Haftanın Hikayesi – Alev
Parantez Aşklar Kitabından alıntı…
Ovadaki en itibarlı aşiretin medar-ı iftiharı, açık arayla seçilmiş bir milletvekili ol; ovanın onda dokuzu, selâmını almak için yolunu gözlesin; sen de tut, hareli bakışlarını bir olmaza kilitle!
Seçim sonucu açıklanır açıklanmaz iki deveyi kurban eden Bavidiler, Meclis’e hepsi birlikte girmiş gibi sevindiler. Üç gün kaldırılmayan ziyafet sofrasından rızkını almayan kalmadı. Mazbatasını aldığı gün, kırk bir hoca, yüzlerce müridiyle birlikte sabah ezanından yatsıya kadar Kur’an okudular.
Artık o, koynunda kırk dokuz köyü besleyen ovanın vekiliydi. Bundan böyle kazara öksürmesi bile yasaktı. Kim derdi ki bir kadın yüzünden, elli iki yıldır yaşadığı topraklardan göçmen kuş misali uçup gidecek, hiçbir bahara da dönüşü olmayacak.
Ama Alev de Alev’di! Koskoca ağa çocuğu, millet vekilini, yeni yetme delikanlı gibi etrafında pervane etmişti. Güzelden öte, alımlı kadındı. Ne yapsa ne giyse yakışıyordu. Güneş gibiydi. Yokluğu aratıyor, varlığı yakıyordu. Vekilimiz de boş değildi elbet. Mürekkep yalamış, kravatı boynunda; Meclis’e yakışan, şerefli bir Bavidiydi. Ama gözü çok karaydı canım. Pire için değil yorgan, koskoca aşireti çıra gibi yakmıştı.
O gece Bedrettin Bey’in oğlunun düğünündeydik. İleri gelenler her zamanki gibi ön masalara dizilmişti. Tam ortada Milletvekilimiz, bir yanında Vali, diğer yanında da Belediye Reisi. Sırasıyla Emniyet Müdürü, Rektör derken bütün bürokrat takımı, tam tekmil yerlerini almıştı. Milletvekilinin bir bey kızı olan karısı, arka sırada, Belediye Reisi’nin karısıyla yan yana oturuyordu.
Alev Hanım, dudaklarıyla aynı renkte, kan kırmızısı bir elbise giymişti. Mısır püskülü gibi omuzlarına dökülen sarı saçlarına bakmaya kıyamazsın! Çıplak kolları, kıvırcık saçlı, zayıf, âsi kılıklı bir gencin boynundaydı. Gencin kolları da Alev Hanım’ın incecik belinde. Çalgıcılarla ön masaların arasında, yerden bir karış yüksek, sahne dedikleri geniş çıkıntının üzerinde birbirlerine yapışmış gibi dans ediyorlardı. Göz göze, fısıldaşıp arada bir gülüşüyorlardı. Meğer bu çocuk, Ankara’da öğrenciymiş. Yaptıkları da bizim bilmediğimiz, şehirlilere mahsus oyunmuş. Halay gibi ama halay değil. Adına tango deniyormuş. Artık hangi yörenin oyunu bilmiyorum. Şöyle erkek ile kadın birbirlerine gözlerini dikip, sarıla sarıla, yuvarlanarak kavga ediyorlar sanırsın. Böyle gerinerek birden dönüp, tövbe tövbe, hani bir yatağın üzerinde güreşiyorlar gibiydi.
Onlar böyle sarmaş dolaş dans ederken, Milletvekilimiz, buzlu rakıları ardı ardına nefessiz deviriyordu. Hemen arkasındaki karısı, bir ara kulağına eğilip “Hadi kalkalım.” diye fısıldamış. Bizimkinin değil karısını, kimseyi duyacak hâli yoktu. Gözünü, Alev Hanımla sekerek önünde dönenen o delikanlıya dikmişti. Şah damarı, fırlayacak gibi atıyordu. Yanında oturan Vali, kulağına eğilip, “Vekilim, isterseniz dışarı çıkıp biraz hava alalım.” demiş. Emniyet Müdürü’nü, Vali’ye göz kırparken gördüm. “Bırak, pezevenk ne hâli varsa görsün!” der gibiydi. Belediye Reisi’nin de yüzünde müstehzi bir ifade, Rektör ile bakışıyorlar. Rektör’ün bizim âşık milletvekilini sevmediğini herkes bilir.
Bir yıl önce Bavidilerden iki öğrenci yurda alınmamıştı. Ertesi gün üç kişi gidip Rektör’ü makamında sıkıştırmışlar. Kravatından tutup yavaş yavaş yukarı kaldırarak, “Bir daha bu aşiretin adını duydun mu önce salâvat getireceksin; sonra da ceketini düğmeleyeceksin!” demişler.
Velhasıl o gece Milletvekili, düğünde yalnızdı. Aşiretinden kimse yoktu. Olsalardı engel olurlardı elbet. Allah kimseyi şaşırtmasın!
Milletvekilimiz aniden kalktı. Biz, düğünü terk edecek sandık. Dedim ya kulakları çınlasın, gözü karaydı. Sendeleyerek sahneye doğru yürüdü. Dans eden Alev Hanım’ı kolundan tuttuğu gibi gencin boynundan çözdü.
Ben biraz gerideydim. Birilerine göre, “Yeter artık, dayanamıyorum!” diye bağırmış. Kimileri de diyor ki “Seni öldürürüm!” demiş. Benim gördüğüm, Alev Hanım’ın yosun yeşili gözleri ateş saçıyordu.
Delikanlı şaşkın şaşkın bakınıyordu. İşte ben o ara yaklaşabildim. Çocuk, “Hala, ne oluyor?” dedi.
Alev Hanım, gence hiç cevap vermeden, gözlerini sarhoş milletvekiline dikmiş, kızgın kızgın bakıyordu. Milletvekili de ona… Sanki bir odada tek başlarına kalmışlardı da ‘önce kim gözünü kırpacak’ oyunu oynuyorlardı. Çıt yok! Herkes nefesini tutmuş, “Ne olacak?” diye bekliyordu.
Vali Muavini Ziya Bey gelip sarhoş Milletvekilinin koluna girerek dışarı çıkardı.
Ova, kolay kolay içindekini atmaz. Sevabıyla günahıyla kabul eder. Ama gel gör ki son seçimi kaybeden eski milletvekilinin müteahhit kardeşi de ordaydı. Düğünü videoya çeken çocuğu çağırmış yanına. Bir tomar parayı eline sıkıştırıp, “Arabaya gidiyorum. Bu görüntüleri bana getir. Benim inşaatlardan hangisinden istersen iki odalı bir daire, anamın ak sütü gibi sana helâl olsun!” demiş. Eh, çocuk durur mu? Başına devlet kuşu konmuş. Aynı gece videoyu müteahhide teslim etmiş.
Ertesi gün hangi kanalı açtıysak bangır bangır bizim ilçe ve düğünde ortaya saçılan gizli aşk anlatılıyor. Artık gizlilik mi kalır? Öğlen olmadan ovayı, gazeteciler bastı. Biri, bizim kahveye gelmişti. Kulağımla duydum:
“Haber dediğin böyle olur!Alı al, moru mor! Ben, bunu, çıtır çıtır yerim.”
Demek, bu gazeteci kısmı, habere bu kadar aç. Hükûmete karşı olan gazeteler, üç gün boyunca düğündeki o manzarayı manşetlerden indirmedi.
“Bu ne rezalet!”
“Milletvekilinin cinnet geçirdiği an!”
“İşte o afet!”
“Sayın Başbakan, daha ne kadar susacaksınız?”
Daha neler neler… Çok sürmedi, iki gün sonra milletvekilimiz istifasını verdi.
Videocu çocuğa zemin kattan tek odalı daireyi zar zor veren müteahhidin söylediğine göre Başbakan, kendi makamında bizim milletvekiline öyle bir tokat aşk etmiş ki seyredenlerin bile yüreği hoplamış. Bir söylentiye göre de âşık Milletvekilimiz, kurşun kalemle yazdığı istifasını, fakülteden arkadaşı Turizm Bakanı’nın eline tutuşturmuş. Bakan da, “Yazık ediyorsun, siyasî hayatını kendi elinle bitiriyorsun.” demiş. Bizimki, arkasına bile bakmadan Meclis binasını terk etmiş.
İlçe değil, şehir çalkalandı. Her köşede, her dükkânda, her evde, bütün konken partilerinde Alev ile Milletvekili’nin umutsuz aşkı konuşuldu. Konuşmayan ve yorum yapmayan iki insan vardı. Biri, Milletvekili’nin ‘bey kızı’ karısı; diğeri de Alev’in çocuk doktoru kocası.
Doktor Bey, buralı değildi zaten. Karısı gibi İstanbulluydu. Hiçbir şey olmamış gibi işine devam etti. Efendi, öyle de iyi bir doktor… Git, çocuğunu muayene ettir, “Param yok!” de, sana çıkarır bedava ilaç da verir.
Bavidilerle arasında husumet olan aşiret ağaları ziyaretine gitmiş; “Sen bizim dostumuzsun. Geceyi gündüzü sorma. Yerimizi biliyorsun. Ne zaman istersen kapımız sana açık. Evvel Allah sana feda edecek canlarımız da var. ‘He!’ de indirelim.” demişler.
Artık, aşiret ağalarına Doktor Bey ne demiş, onu bilmiyorum. Zaten çok konuşmazdı. Edebiyat öğretmeni Şefik’le arada bir satranç diye bir oyun oynarlardı.
Bir kez torunumu götürmüştüm. Kahve ikram etmişti. Penceresinden, şehrin yamacındaki dağı göstererek, “Salih amca, bunun tepesindeki kar ne zaman kalkar?” demişti.
O kar hiç kalkar mı?
Alev Hanım ile Amerika’ya göçmüşler. Kimseye veda etmeden… Şefik, arabasıyla havaalanına götürmüş.
Çok oldu. Bu sabah gözüm, dağın tepesine ilişti. Hepsi birden önüme üşüştüler sanki.
Kulakları çınlasın!
Sonra biri girer hayatına,
Kokusuyla uyuyup
Sesiyle uyanmak için her şeyini verirsin
Lâ Edrî