Şu an, yalnızlığımın sessizliği içinde seni düşünürken, ‘Biz nasıl bir sevgi yaşadık’ sorusu aklıma takıldı.
Sorunu özelleştirerek anlamaya çalıştım. Çünkü bende yaşanan sürecin aktif bir öznesiydim, sen de… İnan ki, bu soru inandığım, kutsal saydığım değerleri alt üst eden çelişkileri yarattı…
Acı acı gülmeye başladım… Tarihimizin kendi içindeki paradoksunu anlamaya başladıkça, bizim ileriyi değil, geriyi, çağdaş olanı değil, tutuculuğu temsil ettiğimizi anladım.
Bu bende, geçmişle bir hesaplaşma olarak ortaya cıktı. Sevgi kavramını bilinçsizce kirlettiğimizi, deforme ettiğimizi anladım. Sana olan sevgimi gözlerimle vermeye çalıştığımı hatırladım.
Ele ele tutuşmanın bir yozlaşma olarak görüldüğü, sevmenin bir ihanet olarak düşünüldüğü bir tarihin karanlıkları içinde gezindim.
Nelere rastladım; ne saçmalıklar buldum; ne değersiz ‘teorik söylemler’ ile karşılaştım…
En büyük acıyı, sevmenin, sevişmenin davaya bir ihanet olarak görülmesinde hissettim.
Marksizm-Leninizm adına, yabancı bir ideolojik saplantının beynimize hakimiyetini gördüm. Yalnız bunu mu gördüm… Hayır!
Bizdeki sevginin, sistem türü değerler üzerinde durduğunu anladım. Hatırlarsın belki… Sana olan duygularımı, çevremdeki korkulardan dolayı, acılar çekerek gizlemiştim, yaşamamız gereken her şeye yabancı kalmıştık.
Bu da, sevgiyi, sevilmeyi değersizleştirdiğimizin bir kanıtıydı.. Biz çağdaş anlamda sevmeyi, sevilmeyi anlayamadık… Toplumun tutucu muhafazakar değerlerine boyun eğdik.
Bir anlamda biz de sevgiyi bir meta olarak gördük değil mi?
Bak sevdam, buraya geldiğim duygularla, simdi hissettiklerim taban tabana zıt…
Sana olan özlemimden ve romantik duygulardan söz edemiyorum… Doğayı tasvir edemiyorum. Yanı başımda duran serçenin güzelliğini anlatamıyorum; üzerimde gezinen iki karıncanın yürüyüşünü, sağa sola çırpınışlarını söyleyemiyorum…
Gölgesine sığındığım yaşlı ağacın hikayesini sana yazamıyorum… Çünkü beynim karma karışık… Duygularım sancılı. Bu durumda ne yapabilirim ki! Kendimi bir labirentin içinde buluyorum… Düşündükçe bunalıyorum! Tam da sana ihtiyacımın olduğu bir periyottan geçiyorum. Bilesin!
Okudukça real yaşamın, kitap sayfalarından tamamen farklı olduğunu görmeye başladım. Yaratılan soyut cennetlerle, yaşanan hayat arasında derin paradoksun asıl yaratacısının insanın kendisi olduğunu gördüm.
Pardon sevgilim, Rosa’nın özel hayatıyla bizim öğrendiklerimiz arasında açık bir problem görünüyor. Biz değil, Rosa ileriyi temsil ediyor.
Rosayı kendi tutucu değerlerimiz arasına almamız bir başka zayıflığımız olsa gerek.
Aslında diğer önderlerin özelliklerinde de sorun vardı. Soğukkanlı olmaya çalışıyorum. Kafamdaki şablonla, okuduklarım arasındaki problemleri ve farklılıkları anlamak istiyorum. Anlıyorum ki bizim anladığımız, öğrendiğimiz ve ezberlediğimiz hatta son derece fanatikçe bağlı olduğumuz, idealleştirdiğimiz, gözümüzü kırpmadan ölümüne sevdalandığımız retoriğin bir çelişkiler yumağından ibaret olduğunu düşünmeye başladım…
Problem, bizim öğrendiklerimizle, Marksizm arasında uzlaşmaz bir çelişki olarak görünüyor… Uzlaşmaz diyorum. Belki bu bir abartma olabilir…
Ama benim de şokumu anlamaya çalış. Çelişkiler bohçası ‘ben’im, ‘biz’iz, ‘diğerleri’dir…
Yüz elli sene önce yazılanların çok gerisinde kaldığımızı, aslında bütün problemin burada olduğunu anlamaya çalıştım. Bizim dünyamızdaki Marksizm, dogmatik, yetersiz ve köylülükle yüklüydü…
Köylülük deyince, aklıma Mao takıldı. Biz aslında Marksizm’i Mao’nun Çin üzerindeki analizlerinden öğrenmedik mi? Bilmem sen hatırlar mısın? Mao’ya ne büyük misyonlar yüklemiştik… Bizim genel kültür düzeyimiz Marksizm’den çok Mao’ya yakındı. Doğası gereği biz de düşünme ve yaşam tarzı olarak köylüye, köylümüze yakın değil miydik?
Nerelere aktığımı, nereye sürüklendiğimi ben de bilmiyorum… Ama kafam karmakarışık! Yerimden kalkabilir miyim; eve doğru gidebilir miyim? Onu da tam kestiremiyorum…
Bak sevgilim… Sana çok ihtiyacımın olduğu tarihi bir günün içindeyim… Belki de yaşamımın en büyük acısını yaşıyorum!
Bilirsin, inandığımız yolda ne zorluklarla yürüdük, ama dönüp arkamıza bakmadık bir an bile! Ölümüne sevdalanmıştık, ölüm olacaksa da bir direnişle destanlaşması gerektiğine inanırdık…
Bunları düşündükçe yüzümdeki değişikliği görmeni çok isterdim. Bak sevdam simdi acı çekiyorum… Acılardan kurtulmanın bir yolunu da kafayı keyif hale getirmek istedim. Bu kaçak kavganın başlangıcıydı… Sessizce kendi derinliği içinde akan dereye baktığımda, kirletilmiş bir derenin varlığını gördüm… Kapitalizmin kötülüklerin anası olduğunu tekrarlayıp dururken, bizim de günahsız olmadığımız aklıma takıldı…
Kafam karışmıştı, beni bir sıkıntı basmıştı… Biliyor musun sevgilim; inandığım, septik duygulara yer vermediğim değerler gözümde küçülmüştü. Çelişkilerin yaşattığı huzursuzluğu yaşadıklarımla yüzleştirince yerimde yıkıla kaldım.
Problemin, düşündüğümden daha ağır olduğunu gördüm. Seni düşünmeye çalışırken, içine girdiğim durum tam bir kaostu. Senden kopmuştum artık, kendimle bir hesaplaşma içindeydim. Bir bireyin inandığı, uğruna bedeller ödediği değerlerin çelişkisini yaşamaya başladım…
Ben geçmiş bir tarihi yeniden değerlendirmeye ihtiyaç duydum. Sol ve Marksist solun; sistemin kötülüklerine karşı kavga ederken ağır bir yenilgi aldığına tanık olmuştuk. Bu yenilginin sorgulamasını ne kadar rasyonel ve bilimsel yaptığımızı bilmiyorum…