Doğan Cüceoğlu’nun Özyaşamı
On bir çocuklu bir ailenin on birinci çocuğuyum. Doğduğum ev, Silifke’nin en eski mahallesi olan, Mukaddem Mahallesi’nde Becilli Sokak üstünde, mahallemizin adına yakışır, eski bir taş evdi. Etrafı yer yer yıkık kalın bir duvarla çevrili olan bahçemizde bir kuyu vardı ve diğer evlerden farklı olarak bu kuyuya babam daha sonra tulumba koydurmuştu.
Bahçemizde hangi ağacı kimin diktiğini hatırlamıyorum; kuyu başında, taştan oyma banyolardaki küvet büyüklüğünde, bir ‘yalak,’ onun biraz ilerisinde bir nar ağacı vardı. Şimdi düşünüyorum da, o nar ağacı kimsenin dikkatini çekmeyen, kimsenin ilgilenmediği, öyle var olan, ama her nasılsa benim evle ilgili anılarımda vazgeçilmez bir yeri olan bir ağaçtı. Narını şimdi gözlerimle görüyorum gibi; ama sanırım ekşi olduğu için yemezdik, ağaç üstünde kalır, sonra yere düşer, nar çürür giderdi.
Hurma ağacımız vardı; babam her yıl o hurma ağacını budardı, ama onun hurmasını yediğimizi de hiç hatırlamıyorum. Zeytin verip vermediğini hatırlamadığım bir yaşlı, ama çok yaşlı, bir de yeni ufak boy iki zeytin ağacımız vardı. Zeytin topladığımızı pek hatırlamıyorum.
Hatırladığım en önemli ağaç, bahçemizin bir ucundaki toprak damın hemen köşesindeki dut ağacıydı. O ağaç bol miktarda dut verirdi ve mevsiminde bol bol dut yediğimizi, komşulara dağıttığımızı, dallarına çıktığımı, dut toplamak için o dalların uçlarına uzandığımı hatırlıyorum.
Patlıcan, domates, biber, nane, maydanoz, soğan, kabak mevsiminde bahçemizde yetişirdi. Önceleri ‘helke’ dediğimiz kovalarla kuyudan su çekerken, daha sonra tulumbayı kurunca yalağa doldurduğumuz su ile ‘avar’ dediğimiz bahçemizi sulamaya başladık. Ağabeyimler kuyudan su çekerlerdi; ben helke ile kuyudan su çekmeyen nesildenim.
Ben ortaokuldayken eve elektrik ve su bağlandı. Elektrik dıştan kurşun borular içinden geçen kablolarla evin tüm odalarına dağıtıldı ve her bir ampulün, döndürünce ‘çat çat’ diye ses çıkaran düğmeleri vardı. Su, kuyunun yanındaki yalağın yanına bir musluk konarak eve bağlandı. Orayı çeşme olarak kullanarak evin su ihtiyacını temin ediyorduk.
‘Ayak yolu’ dediğimiz helamız bahçenin en uzak köşesinde kazılmış bir çukur üzerine oturtulmuş bir uyduruk kulübeden ibaretti. İbrikle su taşırdık; taharetten sonra ıslak eli silmek için eski bez parçalarının asılı olduğu bir ip olduğunu hatırlıyorum. Dört, beş yaşlarında helada otururken kendi kendime hikayeler uydurur, anlatırdım. Bir keresinde İhsan ağabeyim, kapıda beklemiş beklemiş, bakmış hikayenin biteceği yok, çık artık, yoksa donuma yapacağım, diye beni uyardı. Rüyadan uyanır gibi, öykümden uyandığımı hatırlıyorum.
Eşeğimiz vardı, adı nedense ‘Kalıp’tı. Kalıp’ı şimdi, sevgiyle, şefkatle ve bir tür eziklik duygusuyla anımsıyorum. Bir keresinde Kalıp’ı dövmüştüm; istediğim yere gitmiyordu, kendimi aciz hissediyordum, sanırım yedi
ya da sekiz yaşlarındaydım, acizliğim beni öfkelendiriyordu. Hem dövdüm hem de bir süre onu susuz bıraktım, cezalandırmak için. Bu yüzden ne zaman bir yerde birinin hakkının yendiğini, eziyet edildiğini duysam, içim cız eder, isyan duyguları kabarır ve hemen aklıma Kalıp gelir.
Ve şimdi bu satırları yazarken gözümden yaşlar akıyor, onun hakkını helal etmesini istiyorum. Kalıp’la helalleşmek benim için ne kadar önemliymiş ancak şimdi farkına varıyorum! Şu an inansam ki, İstanbul’dan Bolu’ya yayan yürüsem Kalıp bana hakkını helal edecek; gözümü kırpmadan yola çıkarım. Hayvanlarla helalleşmek şimdiye kadar hiç aklıma gelmemişti, ama anlıyorum ki, benim insan olmamın bir gereği olmuş. Helalleşmenin bu kadar önemli olduğunu ancak bu yaşta anlayabiliyorum.
_____Doğan Cüceloğlu_____