Dost / Ayşe Kaygusuz Şimşek
Vakit akşama doğruydu telefonu çalınca. Açtı.
“Yerinde misin?” dedi. Eski, tanıdık bir ses.
“Evet, evet yerimdeyim,” dedi şaşkınlıkla.
“Sana uğrayacağım birazdan.”
Bu ses, ömrünün yalnızlık istasyonuna götürdü onu. Sönmüş bir ateşin küllerini karıştırdı hızla. Kıvılcım yoktu ama kül sıcaktı…
Kapıda karşıladı konuğunu. Sarıldılar uzun süre. İçeri geçip oturdular karşılıklı. Gözlerindeki ışıltı sevincini ele veriyordu. Menekşelerin solduğunu, kiraz mevsiminin geçtiğini biliyordu. Yine de mutluydu.
“Ne iyi ettin de geldin,” dedi.
“Nasılsın, neler yapıyorsun görüşmeyeli?” dedi misafiri.
“Hiç boş durmuyorum. Kendimle cebelleşiyorum, yarışıyorum. Bir şeyler yapmaya çalışıyorum işte.”
“Biliyorum, inatçısın. Aklına koyduğunu başarıyorsun.”
“İnat değil de kararlılık desek şuna. Hem kimden ne bekleyebilirim. Şair ne demiş; “…koyaktan bir yıldız mı ağmalıydı kendinden başka hiçbir yeri olmadığını anlaması için insanın.” Benim ki direnmek, insan gibi yaşayabilmek için.”
“Nasıl da bulur çıkarırsın böyle anlamlı sözcükleri.”
O mahcup, utangaç bir duruşla baktı arkadaşının gözlerine. Alınıp incinmesinden korktu. Onu kırmaya dayanamazdı. Konuyu değiştirmek istedi.
“Unuttum, söylesene ne alırsın?”
“Kahve alayım, sütlü olsun.”
Yavaşça ayağa kalktı. Kendine doğru gelen garsonun kulağına eğilerek, “Bir çay ve bir sütlü kahve,” dedi. “Kahve bol köpüklü olsun lütfen. Arkadaşım çok özel.”
Arkadaşı hareketsiz izliyordu onu.
“Ne kadar çok değişiyor bu kadın. Gittikçe olgunlaşıp güzelleşiyor,” diye geçirdi içinden. O hemen fark etti arkadaşının kendi kendine yorumlar yaptığını.
“Ee söyle bakalım, sen nasılsın? Hayatın nasıl gidiyor?” dedi.
“İyi iyi. Sağlığımda bir sorun yok. Hayat ise bu aralar biraz durgunlaştı. Ama hareketli günler yakın.”
“Hayırlısı olsun.”
Arkadaşı, cevabını çok merak ettiği o soruyu daha fazla tutamadı içinde.
“Hayatında birisi var mı?” dedi. O gülümsedi. Bu soruyu bekliyor olmasına karşın yüzünün kızarmasını engelleyemedi.
“Var olduğunu da bilmiyorum, yok olduğunu da. Daha doğrusu eliyorum. Şimdi yine başka bir şairin dizeleri geldi aklıma. Diyor ki, “…hangi istasyona uğrasam yanlış makastayım/ hangi kavşağa varsam sola dönüş yok…” Ne kadar güzel söylemiş değil mi? Çevremde birçok insan olmasına karşın hiç kimseyle rahat konuşamıyorum. Kimseyle senin yanında olduğum gibi değilim. Bunu nasıl beceriyorsam, seninle her şeyimi paylaşabiliyorum. Hiç kimse senin kadar tanımıyor beni,” dedi, sustu.
Başını hafif öne eğdi. Yüzünü elleriyle kapattı. Adam o kadar düz ve derin bakmıştı ki, O, “Çok mu ileri gittim?” diye düşündü.
“Niye yüzünü kapattın.”
“Utandım.”
“Utanacak ne var bunda.”
O an ikisi de aynı şeyleri düşündü. Geçmiş canlanmıştı. O, platonik âşık olduğunu düşünürken, adam her şeyi anlamış ama habersiz gibi davranmıştı ona karşı. Yine de birçok kez paylaşımları olmuştu bazı konularda.
Elini yüzünden yavaşça çekti. “Biliyor musun?” dedi, “Ne zamandır sana söylemek istediğim bir şey var.”
“Söyle bakalım neymiş?”
“Hani! An’lar vardır. Değer biçilmeyecek kadar kıymetli. An! Onlar sorgulanmadan, irdelenmeden, kirlenmeden, olduğu gibi kalmalı. Olduğu gibi! Bizimki öyle oldu zaten, değil mi?”
Yine ikisi aynı anda aynı şeyi düşündü. Konu değişmeliydi. Adam daha hızlı davrandı. “Sigara içiyor musun?” dedi.
“İçmiyorum ama içkiye başladım. Üç beş günde bir iki kadeh…”
“Sigara içmediğin iyi. İçkinin de dozunu artırmazsan zarar vermez. Kiminle içiyorsun?
Konuyu ne kadar değiştirmeye çalışsalar da söz dönüp dolaşıp aynı yere geliyordu.
“Kızımla, arkadaşlarımla,” dedi. “Bazen de yalnız içiyorum. Ne fark eder, kafam kalabalık oluyor. Geçen akşam bir kız arkadaşımla içtik. Yalnızlığımıza içtik. Biliyor musun, evli olup da yalnız olan o kadar çok kadın var ki! İşte tam orda, hayatı başka türlü yaşamak gerektiğini düşünüp konuştuk. Kadınlara kadeh kaldırdık. Üç beş erkeğin hakkından gelen kadınlara. Bir de isim koyduk, cam vajinalar diye. Neyse uzatmayayım bu konuyu. Erken kalktık masadan. Sonra, kilometrelerce yürüdüm. Hava yağmurluydu. İnce ince bir yağmur. Ceketim kolumda. Rüzgârla kucaklaştım. Yağmurla öpüştüm…”
O geceyi anlatırken, sanki yeniden yaşıyordu. Dört yanını çeviren duvarları. Sır dolu karanlığı. Patlayan camları. Dişlerinin arasından sıyrılarak çıkan isyan çığlığını!… Sonra, yağmura karışan gözyaşlarını…
Bakışları adamın gözlerine çivilendi. Çelik gibi dikeldi bütün vücudu. Tüketti sözcükleri. Yalnızlığın tercümanı gözleri, konuştu.
“Vücuduna yapışmış gömleğinle görmek isterdim. Sen öyle yürürken; kaldırımın dibine durup arabanın içine alsaydım. Sarılsaydım sana ıslak, ıslak. Ne yapardın?” dedi adam.
Sustu! Bir süre yanıt veremedi bu soruya. Adamsa merak ediyordu. Kadının, bir zamanlar gururuna bile karşı gelen sevgisinden bir şey kalmış mıydı?
“Açıktım sana,” diye başladı söze. “İsteseydin birçok şey olurdu. O geceye gelince, bir şey söylemek zor. Ama yoktun. Sen yoktun.”
Yıllar geçmesine karşın hiç böyle yüzleşmemişlerdi. Şimdi çıkın çözülmüş, her şey dökülmüştü ortaya. Oysa memnundu yaşanmayanlar için. “Aşklar mahkûmdur bitmeye; kalıcı olan dostluk. O benim dostum!” diye düşünürdü hep. “O benim dostum!”
Bazen tek bir soru takılırdı kafasına. “Bu adam, keşke der mi? Acaba bir gün.”
Adam, topun kendinde olduğunu biliyordu. Hayatı boyunca bencil olmamıştı. Kendinden emin duruşuyla, bakışları sevgi saçarak yanıtladı soruyu.
“Bir anlık arzu için seni kullansaydım kendime olan saygımı kaybederdim. Böyle güzel yaşayamazdım seni! Böyle güzel yaşayamazdım canım.”