Leyleğin Hak Yoluna Kurban Ettiği Cücüğü | Nuri Can
(Göçmen İşçiler)
Çok eski çağlardan beri çalışmak için yerini yurdunu terk edip başka ülkelere gider insanlar . Günümüzle eski çağların arasındaki fark, eskiden köle olarak giderlerdi, bu gün ise toplumsal, siyasal ve ekonomik koşulların zorlamasıyla kendileri isteyerek gidiyor…
Yüzyıllardır toprakla boğuşan ve toprakla haşır – neşir olan Anadolu köylüsü de 1950 li yıllarda kent yolunu tuttu, henüz içgöçler yaşanırken bu seferde 1960 lı yıllarda Avrupa göçü başladı.
1950 li yıllarda başlayan iç göç 1960 lı yıllara gelince dış göçle birleşerek Anadolu köylüsünün aile yaşamı dahada parçalanarak bir çıkmaza girdi.
Avrupa yolunda ilk adım 1956 larda batı Almanya’ya yollanan teknisyenler ve daha sonra sanatkarlar kafilesinin akabinde bir Türk işadamının aracılığı ile Avrupaya işçi göçü başlamıştır.
Nitekim bu denemeler sonucu batı Avrupa ülkeleri ekonomileri için, gerekli iş gücünü Avrupa ülkelerinin dışından temin etme yoluna gitmiş ve yapılan anlaşmalarla işçi alımı başlamıştır.
İşçi gönderen ülkeler özellikle Türk makamları pembe hayallere dalıp ekonomik darboğazı böylelikle aktarılacak dövizle kapatmanın hesaplarını yapıyordu. Önüne gelen batı Avrupa’ya giden işçiler hakkında övgüler yağdırıyordu. Böylelikle dışarıda çalışan işçilerin görgü, bilgi ve tecrübeleriyle yurt kalkınmasına büyük katkı sağlayacaklardı. Batı Avrupa’dan modern tekniği ve çalışma disiplinini öğrenerek ülkelerine taşıyacaklardı.
İşçi
gönderen ülkelerde olsun, alıcı ülkeler olsun hiç bir kişi ,kuruluş bu
insanların geleceğini, eğitimini, aile yaşamını ve toplumsal ilişkilerini,
hatta en doğal hakları olan üreme ilişkileri üzerine hiç kafa yormadıkları
gibi, hiç bir söz edilmemekle birlikte, hiç bir önlemde alınmamaktaydı.
Her iki tarafta da makinadan farksız, hatta bakıma, tamire gerek duyulmayan bir
makina olarak görülerek, kaderleriyle başbaşa bırakılmışlardır.
Ali
Akbaş’ın da dediği gibi „ nerden bilsin garip Sefa, nereden bilsin Anadolu
yaylasının yetim çobanı? Ona böyle söyleyen olmadı ki… Hadi git, dediler,
geldi; geldi, gördü, yutkundu. O güne kadar kayalar, tepeler, dağlar muhteşemdi
Sefa’nın gözünde. Onlar kocamandı, onlar dev gibiydi sadece. Lâkin
silindirlerin, çarkların, kabloların üstüste yığılıp meydana getirdiği yeni
kayalar, tepeler, dağlar buldu karşısında. Yağlarla beslenen, maddelerle
doyunan, gökkuşağı gibi renkler saçan bir acaip devdi önüne getirip diktikleri.
Yıldırımla, gök gürlemesi ile ilk karşılaşan ilk dünyalı gibi gördüğü şeylerden
ödü çatladı Sefa’nın.“
İşte Avrupa yolundaki Anadolu köylüsü kara sabanı bırakıp, tanımadığı,
yabancısı olduğu gürültülü makinalar arasında kendini böyle bulmuş.
Avrupa bu olaya salt işgücü gözüyle bakmış. Türkiye ise dövüz yumurtlayacak tavuk gözüyle. Hiç bir taraf bunların çocuklarını, ailelerini, eğitimlerini aklına getirmemiş. Türkiye bu yabancı ülkelere yollanan işçi göçü anlaşmaları hafife alarak salt dövüz makinası yada bu uğurda adanan kurbanlık gözüyle bakmış.
Doğu
Anadoluda söylenen bir söz var, bir rivayete göre “ leylek her yıl bir
yavrusunu daha tüylenmeden yuvadan aşağı atarak hakka kurban eder.“ Buna
Anadolu köylüsü “ Leyleğin hak yoluna kurban ettiği cücüğü “ der.
Bu civciv yuvadan ayrılırken, yani düşerken ölmezse, bütün zorluklar ve
kötülükler kendini bekliyor demektir. Önce yuvadan düşerken yaralıdır, dahası
yaralı düştüğü yeni ortama (yeni dünyaya) yabancıdır. Oysaki onun en kısa
zamanda yaşamla bütünleşip koşullara karşı koyması gereklidir. Hayatla hiç bir
tecrübesi olmayan bu yavru çeşitli devlere yem olup gidecektir.
İşte Avrupa ya ihraç edilen iş gücü de böyle acemi, makina gürültüsünden yada makinadan habersizdi. Bu nedenle ilk yıllarda çoğu Türk işçisi makinalara elini kolunu kaptırarak sakat kaldı.
Bakın
bu konuda alıcı ülkelerin toplum bilimcileri, ekonomistler, alıcı ülkelerin
yetkili ve bilim adamları neler düşünmüşler, olaya nasıl bakmışlar.
Fransa Cumhurbaşkanı M.G.Pompidou 1963 başlarında “ Yabancı işçiler sayesine
emek pazarındaki gerginlik bir dereceye kadar azalır ve sosyal baskı bir
dereceye kadar önlenmiş olur.“ O dönem işçilerin Avrupa da verdikleri hak
mücadelesi kastediliyor.
Fransa Bankasının ekonomi dergisi de “ Yabancı işçi sağlıklı ise, ücretinin hatırı sayılır bir bölümünü çalıştığı ülkenin sosyal güvenlik sistemine bırakır ve böylece topluma yüklediği giderlerin daha iyi bir dağılımına katkıda bulunur “(1965)
Nouvel Observatuer dergisi Nisan 1973 “ Türk işçileri sosyal sorunlarında patronlara dert olmuyorlar, işçi mücadelesi gelenekleri yoktur. Başka hiç bir dile benzemeyen dilleri içinde kapanıp kalıyorlar.“ Sesini kes ve çalış ilkesine uygundurlar. Gerçekten de bütün fabrikalarda bu tür işçiler çalışsaydı ne iyi olurdu değil mi?”
Bu tespitler doğruydu. Türk işçisi verileni kabul etmekte, mücadele içinde YER almamaktadır, istisnalar hariç. İşte yabancı işçiler bu gözlemler altında değerlendiriliyordu…
(1960 – 1970) altın çağını yaşayan Avrupa ekonomisi, işpazarında işgücü hissetmeye başladı. İstenmeyen pis güvencesiz işler için işçi açığını kapatmak. Harcamasız, anında kullanmaya hazır geçici iş gücü için, ücretlerin artmasını engelleyip yerli işçinin demokratik mücadelesini engellemek, durdurmak ve bölmek için yoksul ve geri kalmış ülkelerin işgücüne ihtiyaç duydu.
Çünkü
yabancı iş gücü her zaman rahat, yüksek maaş talep etmeyen, sorunsuz
kullanılabilecek bir güçtü. Yaşları 20 – 45 arası üretkenliğin doruğu bir insan
için. Böyle bir işçi Avrupa da 18 yaşına kadar okul, sağlık ve sosyal
giderlerini karşılamak zorundadır. Bu da yaklaşık olarak 70 bin Eurodur. Ancak
70 bin euro harcandıktan sonra bu kişi iş pazarına sokulabilmektedir. Bununda
yüzde yüz garantisi yoktur.
Ama yabancı işçi direk bozdurulup harcamaya hazır akçeydi o dönem onlar için.
Kriz dönemlerinde yabancı işçi hep topun ağzındadır. Yabancı düşmanlığını alevlendirerek bazı kesimler işsizliğin asıl sebebi yada ekonominin kötü gidişatının asıl sebebinin yabancı işçiler olduğunu düşünür ve onlarla uğraşır.
Bir yazar olan Max Frisch diyor ki; “Biz iş gücü çağırdık bir baktık ki insanlar gelmiş” Ve bu gün hala 1 inci kuşak olarak adlandırılan göçmen işçiler üzerinde, Hollanda da son kurulan hükümet çeşitli oyunlar oynamaktadır…
Türkiye ise işçi dövizi sayesinde ülkenin içinde bulunduğu dar boğazı aşıp, hızla batı düzeyine ulaşacaktı. Aradan 40 yıl geçmesine rağmen ülkenin durumu o günün şartlarından yüzlerce kere daha kötüye gitmiştir. Gönderilen dövizler genellikle lüks eşya tüketiminde yada toprağa ve inşaat sektörüne aktarılmıştır…
İkincil olarak da kurulan işçi koperetifleri, şirketleri, bankerler, kombasan gibi daha nice sahte paravan kuruluşlar işçi dövizini yutmuşlardır. 1980 lerde yüksek faiz vaadiyle gurbetçilerin binbir güçlük ve emekle topladıkları birikimlerini topladılar. Bankerlerin büyük bir kısmı iflas etti. 90 lı yıllarda ise özel bankalar ve holdingler yine yüksek kar vaadleri ile gurbetçilerin emeklerine talip oldular. Bankaların büyük bir kısmının içini boşaltıp iflaz gösterdiler. Holdingciler ise gurbetçilerin dini duygularını kullanarak faiz’ in haram olduğunu yayıp % 40 lara, 50 lere varan kar payı vaadleri ile gurbetçilerin paralarını toplayıp bavul bavul Türkiye ye taşıdılar. Türkiye nin 2000 yılında krize girmesi ile, hiç bir yasal dayanağı olmayan bu tür holdinglere aldığı tavırdan dolayı Anadolu Kaplanları olarak anılan Holdinglerin foyalari bir bir ortaya çıktı.
Gurbetçilerin defalarca mağdur olmasının sebeplerini şu ana başlıklar altında toplamak mümkün. Yüksek kar paylarına olan zaafları. Yatırım yapıldığı alanlarda yeterli bilgiye sahip olmamaları. Akıl ve mantıktan çok duyguyla hareket etmeleri. Herhangi bir şirket yüksek kar payı vaat ettiğinde, kafaları soru işaretleri yerine, daha fazla para elde etme hayalleri oluşturuyor. Bu konuda alışveriş yaptığı insanların ticari geçmişini araştırmıyor. İşte gurbetçilerimizin yurt dışında ki mazisi 40 yılı geçti ve bu süre içerisinde Türkiye de ki ticari teşebüsler çoğunlukla hüsranla sonuçlanmıştır.
Nuri
CAN
www.nurican.com
(Göçmen İşçilerin 40ıncı Yılında hazırladığım bir yazı)