Anneler evlerin kurutulmuş çiçeği / Mehmet Hameş
— kırk iki yaşına kadar beni rahminde saklayana
acıyla götürdü elini
sildi şayak şalvarına
yanağına iki çeşme
aktı yine ince ince
güz güneşi fersizken güle-
ağlaya ağlaya ardındaki
anne niye anne niye
-umut acının panzehiri-
ölüm ne ki sevene çocuğum
yolculuğa çıkmaya görsün
ok sadağında oksitlenmese
ete acı verir çünkü yavrum
aşkla ölüm ikiz kardeştir
yaşarken ölünür birinde
ötekinde yaşamadan
yüreğim bundan eprimekte
anneler evlerin kurutulmuş çiçeği, insanın var oluş nedeni, hayata inen can silsilesi; çocukların gülümseyişi kundaklarda. gördüğünü yüreğine gömen, görmediğini gördüm diyen korku hali. dağ başında, köy odalarında, kasabada, şehir varoşlarında bitmeyen ezgi. savaşlarda uzayan ağıt; sevincin hüzne sevki, ölü evlerinin suskunluğudur anne.
anahtarımı kaybettim anne
kendime ulaşamıyorum
kapını tıklıyorum
ses gelmiyor arkasından
gün mezarı gül kıyımı
sensizlik kanımı donduruyor
kederler bulaşıyor üstüme
yanardağ sıcaklığı yokluğun
sana ulaşamıyorum anne
bu gece dolunay küsmüş. karanlığın korku salan sesinde komşu kadın sesini arıyor: sanki anasını yitiren oğlak, depremi hisseden kedi, genç bir ölü çıkarmış ev hali gibi bağırıyor: annen… sen sağ ol, annen… başın sağ olsun…
başkası olamayan kişi kendini sevemez / gül diyarına giremez ilkyazda.
çuvalda kurtlanan un
duyduğun kesin hüküm
iki büklüm bekliyor seni
kefeni kucaklayan kapıda
yüreğini dağlayan
ah, yabanıl komşu sesi
gelinliğini giyiyor gök. kıraç toprağı öpmeye başlıyor yağmur. çocukların mahmur yüzünde çakıyor şimşek. saçakları izleyerek yürüyorum, yağmurun toprağa bahşettiği kokuyu içime çekerek… avın avcıdan saklanışı, fırtınaya tutulmuş turacın inişi, pamuk işçisinin çapasını sallayışı gibi yürüyorum cadde boyu. suyu bulandıran, canı cendereye sıkıştıran sel korkusu: dar kaldırımların yorgun yolcusuyum, anne yoksulu.
suküresi’nin yedeksiz anahtarı kayboldu
tozlu bir hasırım
nerede o tozumu alacak su
havlama, miyavlama, ağlama ittifak oluşturuyor: güruhun uğultusuna karışan, dalga dalga mahalleye yayılan, başıboş aralıklarla kulağıma dolan sancılı ses. zamanı dayanılmaz kılan, tutkalla belleğe yapıştırılan, koro halindeki bir ağıta eşlik eden uğursuz ses… gözlerimden akanda boğuluyorum: düşlerimi dişleyen, belleğimi jiletleyen, boğazıma düğümlenen, göğsüme çöreklenen o dayanılmaz acı.
ne zaman ışığı karanlığa tutan anne görsem, hayat hüzünlü örtüsüne bürünür. evlerde çoğalır çocuk çığlığı, anne yokluğunu sarınır gece. bütün gün ayaklarıma dolanır günce. geç saatlerde bedenim kefenlenir, umutlarım seyrelir, gözbebeklerimde sallanır anne gülümseyişi.
testi kırılır
şarap toprağa siner
ölümü imler duvardaki fotoğraf
teri çoğaltır, ateşe yatırır bedenimi
ne zaman anne dese biri
ince bir sızı çöker içime
belleğimde senden kalan:
ahşap yayıkta ekşimez yoğurdun hası
vurulmuş kuştur çocuğum bu hayat
bak, bayat ekmeğe de sinmiş pası
bir daha rastlanmadı sana, bir daha rastlanmadı…