Yaşayan Ölüler / Robert Pekoz
“Pere Lachaise Mahallesinde” bir muhabbet anısı…
Sabaha, gecenin bıraktığı
yorgunlukla uyandım. Dün gece dönen dünyanın doğasını, içinde dönen
kötülüklerle birlikte düşününce, günün doğuşunu yorgun ve bitkin gözlerle
karşıladım. Uykusunu tam alamayan bir çocuk gibi gözlerimi ovalayıp durdum.
Evin içinde deliler gibi bir kaç tur attıktan sonra, dışarı çıkmaya karar
verdim. Amaçsız ve hedefsiz kapıyı çektiğimde kendimi dışarıda buldum. Anladım
ki her zaman insan kendi yüreğini dinlemekte zorlanıyor. Her zaman rasyonel
olamıyor, mantıklı davranamıyor. Tıpkı çöl fırtınasına kapılmış bir ruh halim
oluştu bende. Bütün çareleri tüketmiş bir pesimist (kötümser) gibi düşünmeye
başladım.
Soğuk esen rüzgarın etkisiyle biraz olsun kendimi toparlamaya çalıştım.
Uykusuzluğum, biraz olsun sabah serinliğinde dağıldı. İlk gelen treni atladım düşünmeden. Bilet almayı da unutmuştum. Bir pencerenin yanına oturdum sessizce. Nereye gideceğimi, ne yapacağımı henüz bilmiyordum. Pencereden dışarıya amaçsız bakarken, karın hafif hafif düşmeye başladığına şahit oldum.
Tatlı, yumuşak ve ince
bir kar yağıyordu. Bir ara dışarıda olmayı, karda dolaşmayı düşündüm. Ancak
tren hızla hedefine doğru ilerliyordu. Onu son durağa kadar durdurmak
imkânsızdı. Trenin durabileceği hayali gerçeklerden uzaktı. Zaman, uzağa
yayılan duygularımla barışık bir durumda bulunuyordu. İlk defa zamanla çatışık;
için de değildim belki. Bu bir şans mıdır, yoksa yaşamın bir şakası mı onu da
tam anlayamadım?
Son durağa dakikalar kala nereye gidebileceğimi daha hızlı düşünmeye başladım.
Aklıma “Pere Lachaise” yoldaşları ziyaret etmek geldi. Yaklaşık üç yıldır bu
ünü, şanı ve değeri büyük mahalleye (Pere Lachaise ) uğramamıştım.
Bu mahallede yaklaşık 70 bin üzerinde hane bulunur ve bir milyonun üzerinde insan “yaşadığı” iddia edilir. Bu iddia belki tam doğruyu ifade etmez, ama doğruya çok yakın olduğu kesin. Nüfusun kalabalığı, hane başına düşen sayı ile bir çelişki oluşturmuş. Nüfusun fazlalığı, yerleşik halk arasında sorunlara neden olmamış hiç bir zaman. Burada, yani bu mahallede herkes verilene razı olmuş. Ufak tefek farklılıklar dışında, herkesin sahip olduğu alan aynı. Özel mülkiyet üzerinde bir kavga söz konusu olmamış. Barış ve sevgi mahalle sakinlerini vazgeçilmez değerleri arasında yer almış.
Bu mahallede yaşayan herkes farklılıklarına saygı duymuş, her bireyi kendi değerleri için de kabul etmiş. Kin, nefret ve ötekileştirme politikaları hiç olmamış. Bu mahallede yaşayan kimi insanları yazının ilerleyen bölümünde sizler tanıtacağım. Belirteceğim kimi isimlere de yabancı olmadığınızı biliyorum.
Bir saat sonra kendimi “yaşayan ölüler” (Pere Lachaise ) mahallesinde buldum. Bu mahalle hizmete 1804 yıllarında başlar. Mahallenin kapısına yaklaştıkça içimdeki hüzün ve heyecan bir birine karışarak tavan yaptı. Kendimi soğukkanlı olmak için teskin etmeye çalıştım. Sessiz bir kalabalığın içinde yürümek zorunda kalmak, bu kalabalık arasında hedefe ulaşmak kolay iş olmasa gerek. Bu durumu fiili olarak yaşamadan, anlamak kolay değil.
Acılarım sessizliğimi bozmaya başladı. Hıçkırıklarım etrafı rahatsız etmemesi için irademi zorladım. Yoldaşlarıma adımlarım yaklaştıkça, onların beni nasıl karşılayacakları merakım oldu. Bazen çok geciktiğim zamanlar kızdıklarını hissediyordum. Şimdi beni nasıl karşılarlar endişesi bütün diğer duygularımı bastırmıştı.
Açıkçası korkuyordum kızarlar diye. Onların yüzünde görülecek en ufak bir negatif tebessüm beni derinden etkiler.
Bu mahalle ( Pere Lachaise ) belki de insanlık tarihin en ünlü mahallesidir. Mahallenin tarihini biraz yakında bilenler, söyleyeceklerimin abartı olmadığını onaylayacaktır. “Pere Lachaise” deyip geçmeyin, buraya edebiyatın, şiirin, resimin, sinemanın, romanın, hikayenin, felsefenin, politikanın, kısaca sanatın büyük yaratıcıları taşınmış. Buraya büyük aşkların, ulvi sevgilerin izleri kazınmış.
“Pere Lachaise” dedikleri zaman çok dil ve kültür akla gelir… İnsana en büyük değeri burada yaşayan bilginler vermiştir. Devimci Politik sürgünlere, isyancı sanatçılara, kimi sosyalist aydınlara, düzenle uzlaşmayan entelektüeller, savaş mültecilerine kucak açmış, bir geleneğe sahiptir “Pere Lachaise”. “Pere Lachaise”i makalelerle anlatmak, tarihini kitaplara sığdırmak imkânsız olan bir şey. Çünkü burada yaşayan bir kısım insanlar büyük değerlerin sahipleridir.
İnsanların bir kısmı hala bu kıymetli insanların ürettiği bilgilerden besleniyorlar.
Tarihi bir mekâna dönüşen “Pere Lachaise” her yıl dünyanın dört bir yanından milyonlarca ziyaretçi çeker. Çünkü bu mahallede yaşayanlar kolay kolay unutulmayan insanlar arasında yer alır. Her biri ayrı bir değerdir.
Burada yaşamak için kimi özel değerleri olmalıdır insanın… Yani “Pere Lachaise” de yaşamak, burada bulunmak başlı, başına bir ayrıcalıktır. Anlayacağınız “Pere Lachaise” inanılmaz uçsuz, bucaksız bir zenginlik barındırıyor dünyasında.
Bu Mahalleye uğradığın zaman hep düşlere dalarsın… Yeni bir dünyanın içinde kendini bulursun sanki. Yüreğin nerdeyse, sen de oralı olursun tezi tamda burada yaşanıyor. Burada hissediliyor güzel ve anlamalı duygular. Unuttuğun düşlerini, hayallerini ve özlemlerini tekrar bulursun bu mahallede. Burada nedense duygularım sonsuz ufku geniş bir alanı tarar. Büyüyen heyecanlarımın alevinde, bir anda olsa kendimi kaptırarak başka bir dünyanın içinde gezinmeye başlarım.
“Pere Lachaise” geldiğim zaman, kendimi hep güvende bulurum. Binlerce yoldaşla birlikte olmak duygusu beni huzurlu ve mutlu ediyor nedense. Burası, bugünkü dünyadan soyutlanmış kötülerin ve kötülüklerin olmadığı bir “cennet” gibi gelir bana. Burada olduğum zaman ruhumdaki sisler doğanın ve buranın atmosferinde eriyip yok olurlar.
“Pere Lachaise’de” yaşayan herkesi, mutlu ve huzurlu hisederim. Onların mutluluğu bana yansırdı doğası gereği.
Sonsuzluk evine varmaya adımlar kala, dizlerim titremeye başladı; heyecandan nefesim kesilecekti. Bir anda kendimi “Sonsuzluk evi’nin” kapısında buldum. İradem dışında çekingen ve heyecan dolu bir sesle; “Selam Yusuf yoldaşım” dedim. ( Yılmaz Güney ). Ben, Yılmaz Güneye hep Yusuf Yoldaş diye seslenirdim. Şimdi sabırlı olmaya ve heyecanımı yenmeye çalışırken, içimdeki fırtınalar, doğanın şiddetini alt edecek kadar sertleştiğin anladım.
Burada, kendimi kurtarılmış bir bölgede hissetmeye başlıyorum.
Sessizce suç işlemiş bir çocuk gibi Sonsuzluk evinin kapısında oturdum. Kafamı avuçlarımın arasına alarak, “çok erken aramızdan ayrıldın be Yusuf yoldaşım” diyerek hayıflandım. Ruhumun derinliklerinde esen bir fırtınaya hakim olamadan hıçkıra,hıçkıra ağlamaya başladım. Şimdi sana “Sonsuzluk evin” önünde, senden sonra yaşananları bildiğim ve anladığım kadarıyla anlatmaya ve sana içimi dökerek rahatlamaya çalışacağım biraz da.
Yılmaz Güney, (Yusuf yoldaşım) her alanda iddiaları olan iddialı ve çok yönlü bir düşünürdü. Sanatında toplumsal yaşamın bütün çelişkilerini ince ince işleyen, sistemin dayattığı adaletsizliğe isyan eden bir dünyanın temsilcisiydi. Kurduğu her cümlede, yazdığı her makalede bir zenginlik yansıtırdı. Bilge bir adamdı doğrusu. Onu en verimli çağında kayıp etmiştik.
Yusuf yoldaş, (Yılmaz Güny’e) insanlara koyulan yasaklara hep isyan içinde olmuş, bir devrim militanıydı aynı zamanda. O çok yönlü bir yetenekti, çok yönlü devrimci sosyalist bir sanatçıydı.
Şimdi kimileri devrimci sosyalist sanatçı cümlesini bile kabul etmiyor. Bu durumu yazının ilerleyen bölümlerinde sana aktarmaya çalışacağım. Belki sana güzel bir sanatı anlatamam, ama sanat dünyasında görülen çirkinlikler söyleyebilirim.
Sevgili yoldaşım, bizden ayrılışın üzerinde 34 yıl geçti. Koca 34 yılı geride bıraktık. Senden sonra bıraktığın bu gezegende büyük değişimler yaşandı. Ne insanlık, ne de sevgi ve saygı kaldı. Egemenlerin kurduğu sistem güçlenerek devam ediyor. Artık sanatta büyük bir dejenere yaşanıyor.
Sevgili yoldaşım, senden sonar dünyamızda görülen değişmeleri anladığım kadarıyla global bir espri içinde izah etmeye çalışacağım. Bunu da ne ölçüde yansıtabilirim sana tam olarak bilmiyorum? Şimdiden eksiklerimi, yanlışlarımı bağışlamanı istiyorum. Çünkü anlatılanla, yaşananın aynı olmadığını sıkça senden duyardım. Anlatılanlar, yaşananları tam ifade erdemi çelişkisi, anlatılanların yetersiz kalacağını kesin bir sonuçtur…
–
Robert Pekoz