Meseleyi kişisellik düzleminden çıkarttığımızda eleştirinin, aklı keskinleştirdiğini, bizi derinleştirdiğini görürüz.
Sevgili Taylan Kara. Oldukça sert ve taviz vermez bir eleştirmen olarak tanınıyorsun. Yeni yayınladığın Var Olma Notları kitabını okuyunca en acımasız eleştiriyi kendine yaptığını gördüm. Yanılıyor muyum?
Nasıl tanındığımı doğrusu pek bilemiyorum ama eğer yazdıklarım gerçekten “sert ve taviz vermez” ise bu tutumu kendime karşı da göstermem gerekir. Kendimce hep şu tutumu benimsemeye çalıştım:
“Bir kez biçmeye başladıysan kendi bacaklarını da esirgemeyeceksin”.
Burada önemli olan ben ya da tek tek kişiler değil, edebiyatımıza eleştirel aklın yerleşmesi ve eleştirel akıl geleneğinin güçlendirilmesidir. Hiç kimse eleştiriden azade değildir. Meseleyi kişisellik düzleminden çıkarttığımızda eleştirinin, aklı keskinleştirdiğini, bizi derinleştirdiğini görürüz. Tutarlılık bakımından başkalarına uyguladığımız her ölçütü kendimize de uygulamak zorundayız. Bu durumda kendime yaptığım eleştiri ne kadar “acımasız” ise sonuç benim için o kadar olumludur. Eleştiri toplumsal bir iştir. Burada kişisel bir tavır yok; burada kimse tarafından verilmemiş ancak yapılması gereken toplumsal bir görev var.
Var Olma Notları bir aforizmalar kitabı bence. Bence diyorum türü belli değil. Çünkü büyük bir yaşam deneyimi taşıyan ve bu deneyimi özlü sözle kalıcılaştırmaya çalışan aforizma türüne aykırı biçimde oldukça uzun metinler var. Ne olarak yazmayı düşündün bu kitabı diye sorarken, niçin yazdın?
Biçim konusunda belli bir ısrarım olmadı. Etkili metinlerin oluşması için içerik, uygun biçimlerle buluşmalıdır. Bu kitapta birbirinden farklı, birbirinden tamamen bağımsız çeşitli temalar işleniyor. Etkili bir aktarım için her birinin farklı biçimlerde verilmesi gerekiyordu.
Kitabın çoğu aforizma ağırlıklı gibi görünüyor olsa da daha uzun metinler de var. “Deneme” başlığı da içeriği tam karşılamıyor. Bu nedenle yayınevi bu tür kitapları “düşünce” başlığı altında yayımlıyor.
Felsefeyle epey içli dışlı olduğun eleştiri metinlerinde de belli oluyor. Nedir bu ilişki sende?
Felsefe ve edebiyat arasındaki sınır çok belirsiz, çoğu kez de delik deşiktir. Bazı metinleri sınıflandırırken hangi başlık altına koyacağınızı şaşırabilirsiniz.
Sartre gibi düşünürler, felsefelerinin edebiyat alanındaki örneklerini de yazmıştır. Bu durumun kısmen tersini ise Camus yapar; edebiyattadır ama felsefede de bir uzantısı vardır.
İnsan türünün sosyal, kültürel ve biyolojik tarihi, her türlü düşünsel etkinliği benim ilgi alanıma girer. Ben bütün bu bölünmüş, birbiriyle ilişkisiz görünen disiplinlere bütünlüklü bakmak gerektiğini düşünüyorum. İnsan türünün yarattığı en yüksek etkinliklerden biri olan felsefeye de bu çerçevede bakıyorum. Dünyanın neresinde ne zaman bulunmuş olursa olsun, bir kavram bir insan tarafından bir kez ifade edilmişse o kavram artık insanlığın ortak kavramıdır ve insan türünün bir ürünü olarak yerini alır.
Ayrıca dünyayı, çevresini, toplumu ya da kendisini anlamak isteyen her insan felsefeyle ilgilenmek zorundadır. Anlamak, değişmek ve değiştirmek için…
Bir önceki sorunun yanıtını psikoloji için de verebilirim.
“Cahilce ve Aşırı İndirgenmiş Bir Batı-Doğu Denemesi” başlığı bu değerlendirmeyi ciddiye almayın diyor ama oldukça sert değil mi aşağıdaki değerlendirmen? Bu konuda sanki ciddisin…
O bir sayfada ele alınan meselenin onlarca istisnası, onlarca karşı olgusu yazılabilir. Ne kadar derin ya da sığ olursa olsun hiçbir gerçeklik bir sayfaya sığdırılabilecek kadar basit değildir. O metinde bir sayfada birkaç veriden hareketle bir karşıtlık üzerine düşünmek istedim. Konu binlerce kez işlenmiş, üzerine on binlerce sayfa yazılmış çok bilindik bir konu. Üç-beş veri ve birkaç genelleme üzerinden ulaşılacak her sonuç eksik ve indirgenmiştir; bu nedenle de cehalet içerir. Birkaç ölçütü göz önüne alarak çok bilindik bir karşıtlık üzerine bir düşünme daveti; hepsi bu.
Heidegger’in coğrafyasına karanlık bir gezi yazında bu felsefeciye epey bir yer ayırmışsın. Nedeni nedir?
İnsan düşüncesi, düşüncenin tarihi beni daima ilgilendirmiştir. Heidegger, Batı felsefesinde olumlu ve olumsuz çok tartışma yaratan bir düşünürdür. Heidegger, felsefesi kadar ilişkileri ve siyasal tercihleri ile de tartışma yaratan birisidir.
Heidegger’i okuduğum ilk zamanlarda düşüncesine nüfuz edemiyor, dönüp tekrar tekrar okuyordum. Düşüncelerini hep bir sis perdesinin ardına kurduğunu fark ettim. Onda anlaşılır olma çabasının olmadığını düşünüyorum artık. Heidegger’in coğrafyasına yapılan bu gezi, onun felsefesini anlama çabasının bir parçasıydı. Heidegger’in yaşadığı ve felsefesini geliştirdiği coğrafyayı görmek, onu kavrayabilmemi kolaylaştırdı. Bugün biraz daha yol aldığımı söyleyebilirim. Heidegger hakkında okudukça iğrenme duygum daha da artıyor. Bu çapta bir düşünce insanının, böylesine büyük bir alçaklığı siyasal olarak nasıl desteklediği sorusu uzun süre beynimi işgal etmişti. Şimdi bu konuda daha fazla malzemem var.
“Varlık ve zaman”dan Nazilik çıkar mı?
Martin Heidegger bir Naziydi. Bu apaçık açık bir olgudur, Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi’nin 312589 nolu üyesidir. 1945 yılına dek düzenli olarak aidatlarını yatırmıştır. Nazileri destekleyen sayısız beyanı, yazısı ve eylemi vardır. Bugün bunu açıkça kanıtlayan tonlarca belge ortaya çıkmıştır ve bu durum artık tartışmasızdır. Ölene kadar (1976) bu ilişkilerine yönelik tek bir özeleştiri yapmamıştır da. Bu tür sorulara, o meşhur, her yöne çekiştirilebilir muğlak üslubuyla hep kaçamak yanıtlar vermiştir. Ölümünden sonra yayımlanması şartıyla yaptığı son söyleşi olan Der Spiegel söyleşisinde de bir pişmanlık belirtisi yoktur.
Bir an için bu gerçeği unutup Heidegger’in sadece felsefesine bakalım.
Bu soruya iddialı bir yanıt vermekten yıllarca kaçındım, şimdi de iddialı olmak istemem. Ancak bu soruya “evet Varlık ve Zamandan Naziliğe uzanan yol çok kısadır” diye yanıt veren ikna edici epey bir görüş var. Ben de buna ikna olanlardan biriyim.
Heidegger felsefesinin iki temel metninden biri olan Varlık ve Zaman’da Naziliğe işaret eden, onlarla ortaklaşan, mantıksal sonucu Naziliğe açılan pek çok düşünsel malzeme vardır.
“Sonsöz”ü okuyunca kitapta beni rahatsız eden şeyi buldum: Taylan Kara karamsar bir insan. Her fırsatta ölümden söz ediyor. Bu yargımı “at sineği” örneği değiştirmedi maalesef. Yanılıyor muyum?
Benim ölüme yönelik bakışımın merkezinde “yaşamın daha iyi kavranabilmesi” amacı vardır.
Ölüm, yaşamla ilgili bir olaydır ve ölümün kendi başına varlığı, yaşamın anlamını zorunlu olarak değiştirir. Her varlık, anlamını çeperlerinde taşır. Yaşam da ancak ölüm bilinci edinildiğinde kavranabilir.
Ben yıllardır kendime bir “ölüm bilinci” edinmeye çalışıyorum. Bu ölüm bilincinde mistik, doğaüstü, varlığın dışına atıfta bulunan bir şey yok; bu nedenle bunu seküler bir ölüm bilinci olarak adlandırıyorum. Kişi olarak “karamsar” olmak ile “umutsuz” olmak birbirinden farklı şeylerdir. Karamsar olmak umut üretmeye engel değildir. Aklın kötümserliğine karşı iradeden üretilebilecek bir umut günümüzde Sokrat’tan gelen “at sineği geleneği”ne yaslanarak mümkündür.
Tamamlanmamış bir varlık olarak insanda, hangi koşullarda olursa olsun umut oluşturacak malzeme arayışı; gündelik yaşamdaki kişisel tutumum ne olursa olsun, benim eninde sonunda yapmaya çalıştığım şey budur.
Medya hesaplarından yazılarından ünlü felsefecilerin, düşünürlerin, yazarların, şairlerin kültür insanlarının mezarlarını çalıştıkları, yaşadıkları yerleri, müzeleri gezmeyi sevdiğini görüyorum. Bu senin düşüncelerini ne yönde etkiliyor?
Mezarlıkları iki nedenle ziyaret ediyorum: İlki az önceki soruda da söylediğim “seküler bir ölüm bilinci” edinmek… İkincisi ise ziyaret ettiğim yazarla bir mekân ortaklığı hissetmek… Bir yazarla çok farklı zamanlarda dahi olsa aynı yerde bulunmak, onun terk ettiği bir yere on yıllar, yüzyıllar sonra gelmek bile bende bu mekân duygusunu oluşturuyor. Bu duyguyla okuduğum yazarların fikirleri ile daha kolay ortaklıklar kurabiliyorum.
http://gercekedebiyat.com/NewDetails.aspx?dataID=3168