Sevgilim…
İçinde bulunduğum kaotik ruh hali, doğası gereği, M / L adına öğrendiklerime ve savunduklarıma septik yaklaşımlar göstermeye başladı.
Ben, sen ve bizim gibiler, bir kuşağın ortalaması değil miydik? Bütün enerjimizi insanlığın geleceğine veriyorduk. Simdi gördüğüm yanlışlara sessiz kalmanın, geçmiş zamana yapılan bir haksızlık ve sorumsuzluk olacağını düşünüyorum.
Laz Mustafa diye bir arkadaşım vardı; tek başına yasıyordu. Görüş olarak, Troçkizm’i savunuyordu. Ben Troçki’yi roçkiyi okumadan, Troçki’ ye karşı bir cephede dururdum. Troçki ile ilgili Lenin’in birkaç cümlesini ezberlemiştim, Özellikle de Stalin’in söylediklerini doğruymuş gibi, peşinsiz olarak kabul etmiştik.
Uzun yıllar Troçki’yi tanımadan okumadan karşı devrimci, emperyalizmin ajanı olmakla suçluyorduk. Troçki’nin eserleriyle karsılaşmamıştım, Tanımadığım, okumadığım Marksizm içindeki bir akımın kolayca ve bilinçsizce karşısında durmuştum.
Bu gerçeğim, benim ne kadar dogmatik ve bilinçsizce davrandığımı göstermiyor mu? Ayrica Laz Mustafa ile girdiğim sohbet türü tartışmalar, benim yetersizliklerimi görmeme aracı oldu…
Fakat Laz’ın da, Troçki’yi, bizim Stalin’i savunduğumuz gibi fanatikçe koruduğunu gördüm. Mustafa’nın eğitim düzeyi düşük profilliydi, ancak çok zeri ve kavrayışı iyi denecek özelliği vardı. Mustafa’yı tanıdıkça sevmeye başlamıştım…
Türkiye’de bir dönem imamlık yaptığını, Edirne Selimiye camisinde iki yıl kadar hocalıkta bulunduğunu söylemişti. Hikayesine göre, bir gün meyhanede içerken, camiye gelenler tarafından yakalanmış. Bu durum imamlığının sonunu getirmiş…
Çok güzel bir sesi vardı. Güzel ezan okurdu… İmamlık anılarını anlatırken çok gülerdik… Laz’ın güzel bir aşk hikayesi vardı, arada bir başından geçenleri anlatırdı…
Bir aralar, arada bir Alman solcularının tartışmalarına katıldım, onları dinledim…
Fakat tartışmaları gördükçe yeni bir şok daha geçirdim. Bizim Türkiye’de tartıştığımız aynı konuları tartışıyorlar, aynı argümanları, aynı tezleri karşı karşıya getiriyorlardı. Bizdeki sert, katı, dogmatik tartışmaları burada da gördüm. Hayalimdeki Alman komünistleriyle, gördüğüm Alman komünistleri birbirine çok uzaklardı.
İçinde gezindiğim, düşündüğüm atmosfer hayli sıkıntılı hale gelmişti. Almanya’da bir insanın, istedikten sonra her türlü kitaba, dokümana ulaşma şansı varken, tartışmaların seviyesizliği ve geriliği beni çok olumsuzca etkilemişti.
Aynı tabloyu Avrupa’nın başka ülkelerinde de gördüm. Gördüklerimden ve anladıklarımdan ortaya çıkan realite, son derece kısır, geri, sekter, kapalı, ezberci, eğitimsiz, eğitimlilerin de eğitimsizler gibi düşündüğü bir insan kalabalığıydı.
Hedefler büyük konmuş; ama hedefi örgütlemeye çalışanlar ise toplumsal gerçeğin çok gerisindeydi…
Tartışmaların detaylarına girmek istemiyorum, çünkü bu beni daha da rahatsız edecek. Yalnız, geri ülkelerdeki gelişen anti-emperyalist mücadelenin başarısı, Avrupa solunun üzerinde dominant bir ağırlık yaratmış…
Marksist-Leninist sol içindeki tartışmalar ayrı kutuplara vesile olmasına rağmen, büyük bir analoji gösterdiği tartışma götürmez benim için…
Çünkü hepsinin ayın dili, aynı argümanları, aynı metodu kullanması tesadüfi bir sonuç değildi… Elbette burada çok detaylı problemler var; bunlara giremem, benimki biraz sana açılarak rahatlamaktır…
Sevdam, ben ve bendekiler sıkıntılı, ne gerçek anlamda optimist, ne de pesimist olabiliyorum, bu iki eğilimin tam ortasındayım. Kendimi sana anlatmaktan zorlanıyorum.
Mustafa ile konuştum, bir sene boyunca evini paylaşacaktım. Aslında projem eve kapanmak, yeniden kendimi okumaya vermekti. Marks’la okumaya başlamak istiyordum, öyle de yaptım. 6 ay boyunca deliler gibi okuyordum, evden yalnızca ekmek almak için çıkıyordum. Geceleri Mustafa eve geldiği zaman onunla biraz sohbet ediyordum.
Abartmadan söylüyorum… 6 ay boyunca çok az insanla yüz yüze geldim. Mustafa’da kaldığım için benim de Troçkist olduğum yayılmıştı. Bu aralar Troçki’nin eserleriyle yüzleştim, Troçki’yi okudukça, hakkındaki fikirlerim ve kanaatlerim değişti. Bir kez daha dogmatikçe bir şeye bağlı olmanın sıkıntısını hissettim.
Notlarımı tutuyordum, kendimle hesaplaşıyor, yeni bilgiler ediniyordum. Vardığım sonuçlar
Marks’ın, Lenin’in kitaplarındaki Marksizm ile , M/L adına hareket eden politik akımların, M/L’den etkilendikleri, ancak Marksizm’deki derinliği, Leninizm’deki pratik düşünme, ve yeniyi üretme erdeminden uzak kaldıklarını gördüm.
İyi niyetlerle yola cıkmış; aynı ideolojik format içinde olan, fakat pratik olarak birbirine düşmanlık yapan farklı politik örgütlenmelerin bolluğu vardı. Solun içindeki sert tartışmaların detaylarına ve ayrıntılarına girmek istemiyorum…
Çünkü bu benim için anlamsız bir macera olur, içinde boğulacağımdan korkuyordum. Fakat tam da bu noktada kısa bir şey söylemeye çalışırsam; Mao, Enver Hoca, Stalin, Dimitrof, Tito gibi önderler aynı ekolden geliyorlar. Köylülükle, sosyalist değerleri savunmak için mücadele etmişler.
Köylü sosyalizmi, Marks’ın Lenin’in esprisi değildir. Bu öncülerin kurdukları sistem milli değerler üzerinde, anti-emperyalist niteliği olan iktidarlardı. Sosyalizm için bu ülkelerde nesnel koşullar yoktu. Bunların hepsini bir arada düşününce karabasanlarım beynimi kemiriyor.
Bana paradoks gelen ve şaşırtıcı olan, gelişmiş ülke komünistlerinin dogmatizmin, şablonculuğun, sekterizmin, “sol çocukluk hastalığı”nın” içine sürüklenmiş olmaları…
Avrupa solunun entelektüel düzeyindeki gerilik, yeniyi üretmede gösterdikleri başarısızlık tarihsel olarak başka bir problem değil mi?