ALTIN
DOLAR
EURO
BIST
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Hatay °C

Günün Kitabı | Binbir Masal Bir Kale | İnci Gürbüzatik

26.05.2020
28.399
A+
A-
Günün Kitabı | Binbir Masal Bir Kale | İnci Gürbüzatik

Halikarnassos Masalı: Bodrum Tarihidir Bu Kitap

Röportaj: Nilgün Çelik

Binbir Masal Bir Kale, her yaş grubuna hitap eden, bugünü tarihle harmanlayarak kurgulanmış bir kitap. Bu cümlemde haklı olduğumu düşünüyorum, zira zaman zaman masalsı diliyle çocuklara hem Bodrum’un tarihini öğretiyor hem maceralı kurgusuyla okutuyor. Büyükler için diyorum, her yaz Bodrum’a gitme sevdası olan bizler için yazılmış. Sahillerinden, nefis güneşinden, hareketli gecelerinden başka Bodrum topraklarında önemli bir tarih vardır ve onu oraya giden herkesin bilmesi gerekmektedir.

Bodrum’daki Sualtı Arkeoloji Müzesi’nin dünyada tek ödüllü sualtı müzesi olduğunu, Hızır Reis’in Barbaros Hayrettin’in kardeşi olduğunu, Doğu seferinde İskender’in en büyük direnişi Halikarnassos’da Myndos’da yaşadığını, Cevat Şakir’in Bodrum tarihi için girişimlerini, zindanları, ölüm bekleme odalarını, tutsakların kemikleri ile dolu toplu mezarları öğreniyoruz. Kitap bu anlamda tarih kitabı ağırlığı olmadan, bize tarihi masal gibi anlatıyor.

Henüz ne ergen ne çocuk olan heyecanlı ve meraklı kahramanları var.

“Amacım, bunca insana kucak açan Bodrum’u, hem 14. yüzyıl hem 15. yüzyıl, milattan öncesi, milattan sonrasıyla, yakın geçmişi, dünle bugünü, şimdi’si, hatta hayal ötesiyle, masalsı bir macerada anlatmak” diyerek kitabını özetlemiş olsa da ben daha fazlası için sorularıma hemen geçmek istiyorum.

Nilgün Çelik: Bu kitabı yazma düşüncenizin Bodrum’daki drama çalışmaları sırasında oluştuğunu okudum. Bu çalışmalardan bize bahseder misiniz?

İnci Gürbüzatik: Türkiye’de Çağdaş Drama Derneği’nin kurucularından biriyim. Dramanın eğitimdeki öneminin farkındaydık. O yüzden okullarımıza, müfredata kabulü ve dramanın derslere bir metot olarak yerleştirilmesi için dernek olarak çok çaba harcadık. DTCF Tiyatro Bölümü’nde tiyatro eğitimi görmüş, TRT’de Drama Programları Müdürlüğünde senaryolar yazıp prodüktörlük yapmıştım. Pek çok uluslararası drama seminerine katılmış, yıllardır Drama Eğitmeni Belgesi’ne sahiptim. Ayrıca çocuklar için de yazıyordum. Drama konusundaki birikimimi Bodrum‘da ÇYDD’de çocuklara drama dersi vererek 15 yıldır sürdürüyordum. Yaz okullarında çocuklarla kale gezilerimizde Müzede Drama çalışmalarımda, Bodrum Kalesi ile ilgili çok ilgiNilgün Çelik gözlemlerim oldu; fikir veren deneyimler yaşadım. Öyle ki, “Bunları kesinlikle yazmalıyım” dediğim çok oldu. Binbir Masal Bir Kale’nin temelinde Bodrum Kalesi’nde çocuklarla yaşadığım bu ilgiNilgün Çelik deneyimlerim, gözlemlerim ve elbette araştırmalarım vardır. Biraz hayal gücü, gerçek ve kurgu; Türkçemizin zengin olanakları, işte hepsi bu…

NİLGÜN ÇELİK: Yılın büyük bir çoğunluğunu Bodrum’da geçiriyorsunuz. Bugünkü hali İstanbul’u aratmıyor. Bize kitabınızdaki Halikarnassos’dan, o atmosferden bahsedebilir misiniz?

İNCİ GÜRBÜZATİK: O yıllarda yaşamak ister miydim bilmiyorum ama ben 70’li yıllardaki Bodrum’da yaşamak isterdim. Yani o ilk geldiğimiz, daha insanların vandallaşıp barbarlaşmadığı, elini doğaya, ormanlara, koylara, o berrak denizlere uzatmadığı, kepçelerin topraklara girmediği, adaletin insan vicdanında olduğu o yıllarda. Hatta biraz daha geriye gidip Mavi Yolculukların başladığı, Cevat Şakir, Bedri Rahmi Eyüboğlu’lu, Azra Erhat’lı yılları, koyların ilk kez keşfedildiği, süngercilerin sünger çıkarttığı, kalenin daha harap olduğu ama korunduğu, antik kalıntıların daha çalınmadığı o yalın yıllarda. Kitabımda anlatmaya çalıştığım Halikarnassos çok görkemli bir kere. Surlarıyla, limanıyla, Milattan öncesi ve sonrasıyla, Mausoleum’u, Kraliçe Artemisia, Prenses Adası, İskender’i ile o yıllar tarihin masalsı yıllarıdır gözümde. O yüzden masal gibi anlattım. Bu günün Bodrum severlerine, okurlarına öyle anlatılması gerek diye düşündüm. Çünkü onların, sevdiklerini söyledikleri Bodrum’un tarihini, yakın geçmişini, değerlerini bilmediklerini, hatta ilgilenmediklerini bile düşünüyorum. İnsan hiç olmazsa yaşadığı yerin tarihini bilmeli.

Evet, Bodrum artık bir İstanbul. Bu konu, öngörüden, adaletten yoksun vandal insan faktörü işin içine katıldığında uzun, biraz çetrefilli ve ne yazık ki iç acıtıcı. Biz burada, batacağını adımız gibi bildiğimiz üç kuruşluk botlara doluşan insanların gece denize açılmalarına göz yumduk, sabah da kaçı boğulmuş, kaçı kurtulmuş onun hesabını yaptık. Sonra da timsah gözyaşları döktük.

NİLGÜN ÇELİK: Kitabınızın tarihsel bilgilerinden bahsedelim istiyorum: Dünyanın Yedi Harikası’ndan biri olan anıt mezar, İÖ.353′te ölen Karya Kralı Mausolos için eşi Kraliçe Artemisia tarafından yaptırılmış. Mausoleum Anıt Mezarı olarak tarihe geçmiş ve anıt mezarlara Mausoleum (Mozele) ismi de buradan geliyor. Eski adıyla Halikarnassos’da, bugünkü adı Bodrum’da bulunuyormuş. Bugünkü Bodrum Kalesi’nin tarihinde bu Mausoleum’dan izler var. Bundan biraz bahsedebilir misiniz?

İNCİ GÜRBÜZATİK: Mausoleum’un izleri iyi ki var Bodrum’da. Yerinde yeller esse de tarihi ne yaparsanız yapın kazıyamıyorsunuz bu topraklardan. Dünyanın yedi harikasından ikisi Türkiye’de, -Harikaları bilmeyenler öyle çok ki, sorun bakın şaşarsınız. Biri Artemis tapınağı Selçuk’da, diğeri de Bodrum’da. Mausoleum, Keops’dan sonra dünyanın en büyük, en yüksek harikası. Harikalar, Antik dönemde insan eli, emeğiyle, uzun yıllarda yapılmış görkemli yapılar olarak tanımlanıyor. Çoğu yok artık. 36 sütun 24 basamaklı merdivenleri, dört cephesinde, antik dünyanın en ünlü dört heykeltıraşın birbiriyle yarışırcasına çalıştığı ve ilk kez fresklerinde Herkül’ün yolculuğunun, Amazonların Yunanlılarla savaşını anlatan, tanrısal değil, olağan insanların, hayvanların işlendiği müthiş bir sanat eseri Mausoleum. Freskleri altın yaldızlarla boyanan bu görkemli harikanın, Bodrum limanının tam karşısında, tepe üstünden gün ışığında, mehtapta yansıdığını bir hayal edin hele. Bu görkemli anıtın şimdiki Bodrum kalesinin üç katı büyüklüğünde olduğunu da aklınızın bir köşesine yazın. Hayali aşan bir görkem, ışıl ışıl bir pırlanta Mausoleum. Öyle tanımlanıyor, bir pırlanta. İnşa öyküsü de yok ediliş öyküsü de nefes kesici ayrıntılarla dolu. Yalnızca bunların hikâyesini anlatmak bile başlı başına bir macera, bir kitap gözümde. Mausoleum’un kalıntı taşlarının büyük bir çoğunluğunu, fresklerini, Sen Jean Şövalyelerinin kalenin yapımında kullandıklarını biliyoruz. İngiltere’ye götürülen seçkin parçaları saymayayım, akıl almaz bir hikâyeyle gitmiş işte. Görme merakınız varsa British Museum’a gider mavi duvarların önünde koca yapıdan geride kalan pırlantayı şaşkınlıkla seyredersiniz. Bugün pek çok eski Bodrum evin duvarında da görebilirsiniz o parlayan taşları. Mausoleum’a gelince Bodrum’a geldiğinizde gidip de görün temelini. İmitasyon fresklerini.

NİLGÜN ÇELİK: Bodrumlu Cevat Şakir’in Bodrum’u ilgilendiren tarihimizi İngiltere’den alma isteği ve İngilizlerin cevabını anlatıyorsunuz kitabınızda. Bundan bahsetmenizi istiyorum, bir de bu bilginin resmi kayıtlara geçip geçmediğini merak ediyorum.

İNCİ GÜRBÜZATİK: Resmi kayıtlarda var elbette. Mavi Sürgün kitabında Cevat Şakir Kabaağaçlı birinci ağızdan anlatıp belgeliyor, kanıtı da Londra’da British Museum’da üstelik. Tarihimizin bana acı veren olaylarından biridir bu. Mausoleum gibi görkemli, harika bir yapının ait olduğu yerden başka bir ülkeye bahşedilerek taşınması. Nakli. Kendi topraklarımızdaki hazinelere sahip çıkamamak, değer bilmezlik, kendinden başka medeniyetleri önemsemeyiş, bilgi yoksunluğu, bence bir biliNilgün Çeliksizlik hali bu. Düşünsenize, bu eserleri yapan insanlar bu topraklarda binlerce yıl yaşamış, medeniyetler kurmuş, bu güne yansıyan nice geleneği, kültürü, miras olarak genleriyle aktarmışlar ve biz onlara, bir yabancının kalıtı gözüyle bakıyor, korumak ne, kırıp parçalıyor, değerini bilenlere satıyor ya da imha ediyoruz.

İngilizlerin sömürgeci yanını biliriz. Bu konu da uzun işte. Mausoleum’un İngiltere’ye padişah 1.Abdülmecit’in izniyle taşındığını tarihi belgeler gösteriyor. İşin acı yanı, taşıma masraflarını da Osmanlı karşılıyor. Dünyanın ikinci büyük harikası, koca anıt mezar İngilizlere armağan ediliyor yani. Bu nakil işlemini yapan Sir Nevton aslında bir arkeolog. Akdeniz’deki antik uygarlık kalıntılarının keşfi ve taşınması işini kolayca çözümlesin diye konsolos olarak görevlendiriliyor. İngilizler işlerini iyi biliyor. 1862 yılında A History of Discoveries at Halicarnassos, Cnidos and Branchide adlı bir kitap yazarak Mausoleum’u nasıl keşfettiklerini, tarihi değerini, taşınmasını açık açık anlatıyor. Cevat Şakir’in Bodrum’da Mausoleum’un olduğu artık yerinde yeller esen o boş tepeye baktığında neler düşünmüş olabileceğini tahmin edebiliyorum. Çok acı çekmiş kesin. Mektubu da Kraliçe’ye o yüzden yazmış olmalı. Ama mektubuna yanıt ne yazık ki Kraliçe’den değil, müze müdüründen geliyor, ne aşağılama. Drama çalışırken çocuklara bu olayı belgeleriyle anlattığımda çok üzülüyorlar. Okuyanlar da belki üzülüyor bilemiyorum.

NİLGÜN ÇELİK: Kitabınız hem tarih hem de genel kültür kaynağı gibi. 1400’lü yıllarda Halikarnasos’ta köpeklerin eğitildiğinden bahsediyorsunuz. Piri Reisin günlüklerinden anlaşıldığı üzere Kelp deniliyormuş. Aynı zamanda vurguladığınız bugünkü Bodrum’da yazlıkçıların köpeklerini sokağa terk edip gidişleri de var. Bu duyarsızlık hakkında neler söylemek istersiniz ve Bodrum’u seven biri olarak bu konu ile ilgili bir grup çalışmanız var mı? Ben bu konuyla ilgili bir proje ürettim ama nereye sunmam gerektiğini bilemediğimden kaldı. Ne yapabiliriz?

İNCİ GÜRBÜZATİK: Ben söyleyeceğimi aslında Binbir Masal Bir Kale’de söyledim. Köpeklerin tarihinden bu günlere gelip durumu gözler önüne serdim. 15. yüzyılda Bodrumda köpekler var. Tarihi belgeler, araştırmalar bunu kanıtlıyor, o köpeklerin zamanını bu güne bağlayan tarihsel bir süreç yaşadığımız da ortada. O zamanlarda kaledeki köpekler çok değerli, şaşkınlık verecek kadar işlevsel. Görevleri var ve özel eğitimli. Köpekler konusu ülkemizin her yeri için bir sorun. Evcil hayvanlar konusunda daha tam anlamıyla bir biliNilgün Çelik oluşturulamadı ne yazık ki. Sahipsiz, terk köpekler hayvan sever gönüllülere, bazı belediyelere emanet görünüyor. Bir iki yasa da çıktı gibi ama yasa uygulamalarını biliyoruz. Bodrum, yıllardır terk edilmiş köpek cennetidir. Tarihi belgelerdeki köpeklerle, günümüz köpekleri arasında bir bağ kurarken aslında insanları anlatıyorum. Kitaptaki Bron kör bir köpek, özellikle kör. Görmüyor. İyi ki görmüyor.

NİLGÜN ÇELİK: Kitabınızda Bodrum Kalesi’ndeki kulelerden bahsediyorsunuz. O bölümü okurken sanki Türkiye’nin açgözlü Avrupa tarafından parçalanması bölüşülmesi gibi geldi bana. Kaledeki bu kulelerden bahsedebilir misiniz?

İNCİ GÜRBÜZATİK: Avrupalılar için Bodrum kalesi bir karargâh o yıllarda. Haçlı Seferlerini hatırlayın. Kudüs’e giden yaşlı hacıların gidiş dönüşlerinde bir uğrak, hastalananların aynı zamanda da tedavi edilecekleri önemli bir kale hastane. Zaten “Hastane Şövalyeleri” de deniyor onlara. İspanyol kulesinin girişinde tıp sembolü yılan arması var. Akdeniz’de kıyı boyunca daha pek çok kale var Rodos Şövalyeleri’nin yaptığı. Çok organizeler, şövalyeler hem ticaret hem insan taşımacılığı hem de korsanlık, köle ticareti yapıyorlar. Akdeniz’e hâkim oldukları yıllar. Daha Barbaros Hayrettin Paşa, Rodos’u almamış. Bekliyoruz. Kalede İngiliz, Fransız, Alman, İtalyan ve İspanyol kuleleri var. Her birinde o ülkelerin şövalyeleri kalıyor. Şövalyeler zengin ailelerin oğullarından seçiliyor. Özel olarak her konuda eğitim alıyorlar burada. İleri bir eğitim hem de. Her ülke birbirinden bağımsız kulelerde ama hepsi ülkelerinden çok uzaktaki stratejik bir adada, birlikte inşa ettikleri bir kalede, aynı amaç için birlikte yaşıyorlar. Aynı çıkar için. İşte Avrupa Birliği, orada da aynı düzen, ilişkiler, aynı amaç eskiden olduğu gibi sürmüyor mu?

NİLGÜN ÇELİK: 2011 yılında Muğla’nın Milas ilçesinde Uzunyuva olarak bilinen alanda bir gazetecinin ihbarı ile 2500 yıl öncesinde yapılmış ve at kılı ile korunduğu tespit edilmiş bir mezar bulundu. Gizli geçitler ile ulaşılması bir hayli zor olan mezara ulaşma çalışmalarına dönemin Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’da katılmıştı. Mezar bulunmadan önce birçok defineci ve tarihi eser kaçakçısı tarafından bilindiği ve zarara uğramış olduğu tespit edilmiş. Bu konu hakkında internette bilgi bu kadar. Sizin bilginiz var mı sonrasında ne oldu?

İNCİ GÜRBÜZATİK: Ege’de nereyi kazsanız bir tarihi kalıntı, obje, nesne, bir kemik, bir seramik parçası çıkar karşınıza. Bu çok doğal, kaç medeniyet üst üste kurulup yok olmuş bu topraklarda. Toprağın tarihi insanların da uygarlıkların da üzerini örtmüş. Yaşadıkları yerin değeri, kendilerinden sonra o topraklarda yaşayanlar tarafından anlaşılmamış ne yazık ki. Tarih bilincine erişilemeyince, altın, elde böyle pul olur. Ne yazık! Hazine avcılarının kaçak kazıları, eserlerin tahribi, kaçakçılığı hala derin, cılk bir yara değil mi ülkemizde?

NİLGÜN ÇELİK: Biraz kahramanlardan bahsedelim. Duru aynı zamanda torununuzun da adı. Kitabı okuyunca neler söyledi tepkileri nelerdi?

İNCİ GÜRBÜZATİK: Duru, küçük yaşlarından beri her yıl yaz tatili nedeniyle Bodrum’a geliyordu. Müzedeki drama çalışmalarımda o da sanki asistanım gibi yanı başımda fikir üretiyor etkinliklerimize, çalışmalarımıza katılıyordu. Bazen programı birlikte hazırlıyor, uyguluyorduk. Dramanın özünü, dramatik yapının önemini, dengesini kavramıştı. Baş başa kaldığımız zamanlarda Bodrum müzesinde geçen öyküler kurgular olmuştuk. Bana “yaz” deyip duruyor, hatta nasıl yazmam gerektiği konusunda uyarılar da yapıyordu. “Yazmıyor musun?” diye sormaya başlaması artık benim için bir başlangıçtı. Kitabı okuyunca çok sevindiğini çok beğendiğini biliyorum.

NİLGÜN ÇELİK: Bodrum’daki bazı palmiyelerin tohumlarının Cevat Şakir’in Büyükada’dan getirişi tam bir macera. Biraz bahsedebilir misiniz?

İNCİ GÜRBÜZATİK: Bunu anlatmam Binbir Masal Bir Kale’nin büyüsünü bozar mı bilemiyorum. Cevat Şakir’in Mavi Sürgün’de sözünü ettiği o palmiye tohumlarının Büyük Ada’daki bir köşkün bahçesinden çalma serüveni, köşkte Troçki’nin konuk ediliyor olmasıyla ilgiNilgün Çelikleşiyor. Ağacın tepesinde tohumları cebine yerleştirmeye çalışırken, o heyecanla aşağıdaki sivil polisleri hayal edebilir mi? Karakolda söyledikleriyle hiç de inandırıcı değildir üstelik. Kendini aklaması zor olur. Ama cebinde çoğaltıp Bodrum yollarına dikeceği palmiye tohumları kalmıştır. İyi ki kalmıştır.

NİLGÜN ÇELİK: Kitabınızın enteresan kurgusundan da bahsetmenizi istiyorum. Binbir Masal Bir Kale, bir Bodrum kitabı. Tarih ve çevre bilinci açısından aslında herkesi bütün ülkeyi ilgilendiriyor. Hangi şehrimiz, bölgemizde böyle kayıp bir tarih yok ki? Kitabınızın kurgusunda zaman sıçramalarınız var, bugünü düne, dünü bugüne hatta finalde geçmişi geleceğe ilgiNilgün Çelik bir biçimde bağlıyorsunuz. Beklenmedik bir anda bir maceranın içine düşen kahramanların nasıl kurtulacaklarının merakı sürerken yan okumalar için bazı yazarların romanlarına, roman kahramanlarına da sıçrıyorsunuz. Bu da okurlar için sürpriz oluyor. Neden böyle bir kurgu yaptınız?

İNCİ GÜRBÜZATİK: Haklısınız, yok edilen tarih ülkemizin her bir köşesinde karşımıza çıkabilir. Bunu iç acıtsa da kanıksadık artık. Benim diğer kitaplarımda da böyle zaman sıçramaları var. Metaforları da zamanla oynamayı da seviyorum, gerilimi, merakı sağlamak için, geçmişle bugünü, bugünle geçmişi ya da geleceği birbirine bağlamak, benzerlikleri, çelişkileri, farklılığı çoğu kez de tarihin tekerrürünü göstermek için yapıyorum bunu. Anlattığım hikâyelere atıfta bulunan pek çok kitap var. Okurlar onları tanıyor mu merak ettim ben de yazarken. Okumaya dair ipuçlarıdır o kitap isimleri ya da yazarları. Okur eğer meraklıysa onları da bulur okur belki.

Kurgu, benim yazarken en heyecan duyduğum şey. Öz biçim çelişkisi yaşamamak için kurguya da dilin inşasına da önem verdim. Okurlar, edebiyatın tadını alsınlar istedim. Açıkça itiraf edeyim Binbir Masal Bir Kale’yi yazmaya başladığımda aklımda yalnızca bir konu ve çocuklarla kalede yaşadıklarım vardı. Deneysel bir çalışma oldu benim için de. Araştırmaya yazarken başladım, Halikarnassos tarihine dair bulgularım derinleştikçe heyecanım arttı, öyle bilgilere ulaştım ki sadece öğrenmek bile beni kendimden geçirdi. Birbirine bağlayarak yazdığım tarihi olaylarla öz, biçimini doğal olarak buldu. Zamanı bir ileri bir geri sarıp bu günü geleceğe sarmak gerekliydi ben de öyle yaptım.

NİLGÜN ÇELİK: Son olarak dokuma kelebeklerini anlattığınız bir bölüm var, ben bu kelebeklerden görmedim. Dokuma kelebeği nedir bize biraz anlatır mısınız?

İNCİ GÜRBÜZATİK: Dokuma kelebekleri kumaşlara musallat olan minik küçük güveler aslında. Onların müzelerin de baş belası olduğunu öğrendiğimde konu benim için Marquezvari bir gerçekçiliğe dönüştü. Hayal gücüm onları çok görselleştirdi, öyle ki Karyalı kadının değil de benim başımın etrafında dönmeye başladıklarını düşünmeye başladım. Öyle düşleyerek, ellerimle onları etrafımdan kovalayarak yazdım. Yıllar önce Bodrum’a geldiğimizde onların kemirip yok ettiği bir halımızı hatırlamıştım. Binlercesi havalanıvermişti ve halıdan eser kalmamıştı. Kurguya öyle gözümdeki gibi büyülü ışıltılar saçan yok ediciler olarak oturttum onları. Yüzlercesinin bir arada gökteki kuş kümeleri gibi toplaşıp dağıldıklarını, uzaklaşıp yaklaştıklarını, oynaşıp uçuştuklarını hayal ettim. Çok araştırma yaptım, değişiklerini morfozlarını, yok ediş ve yok oluşlarını paralel bir kurguyla finale doğru sardım. Binbir Masal Bir Kale’nin masalına büyülü gerçekçi bir tutam tuzu da böylece serpmiş oldum.

İnci Hanım söyleşi için çok teşekkür ediyorum. Yeni çalışmalarınızda yine görüşmek üzere.

İnci Gürbüzatik
İnci Gürbüzatik
İnci Gürbüzatik 1947 yılında Antakya’da doğdu. İlk-Orta ve Lise öğrenimini Ankara’da tamamladıktan sonra, Ankara Üniversitesi, Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümü’ne girdi. Bu bölümden mezun olduktan sonra TRT Ankara Radyosunda prodüktör olarak göreve başladı ve çeşitli programların yapım ve yayınını gerçekleştirdi. 1989 yılında TRT Ankara Televizyonu Drama Programları Müdürlüğüne atandı. Çok sayıda senaryo ve kısa dramalar yazdı. Ağustos 2002’de emekliye ayrıldı. Yazarın öyküleri Varlık, Düşler Öyküler, Adam Öykü, Üçüncü Öyküler, Ardıçkuşu, Edebiyat ve Eleştiri, Lacivert, Kurgu gibi dergilerde yer almıştır. Pek çok öykü ve senaryosu ile ödül alan yazar, 2009 yılında basılan Ankara’nın Kadın Yazarları adlı derlemede “Vaka-i Adiye” başlıklı öyküsü ile yer alır. Evli ve iki çocuk annesi olan İnci Gürbüzatik Ankara ve Bodrum’da yaşamaktadır. Yapıtları Roman: Misket (2009) Öykü: İki Çırpı Kiraz Kız (1999) Aşk Kaldığı Yerden (2008)
YAZARA AİT TÜM YAZILAR
BİR YORUM YAZIN
ZİYARETÇİ YORUMLARI - 1 YORUM
  1. İnci Hocam, Aynen katılıyorum.
    ‘insanların vandallaşıp barbarlaşmadığı, elini doğaya, ormanlara, koylara, o berrak denizlere uzatmadığı, epçelerin topraklara girmediği, adaletin insan vicdanında olduğu o yıllarda. Hatta biraz daha geriye gidip Mavi Yolculukların başladığı, Cevat Şakir, Bedri Rahmi Eyüboğlu’lu, Azra Erhat’lı yılları, koyların ilk kez keşfedildiği, süngercilerin sünger çıkarttığı, kalenin daha harap olduğu ama korunduğu, antik kalıntıların daha çalınmadığı o yalın yıllarda….’