ALTIN
DOLAR
EURO
BIST
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Hatay °C

Haftanın Hikayesi | Oğlumun Babası

08.12.2019
1.720
A+
A-
Haftanın Hikayesi | Oğlumun Babası

Merih Günay

Eve erken geldiği gün sayısı çok değildi. Gece yarısından önce gelmezdi pek. Akşamları evimizin demir parmaklıklı camından sokaktaki çocukları seyrederdim. Babasıyla top oynayan çocuklar, babasıyla el ele dolaşan çocuklar, babasıyla bakkal dükkânına giren çocuklar… Babalar ve çocuklar; babalı çocuklar. Anneme seslenirdim. Canım, güzel, melek anneme: 

-Babam ne zaman gelecek anne? 
-Birazdan gelir oğlum. 

Çok ender olurdu o ‘Birazdan’, o muhteşem, o harika ‘Birazdan’ ve ben şaşırır, inanamaz, ne yapacağımı bilemezdim. 

-Top oynayacak mıyız baba? 
-Bisiklete bindirecek misin beni baba? 
-Bakkala da gidecek miyiz baba? 

Onu ayık gördüğümü hiç hatırlamıyorum eve gelişlerinde. Yorgun ve yavaş hareket ederdi; gözleri kısık ve kırmızı olurdu hep, şarap kırmızısı. Ne sorulursa sorulsun, hızlı ve keskin tek bir yanıtı olurdu: “Hayır!” Aynı ‘Hayır’lar, hızla ve kesin birer ‘Evet’e dönüşürdü az sonra. Ne kadar sarhoş ve yorgun olursa olsun ve saat kaç olursa olsun, beni mutlaka dışarı çıkarırdı. Özlediğimi, ihtiyaç duyduğumu ve uyumayıp beklediğimi bilirdi, ya da ben öyle hissederdim; belki de böyle olduğuna inanmak isterdim. İnanırdım da. Beni kucağına alıp merdivenlerden inerken hiç de sarhoş görünmezdi gözüme. O kadar dikkat ederdi ki kucağından düşürürse, yok olacak bir hazine taşıdığını sanırdınız. Karanlık ve ıssız olurdu sokaklar o saatlerde. Belki birkaç kedi ya da bir köpek, insan olmazdı ama hiç. Onlar uyuyor olurlardı. Berbat bir günün üzerine evlerine gelmiş, yemeklerini yemiş ve uyumuş olurdu insanlar. Sabah erkenden kalkıp gitmeleri gereken işleri vardı. Hayat buydu o sokakların insanları için: Uyumak, uyanmak, işe gitmek, eve dönmek, yemek ve tekrar uyumak. Arada bir de sevişmek, bazen yorgun ve isteksiz bedenleriyle. 

Sokakların ıssızlığı, karanlığı umurunda değildi babamın. O uyanıktı, ayaktaydı. O benimleydi ve bir ilahtı çünkü benim babamdı. Aldırmazdı insanların, daracık sokaklardaki karşılıklı apartmanların karanlık pencereleri ardında uyuyor olmalarına. İnsanlar, aynı insanlardı. Yorgun, umutsuz, yarı aç, yarı uykulu, hayalsiz, mutsuz insanlar. Nereden ve nasıl geldiklerini, ne uğruna yaşamaları gerektiğini ve nereye gideceklerini bilmeyen, bilmek istemeyen insanlar. Sadece karınlarını doyurmak, evlenmek, çocuk yapmak, bakmakla geçiyordu yaşamları ve salt bunlar için verdikleri o sonsuz mücadele, savaş… Etkileyiciydi. Avuntu yüklü aptalca inançlar, birkaç beyaz eşyalık hayaller, inanılmaz şükürler, yorgun yüzlerdeki sahte gülücükler, o aynı kaderin miras gülücükleri… 

Yürürdük o sokaklarda, sessizce, konuşmadan ve o aynı soru gelirdi hemen ardından: “Oğlum, söyle bakalım, kitabım basılacak mı?”- “Hayır.” Her gün aynı cevabı aldığı halde tepkisi hiç değişmezdi. Acı bir hüzün kaplardı yüzünü ve sorardı hep: “Neden oğlum?” – “Basılmayacak işte.” Bıkmaz, usanmazdı. Her gece ve her sabah bu soruyu mutlaka sorardı bana. Cevabımı çok önemserdi ve her seferinde üzülür, yıkılırdı. Az sonra kendini toplar, yanıma yaklaşırdı; saçlarımı, yanaklarımı usulca okşar, öper ve şansını zorlardı. 

-Oyuncak alayım mı sana? 
-Al. 
-O zaman söyle, yayınevinden arayacaklar mı? 
-Aramayacaklar! 
-Kahretsin! Almıyorum oyuncak. 

Tekrar çömelirdi yere, sokağın ortasında. Cebinden bir sigara çıkarır, yakar ve gözlerini bir noktaya dikip bakardı boş boş. Yorgun, umutsuz, öfkeli. Kin kusardı gözleri, alev saçardı. Çok sürmezdi bu durumu, birkaç dakika sonra ayağa kalkar, bana bakar ve bağırırdı boş ve ölü sokakta: “Aptal bunlar, hepsi aptal! Bak oğlum, uyuyorlar, hepsi uyuyor, herkes uyuyor. Işıkları kapalı, gözleri kapalı; yaşlı kadınlar gibi uyuyorlar! Bize bak, sana ve bana bak! Buradayız, ayaktayız, dünya bizim, bize ait! Onların hepsi ölü. Ölmüşler! Kafanı yukarı kaldır ve şu yıldızların güzelliğine bak, havayı kokla, rüzgârı hisset, aya el salla! Hayat bu oğlum, hayat gece, hayat sessizlik, hayat yalnızlık!” Gülerdim. Söyledikleri hoşuma giderdi, yanında olmaktan gurur duyardım. Benim gülmem de onun hoşuna giderdi. Hemen yanıma gelir, beni kucağına alır ve öper, koklardı. 

-Arayacaklar mı yayınevinden? 
-Hayır! 

Ona hep hayır derdim, henüz beş yaşındaydım ve neden hayır dediğimi bilmiyordum. Ona hayır demek hoşuma gidiyordu belki çünkü o eve hep geç ve sarhoş geliyordu, diğer babalar ise erken ve ayık. Ben üzülüyordum, sorularına hayır cevabı verdiğimde ise o üzülüyordu, adildi durumumuz bence. 

Eve dönerdik. Annem çoktan uyumuş olurdu ya da uyuyor gibi görünürdü. Babam mutfağa girip yemeğini hazırlar, yerdi ve sonra soyunurdu. Beni yatağıma yatırıp annemin yanına uzanırdı. Uyumadığını bilirdim, geç ve zor uyurdu. Döner dururdu yatakta, sonra yavaşça kalkar, önce anneme bakardı, sonra bana ve mutfağa giderdi. Dolabı açardı -şişe sesini duyardım- ve alıp diğer odaya geçerdi. Başka odamız da yoktu zaten. Bilirdim, pencerenin yanındaki koltuğa oturuyor, yıldızları seyrediyordu. Yıldızlara hayrandı, şişelere de. Dönmezdi geri. Uyurdum. Sabah gözlerimi açtığımda onu yatağında bulurdum. Tıpkı ormanda devrilmiş bir ağaç gibi tek başına uyurdu. Beklerdim ben, uyanmasını beklerdim. Bozuk paralardan şekiller yapması için, kâğıtlardan uçak, gemi yapması için beklerdim. Yapardı da, dakikalarca uğraşır, nefis şeyler yapardı. Zevkle, keyifle, isteyerek yapardı ve sorardı bittiğinde: 

-Nasıl oldu oğlum? 
-Güzel. Yıkayım mı? 
-Önce annene göster. 

Annem o sırada ya diğer odada olurdu ya da mutfakta. İstemeyerek gelir, bakardı göz ucuyla. “Çok güzel olmuş oğlum.” der ve çıkardı. 

-Yıkayım mı baba? 
-Yık oğlum. 

İki oyuncak kamyon darbesiyle yerle bir ederdim kaleleri, çiftlikleri. Babam beni kucağına alırdı. 

-Arayacaklar mı? 
-Kim? 
-Yayınevinden. 
-Aramayacaklar! 

Ayağa kalkar, savururdu tekmesini yıkık oyuncakların üzerine. Oyuncaklar onun kırmızı ve kısık gözlerinde o an kim bilir ne olurdu. Giyinirdi sonra yavaş ve isteksizce. Beni kucağına alıp sokağa çıkarırdı. 

-Etrafına bak, ne görüyorsun?
-Çocuklar.
-Ya babalar, baba görüyor musun? 
-Hayır. 
-Kimin babası oğlunun yanında?
-Benim! 

Öperdi beni, ben de onu öperdim. 

Yıllar geçti. Uzun, zor yıllar. Florida’da yaşıyordum. Eşim Dilara ile beş yaşına yeni basan oğlumuzu alıp ailemi ziyarete geldim. Annemle babam ayrılalı çok olmuştu. Önce anneme uğradık. Büyük ve güzel bir dairede yaşıyordu. İki erkek üvey kardeşimle tanıştırdı beni ve cici babamla. Ondan hiç hoşlanmadım. Her şeyi vardı ama hayalleri, coşkusu, ilgisi yoktu. Yaşıyordu, sadece yaşamak adına yaşıyordu, vazife gibi. Soğuktu, çok soğuk. Orada geçirdiğimiz gece bitmek bilmedi. Babam olsaydı, diye düşündüm, şimdi beni dışarı çıkarır ve bağırırdı: Bu dünya bizim, bu yıldızlar bizim! Birden yatakta doğruldum, Dilara ve Merih uyuyorlardı. Aceleyle giyindim, Merih’i usulca kucağıma aldım. Öptüm onu, kokladım, kapıya doğru yürürken Dilara’nın sert sesiyle durdum. 


-Ne yaptığını sanıyorsun sen? 
-Oğlumu dışarı çıkarıyorum. 
-O uyuyor, derhal yatağına yatır çocuğu! 

Bir an duraksadım, geri döndüm sonra. Oğlumu yatağına yatırdım. Gözlerimden iki damla yaş süzüldü. Salona geçtim. Pencerenin yanındaki koltuğa oturdum, yıldızları seyrettim; harikulade görünüyorlardı. Mutfağa girdim, dolabı açtım, kendime bir içki doldurup geri döndüm. Harika bir duyguydu, sabaha kadar uyumadım. Babamı nerede bulabileceğimizi sordum anneme kahvaltıda. Burun kıvırdı. 

-Çöplüğündedir, başka nerede olacak ki? 

Bir taksiye bindik, adresi söyledim. Yaklaşık yirmi dakika sonra kapının önündeydik. Aynı kapı, aynı koku, aynı top oynayan çocuklar… Merdivenlerden çıktık; apartmanın kokusu hiç değişmemişti sanki, büyüleyiciydi. Zili çaldım. Açıldı kapı. Bembeyaz saçlarıyla bir İlah duruyordu karşımda. Yetmişli yaşlarda, gözleri kan kırmızı ve kısık, çok kısık… Önce bana baktı, sonra Dilara’ya ve torununa ilişti bakışları. Yorgun ve kısık gözlerden burnuna doğru iki damla yaş aktı. 

-Adı ne?
-Merih, baba. 

Ayakkabılarını giydi, oğlumu kucağına aldı ve merdivenlerden inmeye başladı. Sesini duyduk evden içeri girerken: 

-Sana dondurma alayım mı?
-Al.
-Söyle bakalım Merih, kitabımı basacaklar mı?
-Hayır! 
-Neden oğlum? 
-Basmayacaklar işte! 

Evimdeydim. Geçmiş kokuyordu, baba kokuyordu, hayal kokuyordu ve şarap kokuyordu. Pencerenin yanına geçtim, aşağı baktım. Babam yere çömelmiş, oğlumun gözlerine bakıyordu. Elini gömleğinin cebine götürdü, bir sigara çıkardı ve yaktı. Biraz sonra yeniden soracaktı: “Yayınevinden arayacaklar mı beni?” Yavaşça kalktım koltuktan; yatak odasına geçtim. Yatağa baktım, boştu. Annem yoktu. Yatağım da yoktu yerde. Yatak odasının camını açtım. “Baba! Yarın arayacaklar seni! Kitabın basılacak!” demek istedim, diyemedim. Yere çöktüm, ağladım, ağladım… Bir el hissettim saçlarımda sonra. Başımı kaldırdım, Dilara’ydı. Elinde bir kitap vardı. Bana uzattı. Şaşırdım, kapağını çevirdim, yatık harflerle ‘Oğluma’ yazıyordu. Bir sayfa daha çevirdim. Kitap şöyle başlıyordu: 

Oğlumun Babası 

Eve erken geldiği gün sayısı çok değildi. Gece yarısından önce gelmezdi pek. Akşamları evimizin demir parmaklıklı camından sokaktaki çocukları seyrederdim. Babasıyla top oynayan çocuklar, babasıyla el ele dolaşan çocuklar, babasıyla bakkal dükkânına giren çocuklar… Babalar ve çocuklar; babalı çocuklar.
 

Kitabı yatağın üzerine bıraktım, dışarı çıktım. Babam yerde çömelmiş, sigara içiyordu. Oğlum da yanında onu izliyordu. Aralarına oturdum. Bir elimi babamın, diğerini oğlumun omzuna attım. 

-Yıldızlar ne kadar da parlaklar bu gece, değil mi? 

Gece değildi, doğal olarak yıldız da yoktu gökyüzünde. “Evet.” dedi babam. “Evet.” dedi oğlum. 

Yıldızları seyrettik o sabah beraber. 

Üçümüz… 

Harikulade görünüyorlardı. 

Administrator
Administrator
Editörden Yazı Atölyesi, Çağdaş Türk ve Dünya Edebiyatı’nı merkezine alan bir Websitesidir. Yazı Atölyesi’ni kurarken, okurlarımızı günümüzün nitelikli edebi eserleriyle tanıtmayı ve tanıştırmayı hedefledik. Yazarlarımız, Yazı Atölyesi’nde, edebiyat, sanat, tarih, resim, müzik vb. pek çok farklı alandan bizlere değer katacağını düşünüyoruz. Bu amaçla, sizlerden gelen, öykü, hikaye, şiir, makale, kitap değerlendirmeleri, tanıtımı ve film tanıtım yazıları, anı ve edebiyata ilişkin eleştiri yazılarla, eserlerinize yer veriyoruz. Böylelikle kitaplarınızla eserlerinizin yer aldığı Yazı Atölyesi’nde, dünya çağdaş edebiyatı ile sanatın pek çok farklı alanında değer katacağına inanıyoruz. Yazı Atölyesi kültür sanatın, hayatın pek çok alanını kapsayan nitelikli edebiyat içerikli haber sunar. Bu nedenle başka kaynaklardan alınan, toplanan, bir araya getirilen bilgileri ve içerikleri kaynak belirtilmeksizin yayına sunmaz. Türkçenin saygınlığını korumak amacıyla ayrıca Türk Dil Kurumu Sözlüğünde önerilen yazım kuralları doğrultusunda, yayınladığı yazılarda özellikle yazım ve imla kurallarına önem verilmektedir. Yazı Atölyesi, üyeleri ve kullanıcılarıyla birlikte interaktif bir ortamda haticepekoz@hotmail.com + yaziatolyesi2015@gmail.com mail üzerinden iletişim içinde olan, bu amaç doğrultusunda belirli yayın ilkesini benimsemiş, sosyal, bağımsız, edebiyat ağırlıklı bir dijital içerik platformudur. Katkılarınızdan dolayı teşekkür ederiz. http://yaziatolyesi.com/ Editör: Hatice Elveren Peköz Katkılarınızdan dolayı teşekkür ederiz. http://yaziatolyesi.com/ Editör: Hatice Elveren Peköz Email: yaziatolyesi2016@gmail.com haticepekoz@hotmail.com GSM: 0535 311 3782 -------*****-------
YAZARA AİT TÜM YAZILAR
BİR YORUM YAZIN
ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.