Dalgalı bir hayata üfürme beni! | Bircan Gabriel
BİR DELİ’NİN MEKTUPLARI
Bugün Beethoven’i dinlerken, ezginin tiz sesleri ruhumda dehşeti, acıyı harekete geçirdi, sonsuz özlemi uyandırdı. O denli harazayı seven biriyim ki, bedenimde yarattığı bu biyokimyasal yansımalar yüzünden, Beethoven’in karşısına geçip horozlandım, kaptığım terliği kendisine fırlatırken; Yeter artık be çocuk! Kalbi üfüren bir çocuk mu olmamı istiyorsun? Artık dalgalı bir hayata üfürme beni! diyen kendimi, rolümü hayal ediyorum.
Vakit akşama doğru akıyor. Çatal yüreğimin direği dört mevsim boyu erimeyen karla, buzulla kaplı volkanik bir dağ gibi. Zaman zaman kendinden kopan buzul parçaları gibi kendi cehennemime düşüyorum. Kahrım daha iyi ses çıkarsın diye, onu kemanın tellerine sürüyorum. Böylesi anlarımda, Adana Malı “Evet” margarinin çiçekli kutularından biri, ya da gaz yağı diye ecnebi memleketlerden getirilen, üstünde kabartma dört nallı kanatlı at figürü olan tenekelerden biri olurum. Velhasıl-ı kelam zorba zalimlerin yurdunda seyyar satıcı olsam, arkama kondurduğum tahta sırtlığa kendimi koyup sokak sokak gezerken “Gaz yaaoouuu istiyeeen!” diye bağırıp yarımlık yarımlık kendimi satsam, acaba Orta Doğu’da satılan öldürülen Ezidi’nin, Kürd’ün bu yarasına bin derman olur muyum? Ya da onlar için suda erimeyen kimyadan bir maden olup alkolde erisem, acaba Çarşı Hamamı’nda iki kese bir sabun yıkanmış gelin kadar temiz kalır mıyım, içimizdeki pisliği atar mıyım?
Karanlık kıyılara çarpıp bin parçaya bölünsem bu gazabınbiter mi sanıyorsun? Ateş olup gövdemde açtığın çizik yaralardan, içimden insanbalı mı çıkaracağını sanıyorsun? Eylül yarası beni acıttıkça Cebirde bir formül olup çoğalıyorum. Hani vazo kırılır, vazonun modelini bozmadan kırıkları yapıştırırlar ya, o hesap kendime pahalı bir Château Cheval Blanc şarabı ısmarlayarak ertelediğim acımın biteceğini sandım. Acı bitmez! Bunu bilemedim. Kemanın sesi bir kere yırtmış hayallerimizi. Ahım tutu seni demiyorum, Kaynana Dili kaktüsü olup sert dikenlerini kendine batırsan da ne fayda. Rakı kimde ise ona giden balık gibisin.
Bugünlerde Şükrü Tunar gibi ut çalıp ‘İzmir Kordon Zeybeği’ şarkısını söyleyemiyorum. Fistanım saman sarısı, dilimde Hayyam’dan bir dörtlük: “Neylesem bu benim iç kavgalarımla/ Pişmanlığım, kendi düşmanlığımla/ Sen bağışla sanada ben yerim kendimi/ Neylesem bu yüz karam, bu utancımla…”
Keçi kokulum, sen zil zurna kafamın bu deli sevdalarını koy bir kenara.
Sen ile ben bir filmin, kaderleri bir şekilde birbirine dolanan iki kahramanıyız. Büyük İskender’in Bucephalus isimli atı gibi çölde uzun bir seyahatte çıksan, susayıp bir su kuyusuna varsan, o esnada seni geri çağırsam, çağrıma karşılık suyu bırakıp bana döneceğini biliyorum. Sende biliyorsun ki; Sahra’nın uzun süreli kuraklığını atlatmayı beceren bir tohumun tanesiyim;yağmur olsan, kısa güçlü sağanak biçiminde üstüme yağsan, hemen kök salar çiçek açarım; birkaç gün içinde olgunlaşırım…
Özlüyorum seni.