Kanadı kırık uçuş denemesi / Mehmet Hameş
Hangi sevinç acıdan büyük
sordun mu kendine
serçe niye masum
kartal niye gaddar
al şunu gözlerini sil
otur şuraya soluklan
ölüm mü, henüz belli değil
gördüğün rüyadan kalan
otur şuraya soluklan
kırlangıçların gidişine
ağıt yakan şu ağacın
geçmişini anlatayım sana
ebruli desenli baharın
renksiz kışların nefesi
gölgesinde dinlenen insanın
hallerini anlatayım sana
susuz yazlar geçti
yoksul kışlar
geçmişi barbar mevsimler
yakılmış şehirler gibi fena
oysa seherin titrekliğidir
yağmurun bildiğidir göl
kayanın devinimidir kum
umudun tükenmediği hayatta
kış uykusundan uyanınca
yenilermiş zehrini yılan
otur şuraya soluklan
öykümü anlatayım sana
‘pekmezin kaynadığı, tarhananın serildiği günlerde doğurdum seni’ derdi anam… okul giysilerim solgun, eprimiş olduğundan ezik ve utangaç bir çocuktum. kalemi terlemiş öğrenciydim ama gözlüksüz bir miyoptum. bazen öğretmenim sınavlarda beni unutup ön sıraya oturtmadığında, tahtadaki soruları göremediğim için boş kağıt verirdim ve dumura uğrardı düşlerim: kirpiklerim teneffüs zilini ıslatırdı, tembeller sınıfında kalırdım o yıl.
ceylan gözleri duru nehirlere benzer
tuzsuz göller turna kanatlarına
yurdu vurulmuş çocuklara benzer
beni kederlendiren şu bakışın
sararan, savrulan yapraklar son yazı çiziyordu boşluğa. soframda şenleniyordu tohum. buluttan gebe kalan gök biteviye kar yolluyordu başıma. çakal cesaretli zamanda ilerliyordum. dağlar ırmaklar aşıyor, kardelenler açtırıyordum omuzlarımda. karlı pekmezle kanımı ısıtıyor, geyik yalnızlığına sarınıp yatıyor, kalkıyordum. kıraç toprağın umudu, azgın yağmurların bereketi iniyor, diniyordu. ovaların renkli rüyası, dağların alası bahar gelip geçiyordu… sözcüklerin gizini çözmeyi çok seviyor, yazıların diliyle yaşamı sorgulamaya bayılıyordum. mevsimler mevsimleri kucakladıkça yeni yeni kitaplara ulaşırken kahramanlar kaybolmayan gölgem gibi beni izliyor, her kitaptan sonra ayrı bir ruha bürünüyordu ve ben yeni kimlikler ediniyordum. içimde çığlık atan çocuğu zapt edemeyip erkenden yazının sofrasına çıkınımı açtım.
ne zaman çocukluğumu yazsam
ağlara takılır sözcükler
içime upuzun sis çöker, çığ düşer harflere
kalemim ayaklandıkça, yazdıklarım uzadıkça
parmaklarımdan yanmaya başlar bedenim
sorgularım o günleri, geleceği…
ah, çocukluğu suç gibi yaşamanın öfkesi
bahçeleri birbirine benzeyen, sokaklarının yıllardır hiç değişmeyen; sabahtan akşama yavaş yüründüğü yerde geçti çocukluğum… sınır boylarında, sevdanın karakollara hapsedildiği, kahvelerde domino taşlarının çın çın ettiği; babamın gece yarıları kapı çalmalarını beklemekle geçti… küçük bir kasabada kiremiti olan üç beş evden biriydi bizim ev. sürekli kiremitleri kırılırdı sapan taşlarıyla… bahçemiz simli gelinliğini giyerdi ilkyazda. güneş yüzünü gösterince erik çiçekleri kuş şarkılarına eşlik ederdi. kimi zaman aceleci erik çiçekleri kırağının gazabına uğrar, duldada kalanlar ancak baharı karşılayabilirdi. o yıl seyrek olurdu meyveleri. balcı nine’nin bahçesine kedi patileriyle girer, firikleşmiş erikleri ceplerimize doldurup okul zillerini beklerdik, dişlerimizi kamaştırmak için.
çocukluğum, portakal, incir, nar, erik, zeytin dallarındaki kuşları kovalamakla geçti… göçmen kuşlar kuşatırdı bahçemizi. gökkuşağı renkleriyle bezenmiş minik kuşlar tünerdi penceremize. adını bile bilmediğim küçük ve geveze bir kuş paylaşırdı düşlerimi. çok uzaklardan, ama çok uzaklardan yabancı dillerden edindiği ezgileri söylerdi devamlı. bir gün bıraktığım ekmek parçasını almak için
kanadını pervaza sıkıştırıp kırdı. hâlâ belleğimde çırpınışı. ne zaman bir kuş görsem, pencereye baksam, kanatların oluyor şiirin sözcükleri ve kanadı kırık uçuş denemesine bırakıyorum dizeleri.
aşkla yatanların
bir de kuşların kutsaldır rüyası
‘koynunda sakla beni. öp sana armağan olan yanımdan. ellerin değsin gövdemin çeyiz sandığına. bin bir renkle nakışlanmış, sevgiyle bezenmiş tenimde gezin. sesin erisin sesimde, tek sese dönüşsün iki ses. kimseler bilemesin o sesin cinsiyetini. yeryüzünde yetişmemiş ve yetişemeyecek çiçek olalım iki renkten. içinde binlerce rengi barındıran sadece iki renkten: biri sen öteki ben…’ diyen de yok artık. yenik düştük. doğrularımız, korkusuzluğumuz, umudumuz ve inancımız olmadığından öldürdük ‘bizi’. oysa sevgiyle süslediğim aşk mendilini sallıyordu sana kalbim. ilk sevgilimle tanışmaya, buluşmaya hazırlanmıştım sanki. gül gibi sevgi, divane bir aşk çağırırdı sanmıştım beni. okyanusta yaralı yunus, çölde yaralı ceylanım şimdi… hâlâ rüyaların ruhuna dalar, yaz yağmurları gibi kıraç toprağıma yağar: odamda parçalanan dolunay, camda kırılan şafağın saçları gibi; o yaralı kuş gözlerini arar gözlerim.
‘bedenim eskidi, ruhum dipdiri. yeni bir aşka başlama vaktidir’ diyorum içimdeki çocuğa.
fırtınaya tutulmuş yağmurda boğulmuş kar yığını
gül devinimi, kanadı kırık bir uçuş denemesi
iki satır arası boşluğa, aşk dergâhına aç divanı
savurma hayatı bir o yana bir bu yana
sanrılı rüya, dört yanı denizle çevrili çöl parçası
ılık bir günde akdeniz hatırası: kalbimde mumya
eskidi bedenim ruhum dipdiri, bir aşkı sınama sırası
kurmalı artık otağı vedasız zamana, sevdaya
otur şuraya soluklan, ölüm mü, henüz belli değil
al şu mendili gözlerini sil, yarını anlatayım sana