Aşk ve sevgi zaman ötesinden bir sesleniştir aslında. Bir gün ansızın gelir ve ansızın yüreğimizin bir köşesine oturuverir.
Yakup Kadri, “Sanki benim ağzımla onun kulağı arasında ki mesafe beş on kilometredir.” der.
“Bir yakınınızı arıyor olmalısınız… Öyle ya buraya başka kim gelir ki…”
Hemen mevzuya girmesinden pratik biri olduğu anlaşılıyordu.
“Evet efendim… Bir arkadaşım.”
“Ne kadar güzel… Arkadaşlık… Bu zamanda pek az bulunan bir şey…”
Müdür, uzun bir sohbete hazırlanır gibi, koltuğunu geriye çekti, arkasına yaslandı ve Gediz’i baştan aşağı süzdü. Yüzünde, ilk izleniminin olumlu olduğunu belli eden bir gülümseme belirdi.
“Oturun lütfen,” dedi, “öyle ayakta durmayın. İşimiz uzun sürebilir.” Söylediğini kanıtlamak istermiş gibi, dönüp yandaki dosya dolabına baktı.
Müdürün gösterdiği, pek sağlam gözükmeyen iskemleye oturdu. İskemlenin rahatsızca inlemesine aldırmadan yerine yerleşti.
“Öncelikle bize lazım olan bilgiler şunlar, efendim… “Müdür, bir an durakladı, sonra:
“Gediz, efendim. Gediz Nehri…”
“Gediz nehrini biliyorum, soyadınızı sormuştum.”
“Soyadım Nehri. Sanırım babam soyadıyla uyumlu bir isim seçmek için başına Gediz’i koyuvermiş. Bilirsiniz, eskilerin böyle tuhaf merakları vardır.”
“Ne güzel, ne güzel. Babanız şair bir insanmış doğrusu. Hayattadır umarım.”
“Maalesef kaybettik efendim, yıllar önce.”
Bu kısa konuşma, aralarında bir yakınlaşma sağlamıştı. Müdür, çekmecesinden bir kâğıt çıkarıp masaya koydu.
“Evet, geçelim bilgilere. Arkadaşın adı, soyadı, doğum tarihi, ölüm tarihi… tabii yaklaşık da olabilir. Yılı ve mümkünse ayı…”
Gediz düşünürmüş gibi başını önüne eğdi bir süre. Sonra doğrulup derin bir soluk aldı.
“Atok,” dedi, “Atok Tokdal.”
“Buyrun bakalım bir kafiye daha,” dedi Müdür, ismi kaydederken, “iyi bir aileden olmalı. Hiç duymadığım bir isim. Böyle isimleri daha çok zengin aileler takar çocuklarına. Yanılıyor muyum?”
“Yanılmıyorsunuz. Zengin denemese de orta halli, münevver bir ailenin çocuğuydu…”
“Ne oldu peki?” diye sordu Müdür, “Neden sahip çıkmadılar evlatlarına?”
“Uzun hikâye Müdür bey,” dedi Gediz, derin bir sohbete girmeye pek gönüllü olmadığını gösteren bir ifade takınarak, “alkol meselesi, anlayacağınız.”
“Ah evet, anlıyorum. Hiç yabancısı olmadığımız bir mesele. Buraya getirilen arkadaşlarımızın çoğunda vardır bu…”
Gediz, “arkadaşlarımız” diye düşündü, nasıl da benimsemiş. Çok değişik bir insan. Hiç ummazdı burada böyle birine rastlayacağını.
Müdür işinin ehli birine benziyordu, hiç aksatmadan devam etti.
“Doğum ve ölüm tarihlerini de öğrenebilir miyim, Gediz bey? En önemlisi de ölüm tarihi. Yaklaşık da olsa.”
“Doğumu 38 olmalı… sanırım. Benden iki yaş küçük olduğunu biliyorum.”
“Hiç göstermiyorsunuz,” dedi Müdür, aynı konuşkan tavrını sürdürerek, “gerçekten inanamıyorum otuz sekiz yaşında olduğunuza.” Anında hesaplamıştı yaşını.
Müdür, mallarını sergileyen bir dükkân sahibi havasında kalkıp dolaba yürüdü ve kapağını açtı. Sırtlarında numaralar yazan karanlık klasörler selamladı Gediz’i.
“Ölüm tarihi…” dedi Gediz, o geceyi yeniden hatırlamanın verdiği donuk ifadeyle, “25 Ocak 74… Pardon, o gecenin sabahını düşünecek olursak 26 Ocak oluyor… Donarak ölmüştü. Bebek semtinde…”
Müdür bir klasörü alıp yerine döndü, sayfalarını çevirmeye başladı.
“Burada o tarihi gösteren bir kayıt yok. Fakat endişelenmeyelim. Bazen tam ölüm tarihi değil de, morgdan buraya sevk edildiği tarih de yazılabiliyor.”
Müdür yeniden klasöre gömdü başını. Odanın tavana yakın penceresinden mat bir ışık yansıyor, bir ağacın dalı, içeridekileri selamlarmış gibi, cama sürtünerek, rüzgârla bir aşağı bir yukarı gidip geliyordu.
“En yakın tarih 18 Mart,” dedi, bu bulgudan rahatsız olmuş gibi, “bu kadar uzun süre kalmış olabilir mi morgda? Mamafih böyle durumlar da olabiliyor. Şüpheli ölümlerde bilhassa.”
Başını dosyadan kaldırıp baktı. Gediz, müdürün, “şüpheli” kelimesine vurgu yaptığını düşündü.