baştan ayağa değişir. Üniversiteler bilim yuvası olmaktan çıkar, birer yüksekokula dönüşür. Eğitim sistemi bilime dayanmaktan çok hurafelere dayanmaya meyleder. Kitaplar, yazın hepsi değişir. Resim, müzik, tiyatro, şiir gibi insanı insan yapan değerler yok sayılır hatta değersizleştirilir. Artık birliği ve dirliği unutmuş, kendisini köle olarak görenlerin yanında esamisi bile okunmaz hale gelmişlerdir. Topraktan aldıkları gayri safi milli hâsıla yani su, onlara hiç denecek kadar az verilmektedir. Ayrıkotları için ölüm kurtuluş sayılmaya başlamıştır. Ya diğer yok edilen canlılarla birleşecek ya da sonsuza kadar köle sayılıp yok olacaktır. Üstelik komşu ülkelerin ayrıkotları da birbiri ardına katledilmektedir.

Tüm dillerde ayrık otlarına çağrı yapmayı düşünür birkaç öncü ayrık otu… Bir bildirgeyi, manifestoyu dilden dile yayarlar. Türkçe, Kürtçe, Ermenice, Lazca, Süryanice, Arapça; bildik bilmedik tüm lehçe ve dillerde dolaşır bu manifesto… Manifestonun ana ve biricik maddesi, şudur: Bütün dünyanın ayrık otları birleşin!
“Kurtuluş yok tek başına; ya hep beraber ya hiç birimiz!”
Etrafınıza bir bakın devletin ayrıkotu dediklerini meydanlara, tarlalara ve dağlara yürürken görebilirsiniz. Bilin ki bir tek ayrıksılar “Padişahım çok yaşa” demez…

Bedros Dağlıyan
Bedros Dağlıyan
Kimim ben? Sahici miyim? Bu soruları hayli sık, sorar oldum kendime. Ağlıyorum, üzülüyorum, sinirlenip celalleniyorum; Yemek yiyip, aileme bakınca sevgiyle doluyorum. Memleket aşkı, toprak sevdası, beni insan yapan özelliklerin sadece bazıları değil mi?Peki, sadece bunlar beni birey yapabilir mi? Yurttaş olma bilinci yoksa ne kadar insanız. O büyük çoğunluk, o ezilen ancak ezildiğinin farkında olmayan zümre ne kadar insan! O büyük ozan Nazım’ın bahsettiği büyük insanlık, insan olduğunun ne denli ayırtında… Bizi diğer canlılardan ayıran bilinçse, bu kör bakışı neyle, nasıl adlandıracağız.Sıkıcı hatta sıkıntılı zamanlardan sürüklenerek geçiyoruz. Karanlıktan ya da mezarlık kenarından geçen çocuğun ıslık çalmasına benzer bir dürtüyle kitaplara sarılıyorum. Onlardan medet umuyorum. Üstelik her kitabı farklı zamanlarda yeniden okurken sanki başka bir kitap haline dönüşüyor. Anlamlar, anlak sürekli bir değişim gösteriyor. Kim olduğumu, nerede olduğumu bu okumalara ve  çeşitli zamanlarda kendi kendime ya da diğerlerine sorduğum sorulara borçluyum.Peki, sorgulamayan, sormayan insan bu anlamsız hayatın neresinde… Âdem ve Havva masumiyetlerini yitirir yitirmez deriyle kaplanmaları gibi okuyan, sorgulayan insan da kim olduğunun bilincine böylelikle sahip olmaz mı? O kelimeler, cümleler, görme biçimleri insana deneyimle birlikte bilinç kazandırır. Eskiden kitapların olmadığı devirlerde insanlar sözlü kaynaklar sayesinde kim olduklarını kavrayabilir ve adlandırabilirlerdi mutlaka…Okuduğumuz kitaplar, bir kayayı, toprağı, ağaçları; insanların mutsuz ya da neşeli anlarını, sevdiklerimizin yanımızda olmasını, bir kuşun neşeyle ya da acıyla ötmesini bizim için adlandırabilir. Kendi yaşadıklarımıza cevaplar hatta kusursuz cevapları da belki de yine kitaplardan bulabiliriz.Bütün gerçek okumalar bizim masumiyetlerimizi yitirmemize neden olur; böylelikle zulmü, adaletsizliği, hırsızlığı, sahtekârları, sahte din tüccarlarını adlandırabiliriz. Gerçek daima, bizim uzanabileceğimizden biraz ötededir. Bu ihtiyacı, her hissettiğimde, kitaplar hep elimin yetişebileceği yerdeydi. Yazmak çok sonraları, benim de katkı verebileceğimi hissettiğim zamanlarda geldi.Şu tarihe kadar gerçeklerin peşine düşen ve ortaya çıkarmak için çırpınan ne çok aydın, ne çok gazeteci ya da bilim insanı katledildi. Bir çırpıda saymak dahi mümkün değil. Belki de bunca aydının içinde en eskisi Sokrates’tir. Milattan önce 399 yılında üç Atinalı yurttaş Sokrates’e karşı topluma karşı tehdit oluşturduğu savıyla kamu davası açmıştı. Jürinin çoğunluğu onu suçlu bulmuş ve mahkeme tarafından ölüme mahkûm etmişti. Bir süre sonra Platon Sokrates’in savunmasının bir nüshasını yazdı.Dinsizlik fikri, onu suçlayanların karakterleri, insanları yoldan çıkarma ve Atina’nın demokratik kimliğine hakaret suçlamaları… Nasıl bir yerlerden anımsayabiliyor musunuz? Yakın ya da tanıdık geliyor mu size de…Sokrates konuşmasının bir bölümünde şöyle der: “Siyaset dünyasında hakikati söylemeye istekli birisinin karşı karşıya kaldığı risklerden dolayı canını kurtarması mümkün değildir.”  Zaten Sokrates ’de mahkemede bu riskin farkında olduğundan bahisle tüm bunlara karşı çıktığım için canımla ödeyeceğimin bilincindeyim, der.Serbesti Gazetesi yazarı Hasan Fehmi’nin katledilmesinden sonra 24 Nisan 1915’ de katledilen Ermeni Gazeteci, şair ve aydınlardan sonra bu topraklarda birçok aydın ve gazeteci fikirlerinden ve özgürlük yanlısı tutumlarından ötürü katledildi.  Bu ilk tarikten sonra geçen 102 yıl içinde 95 gazeteci, yazar ve aydın katledildi.90’lı yıllar sürecinde birçok Kürt gazeteci ve aydın da bundan nasibini aldı. Çeşitli zaman kesitlerinde başta Sabahattin Âli, Turan Dursun, Bedrettin Cömert, Uğur Mumcu, Çetin Emeç, Abdi İpekçi, Musa Anter, Metin Göktepe ve daha birçoğu fikirlerinden ötürü katledildiler. Hrant Dink bunların sonuncusuydu. Kral çıplak! Diye bağıran çocukların ve gençlerin bile bu hesaba dâhil olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Don Quijot,İlya’da Gılgamış Destanı ilk okuduğum kitaplardandı. Şimdinin kaç çocuğu, genci bunları okur ya da okumuştur bilemem. Gılgamış’la Enkidu’nun önce çatışması sonra da kardeş gibi el ele tutuşarak, yan yana yürüyen gerçek birer dost olması ne güzel bir hikâyedir. Bu iki dost, şehir devleti tehdit eden her tehlikeye birlikte göğüs gererler. Birlikte alt ederler şeytansı Humbaba’yı; ardından da İştar’ın babası Tanrı Anu’nun gönderdiği Göklerin Boğasını… Tanrılar şimdi de olduğu gibi o vakitte haksız bir kararla Enkidu’nun ölmesi gerektiği kararını verirler… Uzun uzadıya sürer bu öykü… Bu destanın bize dair bir öğretisi varsa o da ötekinin varoluşumuzu nasıl mümkün kıldığıdır. Ya şimdi…Her şehrin ya da her halkın buna benzer ne çok destanı vardır. Kürt halkının da Demirci Kawa söylencesi köleliğe karşı bir başkaldırının destanı değil midir?. Yine Yunan edebiyatında Truva Savaşı’nı anlatan İlyada, Hintlilerin yine büyük bir savaşı betimleyen Mahabharata destanı… Ermenilerin de kendilerine ait, kimi zaman farklı adlarla da anılan, Sasun’un Gözü kara Savaşçıları (Ermenice ‘Sasountsi Tavit’   destanı vardır. Sasun’un Gözü kara Savaşçıları destanı, bir ailenin dört kuşağının anlatıldığı dört bölümden oluşan uzun bir şiirdir. David üçüncü kuşaktandır. Sanasar ve Baghdasar birinci kuşak, bir sonraki “Aslan Mehr” olarak da anılan Büyük Mher (Medz Mher), dördüncü kuşak ise Küçük Mher’dir (Pokr Mher). Dünyanın çeşitli yerlerindeki destanlar gibi öykü fantastik sahneler, heyecanlı maceralar içerir. Ana tema tüm destanlarda olduğu üzere kötülüğe karşı iyilik ve adalet için savaştır.Her halk kendi destanını hatta şiirini sihirli kelimeler ve harflerle yazar. Bize düşen tüm bunları hakkını vererek okumaktır. Böylelikle bilinçli bir geleceği yaratabiliriz. Kaynak: KİMİM BEN - Bedros Dağlıyan
YAZARA AİT TÜM YAZILAR
BİR YORUM YAZIN
ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.