Ayarsız Dergi, Temmuz 2018 sayısı.
Ayak bastığım o ilk anda bulandı her şey, belirsiz bir insan çamuruna bulandı. Suretler, sıfatlar, bedenler, kalabalıklar, insanlar, insanlar ve insanlar… Ki sırtlarında vatanları, toprakları, evleri, geçmişleri; ruhlarında yükleri, hasretleri, hayalleri, ateşleri… Yükler, denkler, bohçalar, çıkınlar, sarı benizler, düşük omuzlu yorgun bedenler, geçmişler, evler, hasretler ve hayaller birbirine karışıyor; düğümleniyor, çoğalıyor, beni çevreliyor, beni yutuyor, beni yok etmek istiyordu. Erkeklerin öfkeli ve buyurgan konuşmaları kadınların inleyişlerinde dağılıyor; kalabalıktan huysuzlanan keçi, koyun, tavuk gibi türlü çiftlik hayvanının sesi çocukların feryatlarıyla iç içe geçiyordu. Burada, mahşerî kalabalığın içindeydim. Hayır, bu, mahşerî bir kalabalık değil mahşerin kendisiydi. İlk adımımdı. Sendeledim. İkinci adımımda yüzükoyun bıraktım kendimi topraksızlığın güvertesine. Ağlayası olanlar için düşmek bahanedir. Yüzümü yerden kaldırmadan iç çekerek ağladım. Geride kalan her şey gibi, her şeyini geride bırakan herkes gibi ağladım. Terekte ıssız kalan üç beş bakır sahan nasıl ağlar bilir misiniz? Ya sandık diplerinde bırakılan lavanta kokulu kanaviçeler? Kör pencerelerde uçuşan patiska perdeler? Dere boyundaki söğütler; gölgesindeki körebeler, üçtaşlar; yamaçlardaki mezarlar, mezar üstlerindeki türlü çiçekler ve dahi yabani otlar… Hepsi insanlarının arkasından ağladılar. Koynumuzda getirdiğimiz evlerimizin anahtarlarına ve içimizde yeşerttiğimiz geri dönme umuduna sarılarak biz de ağladık. Bir ölü olsaydım, toprağa karışan her şeye karışabilecek bir ölü, şu dağların mor lavantalarında koku, şu ağacın köklerine yürüyen su, Mayıs ayında canlanan haşerat, şu cılız filiz, şu ağaç yahut bir taş… Bir ölüm bir sürgünden daha kolay olmalı.
Kollarımdan tutup kaldırdılar. Birkaç teselli cümlesi ile bir kenara oturtturdular beni. Halam yüzüme su sürüyor, “Eh kızçeler, yapmayın büle, te şimdiden düşmeyin takatten.” diye söyleniyordu. Başka biri “Aglasin mari figanla aglasin! Bizi aglamak paklar…” diye çıkıştı. Bu kadar alakadar oldular benim kıyametimle, herkes kendi kıyametine döndü. Karşımda oturan bir kadına ilişti gözüm. Mahcup ve kederli yüzü bir rüya gibi duruyordu bunca patırtının içinde. Akran olmalıydık. Nasıl sakindi, öylece telaşsız duruyordu. Sadece dudakları kımıldıyor belli ki sadece kendinin duyabileceği bir sesle dualar okuyordu. İlk dualarımı nenemden öğrenmiştim. Ah güzel neneciğim… İsmiyle müsemma, Zarife… Toprağı incitmekten korkar gibi usul yürür, usul konuşur, usul yaşardı. Bir sabah usulca göçtü gitti. “Âh be yavrucagzim koz kapında bu canım.” dediği sıkıntılı zamanları olurdu. Abdestini alır, beyaz namazlağısını sıkar, inşirah dilerdi. Ah güzel neneciğim, şimdi biz o koz kabuğunda suyun içinde, bir Rabbimiz var yanımızda…
İşitmediniz mi Anadolu’dan gelen Urumlar’ın “Gitmezseniz sizi keseriz!” dediklerini?
Bir delikanlının heyecanlı sesiyle irkildim. Kendi gibi yeni yetmelerin ortasında kâh sesini alçaltarak kâh yükselterek anlatıyordu:
Te büle ağlanmak ne kaa fenadır. Orada zulüm yoktur bre! Hürriyet vardır.
Gürültünün arasında delikanlının söylediklerini işitenlerin yüzünden belli belirsiz bir aydınlık geçiyordu. Sonra kaygılar yine ele geçiriyordu bu zavallı insancıkları. Biraz ötemde tüm kaygılardan azade iki kız çocuğu el çırparak oynuyordu. Kol kola girip dönerken “Bir dalda iki kiraz biri al biri beyaz/ Eğer beni seversen mektubunu sıkça yaz.” diye mırıldanıyor sonra birden neşeleniyorlar, yüzlerini limana dönüp elbiselerinin eteklerini sallayarak “Sallasana sallasana mendilini akşam oldu göndersene sevdiğimi.” diye şakıyorlardı. Şarkının “Bir dalda iki ceviz aramız derya deniz,/Sen orada ben burada ne bet kaldı ne beniz.” sözleri sevdalarını geride bırakanların yüreğine dokunuyordu. İç geçirdim. Selahaddin… Gemideki kalabalığa göz gezdirdim.
Ana bindi mi erkes gemiye?
Kimi sorarsın mori onu süle, erkes kimmiş?
Ana işte bizim kafile… Selahaddin…
Saldin ayvanları teslim etsin gitti abe kızcagzim, te burdan almazmişler epiciğini.
Küçük kızlar daha neşeli, daha hızlı sallayarak eteklerini, daha çok bağırarak şarkıyı söylemeye devam ediyorlardı.
Bir dalda iki elma, birin al birin alma. Kurban olduğum Allah canım al, yârim alma!
Geminin koca gövdesi kıpırdadı, süzülerek uzaklaşıyorduk limandan. Gidiyorduk. Karşıda görünen haftalarca beklediğimiz, aşı olduğumuz, beyanda bulunup evrak tescillettiğimiz, ümit ile ümitsizlik arasında gidip gelmekten yorulduğumuz şu çadırlar, şimdi ne kadar uzaktı. Bir adım, tahta güverteye attığım o ilk adım, şu ana uzanan her şeyi nasıl da kesip atmıştı. Selahaddin…
Ana Selahaddin binmiş midir?
Dudaklarımın arasından belli belirsiz dökülen bu soru yanıtsız kaldı.
Denizden yükselen rüzgârdaki tuz kokusu, güvertede birbirine karışmış ter, gübre, türlü yiyecek kokusunu bastırıyordu. Kalktım. Yaşmağımı gevşetip civardakilere yönelttim dikkatimi. Yoktu. Beklemekte fayda vardı. Belki o da bizi bulamamıştı bu hınca hınç kalabalıkta.
Bir yıl evvelinde, o gün, huzursuzluğu hissetmiş, endişe duymuştum ama bunları yaşayacağımızı nereden bilebilirdim?
Kadife yumuşaklığıyla elmas keskinliği sarkacında gidip gelen siyah gözlerini ateşten çekmiyor, ocaktaki ateşin birliği Selahaddin’in gözlerinde ikileniyor, ruhunda kıyametin kıvılcımını çakıyordu. Sabırlı bir sükût ile bekliyordum ruhunda büyüttüğü ateşi bana da pay etmesini lakin o da sükût ediyordu. Sükût… Ebedi bir mahpus, hedef şaşmaz bir silah. İç geçirdim. Huzursuz bir kalkışla yaklaştı ateşe ve bir odun daha attı. İçten içe şikayetlendiğimi biliyor ama ne ocaktaki ateşi ne içindeki ateşi ne de içimdeki ateşi söndürüyor çatırdayan odunların arasına bir yenisini katarak ateşi mütemadi harlıyordu. Kızgınlığım onu bu bahçede ateşiyle baş başa bırakmak isterken kalbim, ruhunun yaralarını şu ateşle dağlayan adama sonsuz merhamet ediyor, onun dağlanan her bir yarasıyla içim kan ağlıyordu. Selahaddin… Payına düşen yalnızlığı benimle bölüşürken acılarını katmerleyerek kendine saklayan adam. Kederimi gizlemeye çalışarak uysal bir ses tonuyla:
Gözlerini ateşten yere sabitleyerek başını öne eğdi. O vakit anladım ki korkulması gereken bir şey vardı sahiden de…
– Selahaddin vaziyeti izah edecek misin bana?
– Memleketin vaziyetidir beni efkâra gark eden…
– Hadiselerin inkişafını beklemek lazım gelir şimdilik…
Uzun zamandır beklemiyor muyduk zaten? Her alacakaranlık vakitte huzura uyanmak için gözlerimizi açıyor, bulamayınca Allah’tan niyaz ediyor, gözyaşlarıyla uzayan niyazların sonunda af diliyor ve bir sonraki alacakaranlığı beklemiyor muyduk? Yaşamak, bizim için daha iyi bir yaşamayı beklemekten ibaret değil miydi artık? Bakışlarını yerden kaldırarak:
Vakit ne getirirse getirsin…
– İstediğim teminat değil Selahaddin ben bilmek istiyorum!
– Merakını dile getirirsen yanıtlarım.
– Merakım ruhunun yangını… Bu ateş…
– Bu ateş ki bir ocak, bir ev, bir yurt. Bu ateş için Allah’a şükret Melce…
Sükûtumun onu malûmata mecbur etmesinden korkarak telaşlı ve kırık:
Babamın senle istişare edecekleri varmış gelmek üzeredir, diyerek ve adeta kaçarak eve girmiştim.
Pencere kenarındaki divana oturup, nazarımı Selahaddin’e pür dikkat yönelterek vaziyete vâkıf olmak istemiştim ama ne mümkündü. Ateşinin bazen hırs, bazen intikam, bazen hürriyet, bazen öfke ama çoğunlukla hasret olduğunu görmüştüm de ilk defa ocak, ev ve yurt olmasından söz etmişti. Her türlü zulmü, haksızlığı ve yoksulluğu görmüş bu adamı nasıl hangi sevgiyle iyileştireceğimi bilememiştim. Çanakkale’de şehit verdiği babası mı, kaybettiği abisi mi, kahırdan ölen yaşlı anası mı olayım hangi birisinin sevgisiyle sarıp sarmalayayım da şu ateşe galip geleyim diye sabahı bin bir endişeyle etmiştim o gece.
Âh bre Selânik! Bilemedim.
Öykünün devamını; Ayarsız Dergi Temmuz 2018 sayısında okuyabilirsiniz.