İyi Dilekler Ülkesi | Hamdi Koç
Can Yayınları, s.15-17
“Yeni bir tutku duyunca ya da bir ikinci varoluş, bir yeniden doğuş, bir ayağa kalkış, bir kendine geliş, bir geri dönüş şansı yakalayınca ona sarılmak gerekir.”
Tek istediğim serbest kalmaktı. Serbest. Başka hiçbir şey değil. Sadece serbest. O zaman da söyledim. Dinlemediler. Benim suçum değildi. Dinleselerdi. Ben söyledim. Açıkça söyledim. Ben yokum, dedim, bırakıyorum, gidiyorum, beni unutun.
Hayır. Yoluma çıktılar. Ölenler oldu. Benim suçum değildi. Gitmek isteyen birini tutamazsın. Tutmaya çalışmamalısın. Galiba şaka yapıyorum, yorgunum da ondan yapıyorum sandılar. Biraz dinlen, tatil yap, bir sevgili bul, geçer, dediler. Belki onların da suçu değildi. Alışkın değildiler. Çünkü nerede görülmüş her şeye sahip olan birinin sahip olduğu her şeyi bıraktığı, çekip gittiği? “Ben yokum.”
Evet. Kulağa hoş geliyor. Var olduğunu söylemenin en şaşırtıcı biçimi. Şimdi düşününce, bunu söyleyebilmiş ve serbest kalmayı ısrarla istemiş olmamı şaşırtıcı buluyorum. Aynı çabayı tekrar gösteremezdim, gibime geliyor. Çünkü yorucu. Hayatta sadece bir kez denenebilecek bir girişim. Tercihen, gençlikte denenmeli. Kendini dinletmeyi, dinletecek sesi çıkarmayı becerebileceğin yaşlarda. Ayağına dolaşacak, uykunu kaçıracak olanlara karşı elindeki silahları gözünü kırpmadan kullanma cesaretin varken. Uzun bir yol ve hızlı bir yolculuk oldu. Memnunum. Yola çıktım ve yapmam gerekeni yaptım. Kaza da yaptım. Kaza da atlattım. Önüme çıkan her yola saptım, serbestçe. Bir tarih yazdım, hiçbir şey yapmadıysam. Şimdi nihayet, anlaşılacağıma inanıyorum. Yani dinleneceğime ve anlayışla karşılanacağıma. Umudum var. İlginizi çekeceğim. Çekip götüreceğim ilginizi ve sizi, yanım sıra. Beni bırakamayacaksınız. Bırakmak isteyecek, ama bırakamayacaksınız. Çünkü ben yaşayan tek serbest adamım. Serbestçe konuşan, serbestçe ilerleyen bir adam. İçinden güçlü duygular gelen ve en önemlisi, kendini engellemeyen bir adam. Abartmıyorum. Hayatta abarttığım şeyler oldu ama bu onlardan değil. Kendimi abartmaya dayanamazdım. Abartılmamış halim bile zaten yeterince abartılı duruyor. Değil oysa, ama öyle duruyor. Belki hormonlarla bir ilgisi vardır, abartılı duruşun ya da içgüdülerle ya da genlerle ama asla ifadeyle değil. O zamana kadar sadece söylenenleri yapan bir adamdım. Yaptıklarım değerlendirilsin, aferin densin diye bekledim. Beklediğim oldu. Değerim bilindi; takdir edildim, teşvik edildim. Değerim arttı. Kazancım da. Faydam da. Önem bile kazanıp vazgeçilmez adam oldum bir küçük dünyada. Ama sonra bir gün, bundan iki yıl filan önce, otuz yaşımı yeni bitirmiştim, sanırım zamandan hızlı yaşlanıyordum, bittiğini hissettim. Gerçekten. Kulağımla duydum. “Bitti!” dedi içimden bir ses ve sonra devam edemez oldum. Öyle, durduk yerde, çok değil birkaç gün içinde ve sonunda, bitti!
O sabah uyandım, kalktım ama o an yatağın kenarına yığılıp kaldım. Öyle oldu. O zaman duydum. Şaşırmadım. Ben şaşırmam. Şaşırmamayı bilerek doğmuşum. Başarım biraz da oradan gelir. Her durumda öyle sakinimdir ki, sanki geleceği okuya okuya geleceğe ilerlerim. O yüzden korktuğum, telaşlandığım, yılgınlığa düştüğüm olmamıştır profesyonel hayatımda. Şaşırmadım ve dedim ki, bittiyse bitti! Ne yapalım, buraya kadarmış! Yine de kulağıma bitişi fısıldayan sesin samimiyetini sınamak için bir iki devam etme girişiminde bulundum, askerdeki moral hocalarının ya da şirketteki genel müdürün o aşağılık gaza getirme tarzında. Hadi aslanım! Ha gayret! Sen yaparsın! Yaptım. Ama olmadı. Olmayacağını önceden görerek yaptım, sırf ileride denemedim dememek için. Yatağın kenarına geri oturdum ve o gün oradan kalkmadım. Perdenin arkasından göğü seyrettim, karşı damdaki aylak kuşları, kiremitlerin düzensiz dizilişlerini, antenlerin yorgun konuşmalarını. Çok geçmeden telefon çaldı. Telefon yanımdaydı, yatağın başucundaki sehpanın üstünde. Uzun uzun çaldı. Cevap vermedim. Tekrar tekrar çaldı. Cevap vermedim. Sonunda sesten rahatsız olmaya başladım. Ahizeyi kaldırdım. Öylece tuttum, kucağımda. Kulağıma götürmedim. Artık bir şey duymak istemiyordum. Hele soru, asla. Şirketten aradıklarını biliyordum. Neredesin? Neden gelmedin? Ne zaman geleceksin? diyeceklerini biliyordum. Onlarla konuşmadım. Telefonu bıraktım. Kucağımdan yere düştü. Artık kimsenin bana soru sormasına izin vermeyeceğimi o sırada anladım. Vermedim de, bir daha. Yargıç bile bana soru soramadı. Sormak için ayağa kalkmamı bekledi. Kalkmadım. Bunun üzerine, “Ayağa kalk!” diye bağırdı.
“Hadi oradan!” dedim. “İstiyorsan kendin kalk.”
Böyle dedim ve delice kahramanlığıma kahramanlık kattım.
—–