ALTIN
DOLAR
EURO
BIST
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Hatay °C

Hoşça Kal Kınalı Güvercin’in Kardeşi | Bedros Dağlıyan

16.03.2020
1.201
A+
A-
Hoşça Kal Kınalı Güvercin’in Kardeşi | Bedros Dağlıyan

HALKIN NABZI GAZETESİ

Tahir Elçi, tıpkı Hrant Dink gibi barış yanlısı, bu uğurda mücadele veren bir aktivistti… Tıpkı onun gibi ensesinden vurdular… Ayakkabıları özgürce dalgalanan bayrak gibiydi her ikisinin de…”…

Bedros Dağlıyan

Yaraların hızla kangrene doğru gittiği zamanları yaşıyoruz. Barışın o yaralı güvercininin kanat çırpamadığı zamanları… Zeytin ağacının, o koca kadim ağacın hüznünü yaşıyoruz alabildiğine… Barışın kahpece oyunlarla derdest edildiği zamanları da hep birlikte yaşayarak görüyoruz. Umut var mı?

Kara görünüyor mu, diye boz bulanık sularda, kara bulutlar arasından umutla bakıyoruz; nafile… Çünkü bu devleti kuranlar halkının mutluluğunu istemeyen güçlerce oluşturulmuş bir kere… Osmanlıdan beri kaç katliam, kaç suikast, kaç kırım yaşadı bu ülke; sayamazsınız. Artık usandık, artık yeter, dediğinizi duyar gibiyim yaşayan bütün dillerde…

Fransız Şair Valery “Bir dostumun omzuna elimi dostça koymuştum. Meğer orada elimi koyduğum yerin tam altında işleyen derin bir yara varmış” diye konuşurken nasıl da bizim gibi yaraları kanayan halkları anlatmıştır.
Evet, biz bu coğrafyada yaşayanlar, yaralarımızı bilerek usançla yaşıyoruz; iyileşmeyeceğini bile bile çözüm arayıp sağalmasını bekliyoruz. Oysa iyileşmeyeceğinin, aksine yaramızın gitgide derinleştiğinin farkındayız.

Birçoğunuz doğduğunda, kulağınıza isminiz üflenirken bahtının açık olması ümidiyle anneniz, babanız belki de dedeleriniz aşkla bakmıştır ağlayan gözlerinize… Ya da sizi doğurtan ebeniz ellerinizin çizgilerine bakarak talihli bir insan olacağını muştulamıştır belki de… Oysa zaman, tüm büyüklerimizi ve bizi nasıl da aldatmıştır; şimdi biliyoruz.

Tüm ezilen insanlar gibi ekmeğin, nasibin peşinde şehir şehir gezmedik mi? Şehirlerin yolu, izi olmayan varoşlarında yeni hayatlar kurmak için mücadele etmedik mi? Sapan taşı gibi elden ele geçerek ömürler tüketmedik mi hepimiz… Bir yudum özgürlüktü oysa hayattan tek isteğimiz.
Her katliamın, her suikastın ve her yitirdiğimiz canların ardından bu son olsun diye dualar etmedik mi? Ettik… Bazen yürüdük coşkuyla, bazen de ah dediğimiz her yerde dövüldük. Bizi ne çok öldürdüler! 1915de öldük. Dersim’de, Ağrı’da, Zilan ve Koçgiri’de sonra Maraş ve Çorum’da; yetmedi Sivas’ta… Bizi ne çok öldürdüler…

Egemenler kan istiyor boyuna; onlara kurban gerek… Suruç, Reyhanlı, Diyarbakır, Ankara ve memleketin bütün sathında yüzer yüzer kurban edildik. Bizi ne çok öldürdüler.

Doğunun her yeri savaş meydanı artık. Batınında… İnsan hakları yok sayılarak, insanlar sebepsiz yere tutuklanarak bizi en ince yerimizden vuruyorlar. Gençler, çocuklar, kadınlar şiddetin en şiddetlisiyle birer birer katlediyorlar. Cumartesi anneleri, Perşembeleri eylem yapan Arjantinli Plaza Del Mayo anneleri gibi Galatasaray Meydanında kayıplarından bir haber bekleyerek yıllardır bekliyorlar. Belki gidecekleri, çiçek götürecekleri bir mezarları olursa yürekleri kuş olup oğullarının, kızlarının yanına kanat çırpacaklar…

Tahir Elçi, tıpkı Hrant Dink gibi barış yanlısı, bu uğurda mücadele veren bir aktivistti… Tıpkı onun gibi ensesinden vurdular… Ayakkabıları özgürce dalgalanan bayrak gibiydi her ikisinin de…

Eşi Türkân Elçi, Rakel Dink gibi metanetli bir şekilde onun ağzından boyun eğmeyen o güvercinin ardından şöyle diyecekti:

“Onu faili meçhuller ordusu karşılayacak. Kendini her zamanki gibi nezaketle tanıtmaya çalışırken onlar da ‘seni bütün faili meçhuller bütün âlem tanır. Senin bize bir ömür hakkın geçti. Biz seni buradan izledik, bizim gibi faili meçhullere bir ömür adadın’ diyecekler. Ona soracaklar ‘sen geldin kaldı mı senin gibi kınalı güvercinler.’ Tahir Elçi’nin o zaman gülümseyen yüzüne bir akşam inecek

‘valla ne diyeyim, geldiğim yerde hepitopu bir avuç güvercin vardı. Kartallar, şahinler leş kargaları kol geziyordu’ diyecek. Dört Ayaklı Minarenin en tepesine konacağım; tarih anlayacak beni. Kirli medya, beni tehdit eden televizyonlar, beni hedef gösteren gazeteler hoşça kalın. Beni anlamayanlar, beni anlamak istemeyenler dudak bükenler hoşça kalın. Geçtiğim işkence tezgâhları hoşça kalın. Sahillere vurulmuş bebekler hoşça kalın. Faili meçhullerin yetimleri hoşça kalın. Beni sevenler, destekleyenler hoşça kalın. Çocuklarım, eşim hoşça kalın diyecek.”

Hoşça kal güzel gülüşlü… Hoşça kal Kürt kardeşim! Hoşça kal…

Bedros Dağlıyan
Bedros Dağlıyan
Kimim ben? Sahici miyim? Bu soruları hayli sık, sorar oldum kendime. Ağlıyorum, üzülüyorum, sinirlenip celalleniyorum; Yemek yiyip, aileme bakınca sevgiyle doluyorum. Memleket aşkı, toprak sevdası, beni insan yapan özelliklerin sadece bazıları değil mi?Peki, sadece bunlar beni birey yapabilir mi? Yurttaş olma bilinci yoksa ne kadar insanız. O büyük çoğunluk, o ezilen ancak ezildiğinin farkında olmayan zümre ne kadar insan! O büyük ozan Nazım’ın bahsettiği büyük insanlık, insan olduğunun ne denli ayırtında… Bizi diğer canlılardan ayıran bilinçse, bu kör bakışı neyle, nasıl adlandıracağız.Sıkıcı hatta sıkıntılı zamanlardan sürüklenerek geçiyoruz. Karanlıktan ya da mezarlık kenarından geçen çocuğun ıslık çalmasına benzer bir dürtüyle kitaplara sarılıyorum. Onlardan medet umuyorum. Üstelik her kitabı farklı zamanlarda yeniden okurken sanki başka bir kitap haline dönüşüyor. Anlamlar, anlak sürekli bir değişim gösteriyor. Kim olduğumu, nerede olduğumu bu okumalara ve  çeşitli zamanlarda kendi kendime ya da diğerlerine sorduğum sorulara borçluyum.Peki, sorgulamayan, sormayan insan bu anlamsız hayatın neresinde… Âdem ve Havva masumiyetlerini yitirir yitirmez deriyle kaplanmaları gibi okuyan, sorgulayan insan da kim olduğunun bilincine böylelikle sahip olmaz mı? O kelimeler, cümleler, görme biçimleri insana deneyimle birlikte bilinç kazandırır. Eskiden kitapların olmadığı devirlerde insanlar sözlü kaynaklar sayesinde kim olduklarını kavrayabilir ve adlandırabilirlerdi mutlaka…Okuduğumuz kitaplar, bir kayayı, toprağı, ağaçları; insanların mutsuz ya da neşeli anlarını, sevdiklerimizin yanımızda olmasını, bir kuşun neşeyle ya da acıyla ötmesini bizim için adlandırabilir. Kendi yaşadıklarımıza cevaplar hatta kusursuz cevapları da belki de yine kitaplardan bulabiliriz.Bütün gerçek okumalar bizim masumiyetlerimizi yitirmemize neden olur; böylelikle zulmü, adaletsizliği, hırsızlığı, sahtekârları, sahte din tüccarlarını adlandırabiliriz. Gerçek daima, bizim uzanabileceğimizden biraz ötededir. Bu ihtiyacı, her hissettiğimde, kitaplar hep elimin yetişebileceği yerdeydi. Yazmak çok sonraları, benim de katkı verebileceğimi hissettiğim zamanlarda geldi.Şu tarihe kadar gerçeklerin peşine düşen ve ortaya çıkarmak için çırpınan ne çok aydın, ne çok gazeteci ya da bilim insanı katledildi. Bir çırpıda saymak dahi mümkün değil. Belki de bunca aydının içinde en eskisi Sokrates’tir. Milattan önce 399 yılında üç Atinalı yurttaş Sokrates’e karşı topluma karşı tehdit oluşturduğu savıyla kamu davası açmıştı. Jürinin çoğunluğu onu suçlu bulmuş ve mahkeme tarafından ölüme mahkûm etmişti. Bir süre sonra Platon Sokrates’in savunmasının bir nüshasını yazdı.Dinsizlik fikri, onu suçlayanların karakterleri, insanları yoldan çıkarma ve Atina’nın demokratik kimliğine hakaret suçlamaları… Nasıl bir yerlerden anımsayabiliyor musunuz? Yakın ya da tanıdık geliyor mu size de…Sokrates konuşmasının bir bölümünde şöyle der: “Siyaset dünyasında hakikati söylemeye istekli birisinin karşı karşıya kaldığı risklerden dolayı canını kurtarması mümkün değildir.”  Zaten Sokrates ’de mahkemede bu riskin farkında olduğundan bahisle tüm bunlara karşı çıktığım için canımla ödeyeceğimin bilincindeyim, der.Serbesti Gazetesi yazarı Hasan Fehmi’nin katledilmesinden sonra 24 Nisan 1915’ de katledilen Ermeni Gazeteci, şair ve aydınlardan sonra bu topraklarda birçok aydın ve gazeteci fikirlerinden ve özgürlük yanlısı tutumlarından ötürü katledildi.  Bu ilk tarikten sonra geçen 102 yıl içinde 95 gazeteci, yazar ve aydın katledildi.90’lı yıllar sürecinde birçok Kürt gazeteci ve aydın da bundan nasibini aldı. Çeşitli zaman kesitlerinde başta Sabahattin Âli, Turan Dursun, Bedrettin Cömert, Uğur Mumcu, Çetin Emeç, Abdi İpekçi, Musa Anter, Metin Göktepe ve daha birçoğu fikirlerinden ötürü katledildiler. Hrant Dink bunların sonuncusuydu. Kral çıplak! Diye bağıran çocukların ve gençlerin bile bu hesaba dâhil olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Don Quijot,İlya’da Gılgamış Destanı ilk okuduğum kitaplardandı. Şimdinin kaç çocuğu, genci bunları okur ya da okumuştur bilemem. Gılgamış’la Enkidu’nun önce çatışması sonra da kardeş gibi el ele tutuşarak, yan yana yürüyen gerçek birer dost olması ne güzel bir hikâyedir. Bu iki dost, şehir devleti tehdit eden her tehlikeye birlikte göğüs gererler. Birlikte alt ederler şeytansı Humbaba’yı; ardından da İştar’ın babası Tanrı Anu’nun gönderdiği Göklerin Boğasını… Tanrılar şimdi de olduğu gibi o vakitte haksız bir kararla Enkidu’nun ölmesi gerektiği kararını verirler… Uzun uzadıya sürer bu öykü… Bu destanın bize dair bir öğretisi varsa o da ötekinin varoluşumuzu nasıl mümkün kıldığıdır. Ya şimdi…Her şehrin ya da her halkın buna benzer ne çok destanı vardır. Kürt halkının da Demirci Kawa söylencesi köleliğe karşı bir başkaldırının destanı değil midir?. Yine Yunan edebiyatında Truva Savaşı’nı anlatan İlyada, Hintlilerin yine büyük bir savaşı betimleyen Mahabharata destanı… Ermenilerin de kendilerine ait, kimi zaman farklı adlarla da anılan, Sasun’un Gözü kara Savaşçıları (Ermenice ‘Sasountsi Tavit’   destanı vardır. Sasun’un Gözü kara Savaşçıları destanı, bir ailenin dört kuşağının anlatıldığı dört bölümden oluşan uzun bir şiirdir. David üçüncü kuşaktandır. Sanasar ve Baghdasar birinci kuşak, bir sonraki “Aslan Mehr” olarak da anılan Büyük Mher (Medz Mher), dördüncü kuşak ise Küçük Mher’dir (Pokr Mher). Dünyanın çeşitli yerlerindeki destanlar gibi öykü fantastik sahneler, heyecanlı maceralar içerir. Ana tema tüm destanlarda olduğu üzere kötülüğe karşı iyilik ve adalet için savaştır.Her halk kendi destanını hatta şiirini sihirli kelimeler ve harflerle yazar. Bize düşen tüm bunları hakkını vererek okumaktır. Böylelikle bilinçli bir geleceği yaratabiliriz. Kaynak: KİMİM BEN - Bedros Dağlıyan
YAZARA AİT TÜM YAZILAR
BİR YORUM YAZIN
ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.